Her ne kadar Hollywood popüler bir film endüstrisi olsa da sinemayı sanat bağlamında düşündüğümüzde akla ilk Avrupa yapımı filmler geliyor. Avrupa sineması, Fellini’den Bergman’a, Tarkovski’den Godard’a sinema tarihinin en büyük “auteur’’lerinden bazılarının doğduğu yer olmakla kalmıyor, aynı zamanda Alman Dışavurumculuk, İtalyan Yeni Gerçekçiliği, Fransız Yeni Dalgası veya Dogma 95 gibi büyük sinema akımlarının da ortaya çıktığı bir özelliğine sahip.
Sanatsal değer, yenilikçi düşünce ve teknik açısından ele alındığında Avrupa filmleri modern sinemanın yaratılmasında büyük rol oynamıştır. Alman dışavurumculuğun sürrealist imgeleri, İtalya’nın düşük bütçeli ve günlük hayatın güzelliği konulu filmleri, Fransızların sinematografi ve yüksek sanat anlayışlı yapıtları bunun en büyük kanıtı.
Fellini’den Tarkovsky’e, Kieślowski’den Bergman’a… Avrupa Sineması denince ilk akla gelen yönetmenlerin yaz aylarınıza eşlik edecek 10 kült filmini sizler için derledik.
400 Blows
Fransızca’da okulu kırmak anlamına gelen ve François Truffaut’un yönetmenliğini yaptığı 400 Blows filmi birçok alanda ödül alan ve dönemin toplumunu sert bir şekilde eleştiren bir film. Yönetmenin kendi çocukluk anılarından yola çıktığı yarı otobiyografik diyebileceğimiz filmin ana karakteri 12 yaşındaki Antoine’ı, Jean-Pierre Léaud canlandırıyor.
Antoine’ın yaşamı, ailesi tarafından görmezden gelinen ve okulda baskıya maruz kalan çocukların hayatına bir bakış sunuyor. Capernacum ve Loveless gibi birçok film bu zamana kadar görmezden gelinen bir çocuğun duygularını ele aldı fakat 400 Blows’daki umutsuzluk duygusunu bu derece tasvir edemedi. Filme dair en çok akılda kalan sahne ise son sahne: Antoine, koşuyor, koşuyor. Ta ki bütün yollar bitip, özgürlüğü simgeleyen denize ulaşana dek.
Three Colours Üçlemesi
Krzysztof Kieślowski’nin Three Colours üçlemesi, ismini Fransa bayrağının renklerinden almıştır. Üçleme boyunca, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik temaları insan ilişkileri üzerinden ele alınıyor.
Mavi, eşini kaybeden Julie’nin hayata dair yaşadığı sorgulayışı, yüzleşmeyi konu ediyor ve bireysel özgürleşmeyi sorguluyor. Beyaz, film boyunca aşağılanan Polonyalı Karol ile Fransız Dominique’nin boşanma davaları ile başlıyor. Kieslowski bu filmde, yeni dünya düzeninde eşitlik olgusunu karamsar bir bakış açısıyla inceliyor. Üçlemenin son filmi olan Kırmızı, genç ve güzel Valentine’in hayatının, yaşlı ve acı çekmiş bir yargıç ile kesişmesini kardeşlik kavramı üzerinden ele alıyor.
Üçlemenin ilk filmi olan ve başrolünü Juliette Binoche’nin üstlendiği Üç Renk: Mavi (Trois Couleurs: Bleu), 50. Venedik Film Festivali’nde “En İyi Film”, “En İyi Kadın Oyuncu” ve “En İyi Sinematografi” ödüllerini kazanmıştır.
The Stalker
Rus yapımı The Stalker filminin yönetmenliğini Andrei Tarkovsky üstleniyor. Uzak bir gelecekte, dünyaya düşen bir göktaşı sonrası Zone adında esrarengiz bir bölge oluşmuştur. Bir bilim adamı ve yazara, her köşesi tehlikelerle dolu bir alan olan Zone’a yolculuklarında eşlik eden Stalker, fedakar bir rehber konumunda.
The Stalker, dini felsefelerin ve modern bilimin harmanlarak arzular ve özgürlük kavramlarının ele alındığı ruhani bir film.
The Underground
1995 Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye‘ye layık görülen The Underground filminin yönetmenliğini Emir Kusturica üstleniyor. Yıllarca yer altında kalmaları için kandırılan bir grup insanı merkezine alan The Underground, güç arzusu ve savaşın dehşeti hakkında heyecan verici sosyo-politik bir yorum niteliğinde.
8½
8½, hikaye anlatıcılığıyla meşhur Federico Fellini’nin yönettiği 1963 yapımı İtalyan gerçeküstücü komedi-drama türünde bir film. Bu yapıt, bir bilimkurgu filmi çekmekle görevlendirildiği sırada ani bir ilham kriziyle mücadele eden ünlü İtalyan yönetmen Guido Anselmi’yi anlatıyor. Bir sanat eseri yaratma konusundaki yetersizliğiyle boğuşurken nostaljiye ve anılara yönelen ana karakter, film boyunca ilham ve teselli bulmaya çabalıyor.
Breathless
Fransız Yeni Dalga akımının ilk örneklerinden olan Breathless, filminin yönetmenliği Jean-Luc Godard üstleniyor. Serseri Michel, Marsilya’da bir araba çalar ve yolda bir polis öldürür. Daha sonrasında geldiği Paris’te yolu Patricia’yla kesişir.
Breathless bir film olarak duygusuz ve kendine hizmet eden gençlerin yaşam tarzını yansıtıyor. Michel, sürekli sigara içen, gösterişli diyaloglar kuran havalı ve ukala bir suçludur. Patricia ise mutluluğu arayan saygısız ve çekici bir suç ortağı. Film, tıpkı Godard gibi, otoriteyi ya da gelenekleri sevmeyen, Nihilist gençlerin klasik bir öyküsüdür.
Breathless’ı özel yapan karakterleri ya da konusu değil. Kamera açıları, renkleri, ani kesilen sahneleri ile bu film deneysel hatalarla donatılmış sempatik bir stile sahip.
Scenes from a Marriage
Drama denildiğine akla ilk gelen yönetmenlerden İsveçli Ingmar Bergman’ın Scenes from A Marriage isimli mini dizisi, altı saatlik bölümler boyunca, Marianne ile Johan’ın evliliklerinin parçalanışını konu alıyor. Basit bir konuya sahip film performansları ve karakter incelemeleri ile öne çıkıyor. Film aynı zamanda 2021 yılında Hagai Levi tarafından geliştirilerek başrollerini Jessica Chastain ve Oscar Isaac’in paylaştığı bir HBO dizisi olarak televizyona uyarlandı.
Bergman, çiftin mükemmel evlilikleri hakkında konuştukları ilk sahneden itibaren, varoluşun monotonluğu ve ideal aile kavramı ile alay ediyor. Film boyunca, idealizmin iskambil kağıdından bir ev gibi dağılıp çöküşünü izlemek sarsıcı fakat bir yandan da rahatlatıcı. Bu iki insanın birbirlerine kelimelerle saldırdıkları, her kelimenin delici bir kurşun gibi olduğu o yüzleşme sahnesi bile başlı başına bu filmi bu listeye koymaya değer.
Blow-Up
Michelangelo Antonioni‘nin yönettiği İngiliz-İtalyan ortak yapımı Blow-Up’ın başrollerinde David Hemmings, Vanessa Redgrave, Sarah Miles, John Castle ve Jane Birkin gibi isimler bulunuyor.
Zengin, kibirli ve dikkatsiz bir fotoğrafçının yanlışlıkla potansiyel bir cinayetin fotoğraflarını çekmesini anlatan Blow-Up, sanıldığının aksine bir gerilim filmi değil. İzleyici film süresince cinayete dair hiçbir şey öğrenemez. Konu da bu değildir zaten. Bu film, gerçeklik ve onun nasıl algılandığıyla ilgilenen, yaşam ve deneyimler arasındaki bağlantıyı düşündürmeyi amaçlayan bir yapıt.
The Discreet Charm of the Bourgeoisie
Sürrealist sinema akımının öncülerinden Luis Bunuel’in, otoriteyle, burjuvayla, orduyla ve din adamlarıyla alay eden en iyi sosyal komedilerinden birisi. Yönetmenin benzer konuları işleyen bir diğer filmi Exterminating Angel’da zengin, varlıklı, evden çıkamayan, kendilerinin bile anlayamadığı bir nedenle kapana kısılmış insanlar konu edilirken bu filmde akşam yemeklerini bir türlü yiyemeyen altı üst sınıf bürokrat ve aileleri anlatılıyor.
The Discreet Charm of the Bourgeoisie, her bölümün akşam yemeği planlarıyla başladığı, ancak sonunda bir olayın buna izin vermediği, üst sınıf davranışları üzerine alaycı bir film. Yoksulların elitler tarafından küçümsenmesi, sapkın cinsel davranışlar, şüpheli bir ahlaka sahipken gururlu bir imaj yaratma çabası. Bu filmde zengin burjuvaları koruyan ordu, polis ve bakanlar bile tiye alınıyor.
Dogtooth
Seçkinin son filmi olan Dogtooth, Yorgos Lanthiamos’un 2009 yapımlı filmidir. Lanthiamos, son zamanlarda adını sıkça duyduğumuz ve başrölünde oynayan Emma Stone’a Oscar’da en iyi kadın oyuncu ödülünü kazandıran Poor Things filminin de yönetmeni. Bu listedeki diğer filmlere göre çok daha yeni bir yapım olsa da film sonrası yarattığı etki ile Dogtooth bir başyapıt niteliğinde ve zamanla kült filmler listesinde sıkça karşımıza çıkacak.
Film, 3 çocuğunu dış dünyaya kapalı yetiştiren diktatör bir babanın ve bu duruma tepkisiz kalan bir annenin dış dünyayı manipüle etmelerini konu ediyor. Yorgos bu filmle sadece bir kara komedi yapmakla kalmıyor aynı zamanda otorite ve disiplinin didaktik yanlarıyla alay ediyor. Ebeveyn davranışlarına dair kabul görmüş fikirleri sorgulatan film, kapitalizme karşı da gönderme yapıyor.
Otoriter bir toplumda yaşamı merkezine alan Dogtooth yapıtında, abartı ve monotonluk teknikleri kullanılıyor. Filmdeki ebeveynler, politikacılar ve din adamları da dahil olmak üzere her türlü yüksek gücü temsil ediyor. Bu filmde her şey, fazlasıyla prova edilmiş ve insana ait incelikli duygulardan yoksun. Her şey bir görev niteliğinde yapılıyor ve robotik bir hisse sahip. Yapımda bir arka plan müziği kullanılmayışı, duygusal şiddetin sesini daha da ön plana çıkarıyor.