Yazar Aylin Sökmen’in ikinci romanı #EvdekiAlgoritma, Edisyon Kitap’tan çıktı. Bekarlara evlilik ve çocuk sahibi olma konularında yapılan toplum baskısını mizahı da ön plana çıkaran bir bakış açısıyla yorumlayan Sökmen, kitabında şehirli, orta sınıfa mensup bir kadının boşanma süreci ve alkol bağımlılığı ile mücadelesini işliyor. Yer yer gerçeküstü unsurlara yönelen roman, yalnızlığı ve bireyselleşmeyi irdeliyor. Sökmen, yazdığı bir öyküden ilhamla yarattığı romanı #EvdekiAlgoritma’yı ArtDogİstanbul okurları için anlattı.
#EvdekiAlgoritma’nın yazma sürecini anlatır mısınız? İlham nereden geldi? Nasıl bir mesaj vermek istediniz?
Daha evvel yazmış olduğum bir öykünün gelişebileceğini ve kısa bir romana evirilebileceğini düşünüyordum. O aralar aklımda olan başka temaları düşündüm ve çeşitli bağlantılar aklıma geldi. Zaten benim ilham dediğim şey, gündelik hayatın içinde sıradan gözüken birtakım şeylerin aniden parlayarak zihnimde farklı çağrışımlar yapması. Notlar almaya, yazmaya başladım. Açıkçası kitabın başına ve sonuna önceden karar verip bölüm bölüm taslak çıkarmadım. Yazma sürecinde kendiliğinden gelişen bir kitap oldu.
Kitabın yorumunu okura bırakmak isterim çünkü her okur belki kendinden bir şeyler bulacak, farklı yorumlayacaktır.
“Dünya değişiyordu, kadınlar değişiyordu ama bazı bakış açıları nedense bir türlü değişmiyordu. Tek başına olmasını yadırgamaları bir yana, kimilerinin gözünde çocuk doğurmazsa bir hiçti. Kendisine biçilen rolü kabullenmek istemese de bu ona sürekli hatırlatılıyordu.” Kitabın her cümlesinde hissedilen çocuk, evlilik gibi konulardaki toplum baskısı hakkında ne düşündüğünüzü dinlemek isterim.
Romanda genelde toplumsal sorun olarak gördüğüm öğelere odaklandığım için bu meseleyi ötekileştirilen birey açısından ele aldım. Yoksa herkes o yargılayıcı zihin yapısında diye bir iddiada bulunamam. Yine de dolayı yoldan yapılan baskılarla, manipülasyonlarla mücadele etmek daha zorlayıcı olabiliyor. Üstelik sistem ve iktidar mekanizmaları hâlâ bu yönde işliyor. Elbette herkesin değerleri, seçimleri, hayatında yaşadıkları ve zamanlaması farklı olabilir. Son yıllarda tıpkı body shaming, yani insanın dış görünüşünü eleştirerek bedeninden utandırma gibi, single shaming diye bir kavramdan da açıkça bahsediliyor. Yani bekâr olanların, özellikle de kadınların, seçimlerinin sorgulanması, evlilik ve çocuğun mutlaka yapılması gereken bir şey olduğunun varsayılması, dahası bunun bir statü olarak görülmesi ve bu yüzden insanların özel hayatları konusunda gereksiz sorulara ve yargılamalara maruz kalması. Bu bir tür psikolojik istismar esasında. Yardım etme amacıyla ve iyi niyetle de olsa, bazen tavsiyede bulunma gibi motivasyonlarla da yapılsa, tam da bu bahsettiğim kavramı açıklıyor. Bazı insanlar bunu çok umursamazken, ne yazık ki içselleştirilmiş birtakım değerler yüzünden kendini ötekileştirmiş olarak gören ve değersiz hissedenler oluyor. Bu sadece bizim ülkemizde değil, tüm dünyada, ama özellikle muhafazakârlığın ön plana çıktığı, kişiler arası sınırların bulanık olduğu kültürlerde farklı tezahürlerle kendini gösteriyor. Neyse ki bu tarz konularda insanlar gün geçtikçe daha bilinçleniyor.
Şehirli, orta sınıfa mensup bir kadının boşanma süreci, alkol bağımlılığı, toplumun çocuk baskısıyla mücadelesini anlattığınız roman, nokta atışı psikolojik çözümlemeler ile dolu. Bu kitap özelinde psikoloji okumaları yaptınız mı?
Oldum olası psikolojiye ilgi duyan biriyim. Bu kitap özelinde bir okuma yapmadım ama insanları gözlemlemek, bilmediğim konular hakkında okumak, insan psikolojisi hakkında araştırma yapmak neredeyse günlük hayatımın bir parçası.
Romandaki Serra kendisini sürekli sorgulayan bir karakter. Siz de karaktere yakın yaşlarda biri olarak yazarken kendinizi benzer konularda sorguladınız mı?
Roman yazarken, karakter yaratırken insan ister istemez kendini sorguluyor. Hatta olayları farklı bakış açılarından da görme imkânı oluyor. Benim zaten üzerine düşündüğüm ve çevremdeki insanların da sorguladığı, üzerine konuştuğumuz konulardı bunlar. Ancak anlatılmak istenen meselede roman karakterinin psikolojisi devreye girdiğinde ona sadık kalınması gerektiğini düşünüyorum. Yani romandaki karakterlerin görüşleri, yazarınkilerle birebir örtüşebilir de, örtüşmeyebilir de.
“Serra orada da anın tadını çıkaramıyordu çünkü yalnızlıktan şikâyet edip de yalnızlığını bırakamayanlardandı.” Yalnızlık kavramı hakkındaki düşüncelerinizi merak ediyorum.
Öncelikle yalnızlık ve tek başınalık kavramlarını ayırt etmek gerekiyor çünkü bazen ikisini dönüşümlü olarak kullanabiliyoruz. İnsan aynı anda hem tek başına hem yalnız olabilir ama her tek başına olma hali yalnız hissettirmeyebilir. Serra tek başınalığın içinde yer yer yalnızlık da hisseden bir karakter.
Yalnızlık, yani yalnız olma hali olumsuz olarak nitelendirebileceğimiz bir durum, üstelik bunu insanlar arasında da deneyimleyebiliriz. Duygusal bağ kuramama, anlaşılmadığını hissetme, ait olamama gibi. Tek başınalık ise sağlıklı bir durum. Çeşitli sebepleri olabilir tabii. Mevcut ilişkilerden yeterince tatmin olamama veya istismara maruz kalma gibi durumlarda kendini geri çekmek olabileceği gibi, bir süreliğine tek başına kalmak, zihinsel olarak dinlenmek, iç dünyayla irtibat içinde olma arzusu da bireyi tek başına vakit geçirmeye itebilir.
Kitaptaki, “Bağımlılık, bağ kuramamaktır” cümlesi dikkatimi çekti. Alkol bağımlılığı başta olmak üzere bağımlılık hakkında neler söylemek istersiniz?
Bağımlılığın en genel tanımı bize haz veren maddelerin veya davranışların dozunun gittikçe artarak kontrolden çıkması ve bu durumun hayatımızı olumsuz anlamda etkilemesi. Sadece alkol ve madde değil, internet, oyun, porno, seks, egzersiz, alışveriş, yemek, kumar, iş, hatta belirli nesnelere olan bağımlılık gibi çok çeşitli türünü sayabiliriz. Bağımlılığın tek bir sebebi yok. Birçok etkenin bir araya gelmesiyle oluşuyor çoğunlukla. Öncelikle genetik bir yatkınlıktan bahsedebiliriz ama her genetik yatkınlığı olan bağımlı olmuyor, tıpkı herkesin şeker hastası olmadığı gibi. Bağımlılık bir beyin hastalığı olarak kabul ediliyor, bu işin biyolojik boyutu. Sanıldığının aksine irade ile ilgisi yok. Beyindeki ödül mekanizmasının işleyişinin bozulması ve dopaminle bağlantılı.
Psikososyal boyutuna gelirsek, travmalar, duygularla baş edememe, boşluk duygusundan kurtulma arzusu gibi etkenler insanları bağımlılığa itebiliyor çünkü ilk başlarda geçici bir rahatlama sağlıyor. Ancak bağımlılık döngüsü bir kez başladığında zamanla tolerans gelişiyor, aynı etki elde edilemiyor. İnsanı hem fiziksel hem zihinsel olarak olumsuz yönde etkileyen ve ne yazık ki gittikçe de kötüleşen bir durum. Öte yandan, bağımlılık sadece bireysel değil, toplumsal bir sorun. Yaşadığımız çağdaki ilişkilenme biçimlerinin, sosyal izolasyonun, aile içi çatışmaların çok etkisi var, ayrıca toplumda ötekileştirilen bireylerde bağımlılığa daha sık rastlanıyor. Aidiyet duygusu çok önemli, doğduğumuz andan itibaren ihtiyaç duyduğumuz güvenlik hissi ve aidiyetin eksikliği insanları psikolojik olarak olumsuz etkiliyor. Damgalanma meselesinden de bahsetmek isterim çünkü aslında tam da kabul görme, anlaşılma, bir gruba veya yere ait hissetme, bağ kurma ihtiyacı içindeki bu bireyler, dışlandıkları zaman bağımlılık döngüsünden kurtulmaları daha zor oluyor.
Kitapta ayrılık-yas durumlarında kişilerin normal hayata dönmesine yardımcı olan gerçeküstü bir cihaza yer veriyorsunuz. Büyülü gerçekçilik akımından etkilendiniz mi?
Eleştirmenlere sormak daha doğru olur belki ama ben kitapta büyülü gerçekçilikten ziyade gerçeküstü unsurlar var diye düşünüyorum. En azından öyle yazmaya çalıştım diyelim. Bireyin bilinçdışına odaklanan, rüya-gerçek arası bölümler var. Büyülü gerçekçilikte ise, gerçekdışı unsurlar çoğunlukla romanın içinde tamamen gerçek olarak yansıtılıyor ve okur o dünyayı sorgusuz sualsiz kabulleniyor.
Yayımcılıkta kağıt krizi olduğu biliniyor. Kitabınızı yayımlayacak yayınevi bulma sürecinizde zorluk yaşadınız mı?
Evet maalesef. Kriz sebebiyle zaten meşakkatli olan yayınlatma süreci iyice zorlaştı. Kriz bir yana, zaten yıllardır bir sürü nitelikli yazar veya ilk kitaplarını bastırmak isteyen genç yazarlar adeta yayınevlerinin kapısında sırada bekliyor, görmezden geliniyor. Açıkçası bazen tam tersi olmalı diye düşünüyorum. Yayınevlerinin işletme dinamiklerini anlamakla beraber bu konuda biraz sitemliyim.
“Salt Okunur” adlı bir öykü kitabınız var. Öykü mü roman mı? Hangisini yazarken daha çok keyif alıyorsunuz?
İlk yazmaya başladığımda öykünün mizacıma daha uygun olduğunu düşünüyordum çünkü sabırsız biriyim. Ancak anlatmak istediğim bazı hikâyelerin kendiliğinden romana veya novellaya evrildiğini fark ettim. Sanırım hangisini tercih ettiğime dair bir seçim yapamıyorum ama öykü genelde daha kısa bir zaman diliminde yazıldığından bitirdiğinizde hissettiğiniz tatmine de daha çabuk ulaşıyorsunuz. Okura ulaşması da daha hızlı oluyor çünkü bir dergide yayınlatabilirsiniz. Roman çok daha fazla emek istiyor, süreklilik gerekiyor ama dönüp dolaşıp içinde kaybolacağınız bir metnin var olması, sürekli genişlemesinin ayrı bir zevki var.
2020’de yayımlanan “Kendinde Değil Gibisin” adlı romanınız için de söyleşi yapmıştık. Yeni bir kitap projeniz var mı?
Daha evvel dergilerde yayınlanmış öykülerimi kitaplaştırmak istiyorum. Tabii bunun için birkaç öykü daha yazmam gerekiyor. Roman olarak aklımda bir konu var ama henüz bir şey yazmadım, düşünme aşamasındayım.