Eskiye rağbet olsa bitpazarına nur yağardı, derler. Uzunca bir süre bilim de nostaljiyi bir hastalık olarak kabul edip arkasında ‘şeytani sebepler’ aradı. “Dönüş” (nostos) ve “acı” (algos) kelimelerinden doğan nostaljinin bugün bir hastalık olmadığını biliyoruz. Yine de ‘var olmamış’ bir geçmişe özlem duyuyor, idealleştirilmiş bir ruh haliyle çepeçevre sarılıyor, o idealleştirilmiş an’ın sembolik tasvirlerini kullanarak geçmiş zamanı yeniden yaratmaya çalışıyoruz.
Sebebsiz değil, dönüp dolaşıp eskiye sığınmamız, hiç şüphe yok bugünden kaçıyoruz. Kimi zaman 1940’ların, kimi zaman 1960’ların sanat akımlarına övgüler düzüyoruz. Bazı sanatçılar yapıtlarında günümüz imgelerini, Rönesans tarzında çerçeveye yerleştiriyor. Veyahut şu aralar örneğin edebiyatta 21’inci yüzyıl meselelerini, 19. yüzyıl Batı edebiyatı tarzında kurgulayan romanları konuşuyoruz, Dostoyevski’nin ruhu şad olsun!
Beri taraftan başka bir yüzyıl şuradan, buradan yavaş yavaş imgeleriyle hayatımıza sızıyor; müjdeler olsun 1920’lere dönüyoruz!
YÜZ YIL ÖNCESİ YENİDEN CANLANIYOR
Aslında geçen yıl bu zamanlar google, Bauhaus akımının 100. yılını anmak için bir doodle yaptığında 1920’lere nur yağacağı, geçen yüzyılın en ünlü on yılının günümüzde yeniden arz-ı endam edeceği ortaya çıkmıştı. Bauhaus’un kuruluşunun birinci asrına özel olarak hazırlanan, bauhaus imaginista kapsamında düzenlenen, “Uzaklarda. İstanbul” sergisi, 28 Ocak’ta SALT Beyoğlu’nda açıldı örneğin.
Sadece tasarımda değil, şimdilerde yedinci sanatta da 1920’ler yeniden canlanıyor; 70. Berlin Film Festivali bunun kanıtı.
Bu yıl 70. yaşını kutlayan Berlinale’de iki film sinemaseverleri yüzyıl başına, 1920’lere götürdü. Bunlardan biri Paul Leni’nin yönettiği, 1924 yapımı, “Das Wachsfigurenkabinett” (Waxworks). Restore edilen sessiz film, Friedrichstadt-Palast’ta, canlı müzik eşliğinde 21 Şubat’ta gösterildi.
Bir korku filmi klasiği olarak kabul edilen ve odağına halife Harun Reşid, Rus hükümdarı Korkunç İvan ve seri katil Karındeşen Jack’ı alan üç bölümlük film Weimar sinemasının en iyi aktörlerini bir araya getiriyor: Conrad Veidt, Korkunç İvan’ı; Werner Krauß, Karındeşen Jack’i; Emil Jannings ise Harun Reşid’i canlandırıyor.
Filmi restore eden Deutsche Kinemathe’nin restorasyon ekibi başkanı Julia Wallmüller, Alman dışavurumcu sinemanın en önemli prodüksiyonlarından birini dijital olarak yeniden sinemaya kazandırdıklarını söylüyor. Leni’nin filminde fantezi ve tarih, vahşi bir yolculuk, korku ve romantizm, dehşet ve aşk, bir hepsi bir arada! Alman Ekspresyonizminin mükemmel bir bileşeni!
Yönetmen filmin bölümlerini Berlin-Weissensee’de çekmiş, hatta daha sonra Hollywood’da yönetmenlik yapacak Wilhelm Dieterle de filmde rol almıştı. Filmin dördüncü bölümü, maddi yetersizlikle nedeniyle çekilememişti. Filmin orijinali 1925’te Paris’teki bir yangında yok olmuştu, ancak filmin analog bir kopyası, 1990’ların sonlarından itibaren dolaşıma girdi. Dijital olarak restore edilen versiyonun, film özenle rötuşlandığı halde, bazı kusurları da yok değil. Örneğin orijinal kopya kaybolduğu için, film orijinalinden yaklaşık 20 dakika daha kısa.
WEİMAR İKTİDARI VE NASYONAL SOSYALİZMİN AYAK SESLERİ
Berlinale’de izleyiciyi yüzyıl başına götüren diğer film ise “Berlin Alexanderplatz” oldu. Alfred Döblin’in aynı isimli romanından üçüncü kez sinemaya uyarlanan, Burhan Qurbani’nin “Berlin Alexanderplatz”ı, Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı için yarışacak.
Yönetmen Qurbani’in senaryosunu Martin Behnke ile birlikte kaleme aldığı film, Gine-Bissau’dan Almanya’ya geçen Francis adlı mültecinin hayatta kalma mücadelesini anlatıyor. Filmin oyuncuları arasında Welket Bungué, Jella Haase, Albrecht Schuch, Martin Wuttke, Nils Verkooijen var.
Alfred Döblin, Alman edebiyatının önde gelen büyük şehir roman yazarlarından kabul ediliyor. Yazarın, 1929’da yayımlanan “Berlin Alexanderplatz” romanı, Weimar Cumhuriyeti döneminde Berlin’i konu ediniyor ve şehrin halet-i ruhiyesini yansıtıyor. Tüm renkliliğine rağmen şehir, toplumsal çözülmenin ve bireyselliğin arttığı bir merkez olarak tasvir edilirken, devletin adım adım Nasyonal Sosyalist rejimine doğru nasıl sürüklendiği anlatılıyor.
Berlinale’de gösterilen her iki filmle birlikte Babylon Berlin dizisinin yeniden anılması tesadüf olmasa gerek. Volker Kutscher’in aynı adlı romanından uyarlanan dizi, 1929 yılında, Weimar Cumhuriyeti döneminde yine Berlin’de geçiyor. Bu dönemde Berlin’de yaşananları arka planına alan dizi, dönemin insan portrelerini tüm karmaşıklığıyla birlikte işliyor. Birinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan ekonomik ve toplumsal krizi odağına alan dizide de Nazilerin iktidara gelişinin ayak sesleri güçlü olarak duyuluyor.
KÜLTÜREL ÜRETİMİN ALTIN YILLARI
Şimdi, sormak gerek? Ne oldu da 1920’ler yeniden sanatın konusu oldu? 1920’nin üzerinden tam bir asır geçmiş olması bir sebep ama tek başına açıklayıcı değil.
Yüzyıl başında Birinci Dünya Savaşı beraberinde ekonomik yıkımı, toplumsal çözülmeyi, 1920’lerse hızla endüstrileşme ve toplumun bir kesimi için aşırı bolluğu getirmişti. Berlin sokakları evsizler ve işsizlerle doluydu ama savaştan veya hızla büyüyen sanayiden kazananlar varlık içinde yaşıyordu. Bu çatışma edebiyatta, tiyatroda, resimde ve sinemada yeni yeni akımları doğuruyordu. Örneğin Sürrealizm, Ekspresyonizm, Dadaizm, Art Deco ve Fütürizm, Birinci Dünya Savaşı’nın yıkıcı etkilerine, dönemin sosyal hayat ve sanat üzerindeki katılığına tepki olarak ortaya çıkmıştı.
Sosyal – politik sahnedeyse Weimar Cumhuriyeti, Alman demokrasisinin son yıllarıydı, sonraki on yılın başında Almanya’da Nazilerin, biraz öncesindeyse İtalya’da Mussolini’nin iktidarı ele geçirmesiyle demokrasinin adı bile anılamadı, Yahudi soykırımı, İkinci Dünya Savaşı sadece Almanya’yı değil, tüm Avrupa’yı yeniden şekillendirdi. Tüm kurallar alt üst olmuştu. Bu karanlık yıllarda sanat ya yasaklanmış veya yapılamaz hale gelmişti.
Şimdi dönüp bakıldığında o son 10 yıl ışıklar altında parlıyor: 1920’ler kültürel üretinin, yaratıcılığın, yer değiştirmeden doğan akımların altın yıllarıydı. Faşit iktidarların ve diktatörlerin, sanatsal üretime on yıllarca sürecek darbeyi vurmadan önceki son güzel zamanlardı.
Dünyada sağ iktidarların yükselişe geçtiği, dünya ekonomisinin finansal kriz içinde olduğu, kapitalizmin ve üretim biçimlerinin işlerliğinin tartışıldığı, küresel çevresel krizin toplumları tehdit ettiği bu son yıllarda belki de 1920’lerin bugün yeniden anılması hiç boşuna değil.