Abyssea 1 Fotoğraf: İlkin Eskipehlivan

“Beden ve Coğrafya Benim İçin İç İçe ve Bir Arada”

Dansçı, koreograf ve eğitmen Gizem Aksu’nun konsept, artistik yönetim ve koreografisini üstlendiği ve performans ekibinde yer aldığı ABYSSEA-thru: Alien and Alive prömiyeri Berlin’de gerçekleşti. Aksu ile, göçmen bedenler, derin deniz canlıları ve “post-human” referanslar arasında kurduğu bağa odaklanan son işinden başlayıp, beden, kimlik politikaları, coğrafya, kültürel birikim ve sınırların ötesine uzandık.

//

Prömiyerini 15 Ağustos’ta Berlin’de yer alan Ufer Studios’ta gerçekleştirdiğin ABYSSEA-thru: Alien and Alive projesi nasıl ortaya çıktı ve gelişti? 

En başa dönersek; ilk göç ettiğim dönemde, Berlin’e alışma ve aynı zamanda covid sürecinde dünyada dikey değil yatay olarak varolma ve bu pozisyonun bedene getirdikleri üzerine düşünüyordum ve seni yerin katmanlarına doğru indiren özel bir meditasyon pratiği yapmaya başladım. Bu pratikte aşağı doğru inme deneyimi, sudan geçme, ateşe varma ve elementler arası geçiş zaten beni çok içine alıyordu. Yeryüzünün katmanları arasında yatay olarak meditatif geçişler yaparken Monterey Bay Aquarium Research Institute’ün MeditOcean meditasyonlarıyla karşılaştım.

Bu aylarda şiir ve koreografi üzerine bir araştırma bursu da almıştım ve çalışmalarım sırasında şair Alexis Pauline Gumbs’ın “Inner Child Summer School” isimli çevrimiçi okuluna rastladım. İlk göç ettiğimde tetiklenen anksiyete ve korkuyla birlikte zaten çocuklukla ilgili çok fazla konu önüme açılmıştı ve içimdeki çocukla çalışmak için de bu programa katıldım. Burada içindeki çocuğa dönerken katılımcıları çok fazla deniz ve okyanus üzerine çalıştırıyorlar. Okyanus üzerine meditasyonlar, Silivri’de denizde geçen bir çocukluk, çocukluğumda derine gömülenlerin göçle kıyıya vurmaya başlaması derken denize bir araştırma alanı olarak bakmaya başladım. Başta buradan bir parça çıkarmak fikri aklımda yoktu. Denizle kurduğum ilişki ve yüzmenin omurgaya getirdiği dalga formuyla çok ilgileniyordum. Buradan yeni bir iş ortaya çıkaracak kadar konuya dalmam ise yüzyıllarca “yaşamdan yoksun” olarak tanımlanmış okyanus katmanlarında; okyanusun 6000, 10.000, metre altında yaşayan derin deniz canlılarının olduğunun “keşfedilmesinin’’ yaşamın tanımını nasıl değiştirdiği oldu. Suyun kilometrelerce altında, güneş ışığından ve ısıdan yoksun canlıların yaşamları, bedensel formları, nasıl hareket ettikleri mikro biyokimyasal olarak yaşamın tanımını değiştiriyor. Hem insanlık hem de evrendeki tüm canlılık arayışı için… Birleşmiş Milletler’in 2020-2030 arasını okyanustaki canlılık ve çeşitliliğe dair farkındalık yaratmak amacıyla “Ocean Decade” olarak ilan etti. Buradaki “one ocean/bir okyanus’’ önermesi; beni hem sınırlar ötesi bir aradalık hem de insanlık ötesi bir aradalık bağlamında etkileyen bir önerme. Ulusal, militer sınırlar olmadan düşündüğümüzde, insan da diğer canlılarla birlikte bu okyanusun parçası. İnsani düzeyde yarattığımız yıkımla baş edebilmek için bu okyanusun farklı canlı türleri bu yıkıma karşı nasıl birlikte durabilir (mi), birbirinden nasıl öğrenebilir (mi) sorularını düşünmeye başladım. Derin denizdeki basıncın soğuğun karanlığın, bedenlerinde meydana getirdiği sıra dışı değişimlerle derin deniz yaratıkları/devleri en büyük ilhamım oldu, feminist ve kuir politikalardan öğrendiğim bedenlerimiz üzerindeki tahakkümlere karşı bedensel dönüşümleri nasıl yarattığımıza benzerlikler bağlamında. Bu sorulara birlikte dalmak isteyeceğim sanatçı arkadaşlarımı sürece davet ettim.

“Yaşamsal Değer”

Özellikle vurgu yaptığın göçmen bedenler ile derin deniz canlıları ve “post-human” referanslar arasında kurduğun bağlantıdan biraz daha bahseder misin? 

Derin denizle göçmenlik kimliği bağlamında kurduğum ilişkinin odağında göçmenliğin özellikle neoliberal devletlerde iş gücü üzerinden tanımlanagelmiş olması var. Devletlerin göçmenleri iş gücü “değerli” ise kabul etmesi, çağırması, ondan yararlanması ve eğer canını kurtarmak için kaçıyorsan göçmenlik politikalarının çok daha sert, ayrımcı işlemesi söz konusu. Göçmenlik deneyimini derin deniz üzerinden düşündüğümde neoliberal değerden yaşamsal değere bir geçiş öneriyorum. Göçmenlik deneyimine dalmak da hiç beklemediğin yaşama yolları ve formları keşfetmekle ilgili. Gerçekten de göçmenlik içine dalınan bir deneyim. Buna karar verme boyutunda ve analitik seviyede konuşabiliriz ama gerçekte içinden geçiyorsunuz. Ben kendi deneyimimde gerçek anlamda dönüştüm ve o dalış tek başına karanlık ya da pembe değil. Tıpkı okyanusun “midnight zone/ geceyarısı kuşağı”, “twilight zone/ alacakaranlık kuşağı”, “abyss” diye adlandırılan bölgeleri olması gibi, göçmenliğinde böyle birçok aşaması var. Bazen çok hayatta, bazen çok nefessiz, bazen çok güçlü, bazen de yaşam damarların kesilmiş gibi hissettiğin anlar oluyor… Göçmenlik ile okyanusun derinliklerindeki yaşama deneyimi bana bu bağlamda yakın geliyor. Baskı altında olmak, rezistans, gel-git ve dalga hali benim dünyamda da birlikte hareket ediyor.

“Bürokratik Tanımlar”

İşin politik söyleminde derin deniz canlılarından ne öğrendiğimizi sorarsan; derin denizde karanlıktan, soğuktan, basınçtan dolayı canlıların formlarının değişmesinden göçmenlik deneyimine almak istediğimiz şey; size atfedilen bürokratik ve kimliksel tanımların dışına büyüyebilmek, alan kaplayabilmek, yavaşlayabilmek, benzeri olmayan/tanıdık gelmeyen yeni yaşamsallıklar oluşturabilmek. Göç deneyiminde bürokrasi seni belli kodlarla tanımlıyor ve seni bir bürokratik koda yerleştiriyor. Tanımlı olan limitlerden taşmak kolay değil. Yapılan bürokratik tanımlar ve çizilen sınırlar insanı çevreliyor. Yapmaya çalıştığım derin deniz canlılarının yaşamın tanımını genişlettiği gibi göçmen kimliğinin tanımlarını genişletmek, değer kodlarından taşabilmek, göç deneyimiyle açılan yeni yaşama alanlarının özgünlüğünün çeşitliliğinin altını çizebilmek. Performanstaki kompozisyonda da bu görülüyor; birbirimize bağlanıp, dayanışma ile birbirimize hareket alanları açmak ya da gerektiğinde birbirine eklemlenip tek fakat dev bir beden olarak hareket etmek…

75 dakikalık performans kapsamında çok yoğun bir bedensel çalışma süreci geçirdiğinizi tahmin ediyorum. Bu sürecin senin üzerinde nasıl etkileri oldu?

Yaşamsallığı insan odaklı düşünmemek, farklı canlılar üzerine meditasyon yaparak hareket örüntülerini anlamaya çalışmak, onları su kütlesini ya da ışığı nasıl algıladıklarını fiziksel olarak araştırmak dansçılar olarak benim, Melissa (Ugolini) ve Leyla’nın (Postalcıoğlu) sinir sisteminde fark yarattı. Stüdyoda yaptığımız dikey dalış çalışmalarında akciğerlerimizin kapasitesi arttı, omuz, kol ve sırt kaslarımız gelişti. Benim omurga nabzı dediğim, her bir hareketin omurgayı içerek şekilde yapılması her nefesin omurgada rezone etmesi gibi somatik önermelerin psikolojik yansımaları oldu. Dayanıklılığımız epey arttı. Bedenin içindeki suyla ve bir yaşam alanı olarak suyla çalışıyor olmanın, psikosomatik olarak derin bir temizlik etkisi yarattığını düşünüyorum altı haftanın sonunda.

İlginizi çekebilir:  Bir Başbalerin Evde Ne yapar?- ArtDogİstanbul Karantina Günlükleri-1

2022’de ilk kez HOPE Alkazar’da ön gösterimi yapılan, sonrasında çeşitli festivallerde yer alan ve şimdi de MUBI’de izlenebilen“Hepimiz için 9/8lik Bir Dövüş” filminin temelinde yer alan Rukeli Trollmann’ın hikâyesinde ve film kapsamında İstanbul’daki Roman mahallelerindeki deneyimlerinde de göçmen bedenler, meselenin odağında. Filmin hikayesinden ve bu bağlamdan bahseder misin?

Sanatçı olarak benim pratiğim görünmeyen katmanlarla, görünenin ötesinde var olanları duyumsamayla ve onunla ilişkilenmeye çalışmakla ilgili. 1930ların Nazi Almanyası’nda yaşamış, katledilmiş bir Sinti boksör olan Rukeli’nin hikâyesi ile HELLERAU’da (Dresden) bir konuk sanatçı programında tanışıp sonra dans ettiği için uğradığı ayrımcılıktan bir dansçı olarak çok etkilendim. Sonrasında da kendisinin izlerini yeni taşındığım Berlin’de sürdüm ve film ben Berlin’e göç ettiğim için ortaya çıkabilmiş oldu. Film Dresden, Berlin, İstanbul arasında geçiyor ve tamamen hareket odaklı bir hikâyesi var. Beden politikalarında farklı kimliklerin kendi adalet dövüşlerini nasıl yaptığıyla ve çoğumuzun bedenleri üzerinden bedel ödemek zorunda kalmasıyla ilgileniyor. Film “hepimizin dövüşü, hepimizin dansı” olabilir mi sorusuna dansla ve belgesel bir bakışla cevap oluşturuyor.

Rukeli şampiyon olmasına rağmen, görünürde ‘dans ederek boks yaptığı için’ ama aslında Sinti olduğu için; tekrar aynı maçı yapmaya zorlandığında ringe çıkarken kendisine dayatılmaya çalışılan aryan stereotipinin altını boşaltmak için saçlarını açıp, yüzünü unla bulayarak o dönem yapabileceği tek pasifist direnişi ortaya koyuyor ve sonrasında da hazin bir sona doğru gidiyor. Benim Türkiye’deki direniş pratiklerinden gelen bir sanatçı olarak Rukeli Trollmann’la tanışmam ve onun bedeniyle gerçekleştirdiği pasif direnişi ve sonrasında ödediği bedeli bu şekilde duyumsamam Almanya’da çok yankı buldu. Bir göçmenin, Almanya’da çok da bilinmeyen önemli bir tarihi figürü, onun bedenini, ödediği bedeli ve yeteneğini bu şekilde dansla ve beden politikalarının kesişimselliğinde, jenerasyonlar ve coğrafyalar arası bir şekilde onurlandırlandırması beklenmedikti bence.

Günümüzde bedenle kurduğumuz ilişkiyi -aynı zamanda bir eğitimci olarak- bugün bu ilişkiyi nasıl gözlemliyorsun? Hızla gelişen teknoloji ve dijital mecralarla birlikte daha özgür bir alana kavuştuğumuzu düşünenler var. Bunun yanı sıra eskiye göre çok katı bir ifade biçimi ve spekülatif bir alan oraya çıktığına dair bir değerlendirme de yapılabilir…

Bütün işlerim ya feminist ya kuir perspektifle yapılan çalışmalarken, bu işte ilk kez insan ötesi bir yere doğru gitmemin nedeni, insanın yıkıcılığına, yakıcılığıyla başa çıkamamak oldu. Yaşayabilmek için başka canlıların yaşama pratiklerine bakmaya, onlardan öğrenmeye çalışıyorum. Bedenimizle, birbirimizle, çevremizle kurduğumuz ilişki çok büyük bir anksiyete yaratıyor bende. Kendi adıma da sinir sistemi ve bedenle ilgili uzun yıllardır çalışarak sahip olduğum bilgi ve birikime rağmen eskisine nazaran daha fazla stres doluyum. Şu anda dünyada olan birçok şeyi aklım almıyor. Bir yandan da şu anda bedenlerimizin nasıl bir mucize, sinir sistemimizin de nasıl bir teknoloji olduğunu daha fazla dile getirmenin tam sırası… Birlikte ikamesi zor olan hisler yan yana içimde: hem çok çaresiz hem de çok donanımlı hissediyorum. Yapabileceğimiz çok şey olduğuna inanıyorum ve yapmaya çalışıyorum da…

“Halk Danslarında Direniş”

Halk dansları temeli olan ve MSGSÜ Devlet Konservatuarı Çağdaş Ana Sanat Dalı öncesinde Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim görmüş bir koreograf ve dansçı olarak, coğrafya, kültürel birikim ve çağdaş dans ilişkisini nasıl kuruyorsun? Az önce tek bir okyanustan, tek bir dünyadan bahsettin, diğer yandan, son işindeki performansı çok yerel bir referans ile bitiriyorsun… Dans, coğrafyadan nasıl besleniyor ve sonunda ortaya çıkan üretim kültürel birikimi nasıl etkiliyor sence?

İstanbul’da doğup büyümüş biri olarak kendi kültürünü seven, kültürüyle kendi içinde barışmaya çalışan biri olarak, coğrafyanın beden için zaman içinde çok gözenekleşmiş bir alan sunduğunu söyleyebilirim. O gözeneklerden doğru terliyoruz, ağlıyoruz, nefes alıyoruz, nefes veriyoruz. Beden ve coğrafya benim için iç içe ve bir arada. Halk dansları özeline gelecek olursak; ben halk danslarını politik bilinçle keşfetmiş bir insanım. Boğaziçi Üniversitesi’ne gelene kadar orta sınıf bir ortamda, Türkiye’deki kültürel çoğulcu birikimden bihaber olarak büyüdüm. Halk dansları ile tanıştığımda kültürel olarak körlük ve eksiklik içinde yetiştiğimi fark ettim. Dolayısıyla halk dansları ile dansa başlamasaydım dansçı olmayabilirdim. Bu açıdan kendimi çok şanslı hissediyorum. Halk danslarında bambaşka bedenlerin bir araya gelmesi; dansla müziğin birçok ak(say)an ritimde bir araya gelmesi, bu birliktelikteki kolektif ruh tamamen başka bir duyma ve dinleme biçimi öneriyor. Tabii ki halk danslarında bir direniş de var. Halk danslarındaki bu birliktelik, birliktelikte daha büyük bir kolektif bedenin parçası haline gelme, sorgulamadan birbirine değme, birlikte yaşama ve kolektif bir ifade olarak dans etme halinde çok öğrendim, öğreniyorum.

Son işim ABSYSEA-thru: ALIEN and ALIVEın “halay” formunda bitmesi de, hayatta daha çok alan kaplamak, birbirimize yer açmak ve dayanışma içinde olma bağlamında kültürel mirasımızdan bedenselleşmiş bir form ile öneride bulunmak istemem oldu. Derin deniz canlılarının maruz kaldıkları sıra dışı fiziksel koşullarda büyüyen, genişleyen bedensel formuna sosyolojik bağlamda baktığımda kendi kültürümde bedenlerin birbirine eklemlenerek oluşturduğu halayı genişletilmiş bir kolektif beden formu olarak okuyorum. Dolayısıyla halay sadece geldiğim yere selam çaktığım bir öneri değil, geleceğe bırakmak istediğim bir bedensel, kolektif bedenselleşmiş kültürel bir önerme. Ben geleceğe basit adımların bizi bir araya getirebilmesinin, en arkaik ifade alanları olan dans ve müziğin farklılıklarımızı kutladığımız birliktelikler yaratabilmesinin, yan yana gelmenin, omuz omuza dayanabilmenin, el ele kol kola girmenin eşsizliğinin kalmasını istiyorum… Benim fütüristik önermem bu… Çok da şiirsel geliyor bana açıkçası.

Previous Story

Türk-Japon Dostluğu “Rakugo”yla Kutlanacak

Next Story

9. Çanakkale Bienali Kapsamında Kamusal Alanda Sanat Çalıştayı

0 0,00
02_ArtDog_CD_Logo_RGB_Black

BÜLTEN

Türkiye ve dünyadan haftalık kültür-sanat haberleri, inceleme yazıları, sergiler ve etkinlikleri takip et.

Bülten aboneliğinde ArtDog Istanbul’un gizlilik sözleşmesini kabul etmiş olursunuz.