Ryan Gander İstanbul’da Politik Çağdaş Sanat “Tek Kelimeyle Şaka” - ArtDog Istanbul
“How much is a lot?”, 2025 Sanatçının çocuklarının sorduğu soru siyah bir balon üzerine yazılmış. Fotoğraf: Royal Academy of Arts; Jessica Webb, Boyutlar: 3000 x 3000 x 3000 mm

Ryan Gander İstanbul’da Politik Çağdaş Sanat “Tek Kelimeyle Şaka”

Ryan Gander: “Hayır, ben bu Instagram saçmalığını istemiyorum. Bu parlak, gürültülü, ışıltılı dev heykelleri istemiyorum. Simli tek boynuzlu at tabloları istemiyorum. Ben bir sanat eserini görmek, onunla uzun zaman geçirmek ve onunla derin bir düzeyde ilişki kurmak istiyorum” demek… Sanat dünyasında yapılabilecek en büyük politik eylem budur. Esas siyasal bir devrimden bahsedilecekse bu ancak bireylerin dikkatini kontrol etmesi ve “bunu istemiyorum” demesiyle olur. Derin bir şekilde bir sanat eseriyle ilgilenmek en büyük politik ifadedir.

///

İstanbul’da sergi fikri nasıl doğdu?

Murat Pilevneli bana ulaştı ve işimle gerçekten ilgilendiğini, uzun zamandır takip ettiğini söyledi. Ben o sırada İspanya’da Helga de Alvear Müzesi’nde açılacak Grunts, hoots, whimpers, barks and screams adlı retrospektif sergim için oradaydım. Açılıştan bir gün önce yemek yedik, sohbet ettik. Bana sergi yapıp yapmak isteyip istemediğimi sordu. Daha önce Türkiye’de hiç sergi açmamıştım hatta hiç gitmemiştim bu yüzden kesinlikle “evet” dedim. Dünya büyük bir yer, pek çok müze koleksiyonunda yer alsam da, çoğu insan beni tanımıyor; bu yüzden yapabildiğim kadar çok sergi yapmak beni mutlu ediyor.

Türkiye hakkında herhangi bir izleniminiz var mı?

Ne bekleyeceğimi bilmiyorum. Herkes harika olduğunu söylüyor—göreceğiz.

İfade özgürlüğü açısından zor bir dönemden geçiyoruz.

Bu oldukça evrensel. Şu anda her yerde böyle.

Pandemiden sonra aklımız başımıza gelir sandık, ama her zamankinden daha ilkel görünüyoruz.
Daha sofistike olacağımızı ve açgözlülük ile biriktirme saplantımızdan ders alacağımızı düşünmüştüm. Ama ne zamanın ne de dikkatimizi nereye vereceğimizi, odaklanmanın değerini öğrenmedik—hatta ikisini her zamankinden çok daha boşa harcıyoruz.

Animatronik teknolojiyi kullanıyorsunuz değil mi; cansız nesnelere hayat veriyorsunuz?
Benim hayvanlarım ve masallarım; bunlar düşüncelerimi tam sorumluluk üstlenmeden ifade etmeme izin veriyor. Heykeller yapıyorum, hayvan heykelleri, onlara can veriyorum, ses veriyorum. Söylemek istediklerimi onlar yoluyla söylüyorum. Böylece insanlar normalde ben söylesem dinlemeyecekleri şeyleri dinliyorlar. İzleyiciler bu heykellere bir tür empati, özen ve koruma duygusuyla yaklaşıyor; deneyimi onlara yaşatan nesneye veya karşı, bir tür besleme, sahiplenme hissi hissediyorlar. Bende o sırada onların duygu ve düşüncelerini kontrol ediyorum. Aslında yaptığım şey bu. İzleyiciler empati ve dikkatle yaklaşıyor ve ben onların deneyimlerini psikolojik olarak şekillendirebiliyorum.

Bu işe yarıyor yani?
Bazen işe yarıyor.

The Triology adlı animatronik fare heykelleriniz en son Venedik Bienali sırasında Palazzo Grassi ve Punta della Dogana’da sergilendi ve çok konuşuldu. (Duvarı delip çıkan üç adet minik fare heykelciği minik bir çocuk sesiyle sanatçının yazdığı, felsefi monoloğu aktarıyorlar.)

Dünya çapında milyonlarca insan onları gördü. Ama fareleri sonsuza kadar üretemem. Sanat, denemek, hata yapmak, öğrenmek ve sınırları zorlamakla ilgilidir; sadece aynı şeyi tekrar etmekle değil.

Bu farelerden birinin sesi kızınıza ait değil mi?

Evet, ortanca kızım Penelope artık 12 yaşında. Üç çocuğumla da farklı şekillerde çalışıyorum.

İstanbul serginizde sokak kedisi heykelleri olacak değil mi? İstanbul Bienali’nin teması olan “Üç Ayaklı Kedi” ile bağlantısı var mı bunların?

Hayır bilmiyordum, yeni öğrendim… Yani, 15 yıldır kedilerle çalışıyorum; kediyi bir tür sembolik ikon, bir işaret olarak, bir ikonografi olarak ele alıyorum. Çok farklı formlar kullandım. Mesela, Meksiko City Hayvanat Bahçesi’nde aslan heykelleri yaptım. Kedi yavrularına dair sergiler gerçekleştirdim; galerilerde, mekânda oynayabileceğiniz yavru kedilerle dolu alanlar kurdum. Animatronik uyuyan kedilerden heykeller yaptım. Bu sergi için yaptığım kediler ise mermerden. Yani mermer kesitlerden oluşuyorlar.

“Sürekli İşleyen İkilikler”

İstanbul’da sergilenecek kediler hangi derdi anlatıyor peki?

Buradaki mesele aslında bir sokak kedisinden ibaret değil; mesele toplumsal benlik, modernite kolektiflik ve tekillik üzerine… Tabii bir sokak kedisini galerinin içine alırsanız, bu kamu ve özel alan, içerdekiler ve dışarıdakiler sorunsalına dair sessiz bir söylem sunar. Ve işte tam burada, sanat dünyasının elitist, kapalı ve seçici yapısı devreye giriyor; çoğu zaman kapsayıcı ve davetkar olmayan. Müzeler her ne kadar kamuya açık olsalar da, sanatı pek bilmeyen insanları içeriye çekmekte çaba göstermiuor. Bu yüzden, dünyanın büyük bir kısmı çağdaş sanatı düşündüğünde kendini aptal hissetmekten kurtulamıyor. Halbuki bana kalırsa her insan yaratıcı ve her insanın nesneleri, sanat eserlerini özgürce yorumlama hakkı vardır.
Benim gözlemlerim, eleştiri değil; uzun süredir fark ettiğim bir durumun ifadesi. Hayatımda, çevremde ve gördüğüm dünyada bu ‘ikilikler’ sürekli olarak var. Özellikle sanat dünyasında, ama aslında tüm toplumda. Kamu ve özel alan ikiliği, içerideki ve dışarıdaki ayrımı, davet edilen ve edilmeyen, yabancı ve tanıdık ayrımı… Bunlar sürekli işleyen ikilikler.

Bir örnek verelim ikiliklere?

Londra’da gözlemlediğim bir başka durum mesela; neredeyse farklı bir insan sınıfının varlığı. Sokakta gezerken, evsizleri ve yoksulları ikinci sınıf vatandaş gibi gören bir toplumu fark ediyorsunuz. Onlar çoğu zaman insan olarak bile görülmüyor; ruhu paramparça eden bir ayrım bu. Temiz ve kirli arasında bir sınır var, ve bu sınır bir şekilde sanatımda da kendini gösteriyor. Sokak kedisiyle ev kedisi arasında ki fark gibi.

Siz önyargıyı bizzat kendi hayatınızda mı hissediyorsunuz?

Önyargıyı biraz anlıyorum; örneğin insanlar tekerlekli sandalye kullandığım için kim olduğum ve neler yapabileceğim konusunda hızlıca yargılarda bulunuyor. Beni eksik görüyorlar, acıma hissine kapılıyorlar, yeteneklerimi küçümsüyorlar. Erkek olduğumu, çocuklarım olduğunu akıllarından bile geçirmiyorlar, güçsüz ve minik bedende hapis biri olarak görüyorlar beni. İşte bu yüzden, sokak kedisi fikri bana çok şey söylüyor.

Evsiz ve bağımsız bir kedi, şehri kendi başına yaşayan bir kedi… Modern dünyanın simgesi. Kedilerin çoğulcu ve çok anlamlı bir sembol olmaları ilgimi çekiyor. Kültürden kültüre değişiyor yorumları: Mısır’da bereket, Tokyo’da sevimlilik, siyah kedi bazı kültürlerde uğurlu, bazı kültürlerde uğursuz. Sanat da öyle olmalı: İnsanları içine çeken, merak uyandıran, düşündüren, yüzlerce anlam katmanı sunan. Tek bir anlamı yok; herkes için aynıysa, artık sanat değil, sadece iletişimdir. Sanat, belirsizlik, çok anlamlılık ve yorum özgürlüğüdür. İzleyicilerin farklı, yorumları ne kadar çoksa, eser o kadar canlı ve heyecan verici olur.

İyi sanat nedir sizce?

İyi sanat insanı yakalar, merak uyandırır, baştan çıkarır. Sanat, insanı onunla ilgilenmeye, başa çıkmaya zorlamalı. İnsan, sanatla etkileşime girmek zorunda olduğunu hissetmeli. Ama aynı zamanda sanatın birden çok, yüzlerce farklı yorumu olabilir. Yani bir sanat eserinin tek, sabit bir anlamı yoktur. Çünkü düşünürsek, eğer bir sanat eserinin anlamı herkes için aynıysa, o artık sanat değildir, sadece iletişimdir. Neden insanlara doğrudan söylemiyorsunuz ki? Eğer bir mesajınızda hiçbir belirsizlik yoksa ve herkesin aynı şeyi düşünmesini istiyorsanız, sanata gerek yoktur; bu, sanat değildir. Sanatın rolü aslında yanlış iletişimdir, belirsizliktir ve insanlara şeyleri istedikleri şekilde yorumlama yeteneği vermektir. Ben yorumları çok severim. Ziyaretçiler tarafından yapılan yorumları biriktiririm: ne kadar çeşitli ve çılgınca olursa o kadar iyi diye düşünürüm.

“Biz İnsanlar Beceremedik”

Kişisel bir sorum olacak. Hayvanlara bir anlamda hayranlık besliyor olabilir misiniz?

Hayvanlarla insanlar arasındaki ayrım, farklar, çarpışmalar ve aradaki boşluklar beni çok etkiliyor. Hayvanlar uzun bir süredir yok etmeden bu dünyada yaşamayı, sürdürebiliyorlar; biz insanlar beceremedik. İnsanla hayvanı karşılaştırdığınızda gördüğünüz bu uçurum, düşündüklerimizin bir ürünü, aklın bir ürünü. Genellikle akıl ve zekayı olumlu bir şey olarak kabul ediyoruz ama bu her zaman olumlu bir şey değil.

Ayrıca çok ilgilendiğim bir konu var: Çocuklarımdan biri otistik. Bu fikir beni çok ilgilendiriyor; yani bu “nörotipik” dediğimiz, bizim nörotipik özelliklerimiz aslında bir bakıma insanlığın hastalığı gibi olabilir. Çünkü nörotipiklik, dünyayı sayılarla düzenlemeye bağlı; insanlık tarafından sayıların icadını düşündüğünüzde, Kronos akla geliyor. Saatleri icat ettik; zaman yok, sadece saatler var ve biz onları icat ettik. Saatler, hayatımızın sonunu hatırlatan bir şekilde geri saymak için kullanılıyor, bu bizim için iyi değil. Sayılar aynı zamanda birikimi saymak için de kullanılıyor; bu da hızlandırılmış kapitalizmi düşündürüyor ve nihayetinde gezegenin sonuna götürüyor. Nörotipik ya da standart bir zihniyete karşılık, nöroçeşitlilikleri düşündüğümde, aslında bunun bir süper güç veya bir yetenek olduğunu görüyorum. Gördüğümüz bazı nöroçeşitliliklere sahip insanlarda bir tür hediye, bir güç var.

Bu bağlamda sizce nöroçeşitlilik tam olarak nedir?

Nörolojik farklılıkların bir spektrumu. İnsanlar tüm hayvanlara, tüm doğaya hükmedeceklerini düşünüyorlar.

Birden fazla sokak köpeği ile hayatımı paylaşıyorum benim izlenimim insanlardan çok daha adil oldukları.

The Magpie’s Tale (Life’s a bite) adlı eserde, açgözlülük hakkında yazdığım bir fabl okunuyor. Bir ahlak dersi gibi yazılmış bir hikâye. İngiltere’de saksağan cinsi kuşlar üzerine çok batıl inanç vardır. Bu sergimde saksağan modern görünümlü bir ofisin tavanına yerleştirilmiş. Tavan, kapitalizmin bir sembolü. Odada hiçbir şey yok, büyük boş bir oda. Tavanın bir karosu çıkmış ve içinde saksağan var. İngiliz kültüründe parlak şeyleri çalmasıyla da ilişkilendirilen bir kuştur saksagan. Bu yüzden kapitalist bir oyun da var işin içinde. Bu İstanbul sergimde ki eserlerden biri. Diğeri “The Stone Cats – Public / Private serisi” 25 adet kediden oluşan yerleştirmem. Önemli olan, bunların heykel değil, yerleştirme olması. Çünkü sayıca izleyiciden fazla olmaları, izleyicilerin etrafını çevrelemiş gibi hissettirmeleri önemli. Yani, bu sergide izleyici davetsiz ve istenmeyen, çoğunluk olan kedilerin gücü ön plana çıkıyor. Kedilerin yarısı dinleniyor, yarısı galeriyi geziyor, her yerdeler; tuvalet, merdiven, koridor, masada… her yerdeler. Heykel değil, neredeyse bir anlatının fotoğraf anları gibi gösteriliyorlar.

Only a matter of time, 2020 “Me, My Selfie and I with Ryan Gander” bir saatlik BBC’de yayımlanan bir belgesel.
©️ Ryan Gander; Courtesy the artist.

Bir de tablolarınız var?

Çok fazla resim yapmam, bu yüzden benim için büyük bir şey. Bence çok ilginçler, yoksa yapmazdım. Bu tablolar dekoratif amaçlı değil, kavramsal işler. Film üzerine çizilmiş ve sonra çok büyük boy boyanmış kelimeler. Fotoğraflar üzerine kazınmış. Babam seyahat ederken bunu yapardı; yer adını kazır, slayt gösterisinde başlık olarak kullanırdı. Neden kavramsal derseniz geleneksel anlamda tablo deyince bir resim bulmayı bekleriz. Ama burada resim yok, bilgi var. Her izleyici kendi tablosunu hayal ediyor. Bunlar peyzaj tabloları, yer adları var: Washington DC, İstanbul, Chester… Herkes kendi hayal gücüne göre resmi oluşturucak. Bu, ayrıcalık, zaman ve dikkatle de ilgili. Para, büyük bir ayrıcalık sağlar insana, para olduğunda boş zamanın olur, yoksa hayatta kalmak için tüm zamanını para kazanmakla geçirirsin. Seyahat ve deneyim, büyük bir ayrıcalıktır.

Evet, parasızlık hareketsizlik getiriyor değil mi?

Evet bu yüzden bu yer tabloları benim için çok önemli, çünkü ekonomik bir ayrım da var. İnsanlar bir yere seyahat edebiliyor, deneyimleyebiliyor, bazıları ise deneyimleyemiyor. Kazıdığım kelimeleri görerek hayal edecekleri tablolar da deneyimlerine göre farklı olacak.

Ve tabii bir sivrisinek var bu sergide değil mi?

Sivrisinek, insanlar tarafından nefret edilen, hastalık yayan, zarar veren hayvan. Bir istatistik okudum, tam olarak doğru mu değil mi bilemem ama sıtma ve başka sebepler yüzünden en çok insan öldüren hayvan sivrisinekmiş. İnsanların en büyük düşmanı, sayıca en büyük ama boyut olarak en küçük avcı. Yerdeki kitapların üstünde bir sivrisinek heykeli var. Masadaki kitapların üstünde. Sergi boyunca sürekli ölüyor, yarı canlı, hareket ediyor. Sergi bitince güç kapatılıyor. Ben ona yaşam veriyorum ama biten bir yaşam. Her sergide bir tane koyuyorum, gizli bir imza gibi oldu bu sivrisinekler.

“Kimlik Üzerinden Sanat Narsist ve Bencil”

Son soru. Aklınızı başından alan bir sanat eseri var mı?

Şu an yapılan çağdaş sanatı beğenmiyorum. Çok öngörülebilir ve hiç ilham verici değil. İşlerin çoğu kimlik ve politika üzerine. Ben evrensel sanatla ilgileniyorum, herkesin anlayabildiği. Kimlik üzerinden sanat bence narsist ve bencil. Politikayla ve kimlik meseleleriyle ilgilenmeyen insanlar — sanat yapmayı, sanat üzerine yazmayı, sanat küratörlüğü yapmayı bırakacak. Ve sanat artık sanat olmaktan çıkacak, sadece benliğin metalaşmasına dönüşecek. İnsanlar kimliklerini kullanıyor gibiler. Artık biyografi, yapılan sanat eserinden çok daha önemli hale geldi ve bu benim için kesinlikle kabul edilemez bir şey. Artık gittiğim hiçbir sergi beklentiyi aşmıyor, hiçbir şey öğrenmiyorum. Umarım çağdaş sanat insanların egoları değil dil, yaratıcılık ve semiotik üzerine geri döner.

“Politik Çağdaş Sanat Tek Kelimeyle Bir Şaka”

Yaklaşık bir saattir konuşuyoruz mecburen başka soru soramayacağım eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Aslında klişe olmadan anlaşılmasını çok isterim. Sanat çok önemli, insanlara hayatta olduklarını hissettiriyor, onları motive ediyor. Hatta kendine güvenleri atıyor. Sanata önem vermeliyiz. Zamanımızın çoğunluğunu saçma sapan şeylere harcıyoruz. Çok boş zaman harcıyoruz, ama bir galeriye gitmek, sanatı anlamaya çalışmak gibi önemli şeylerle çok az besleniyoruz. Sanırım ben hâlâ bu yüzden sanat yapıyorum, hâlâ sanata dair sevgim ve umudum var. Politik çağdaş sanat bence tek kelimeyle bir şaka. Çağdaş sanatta politikanın revaçta olması beni gerçekten şaşırtıyor, Klişeleşmiş politik sloganlar ve yanmış bayraklarla yapılan sanat hiç ilgi çekici değil. Asıl ‘politik’ devrim, insanların kendi dikkatleri ve eylemleri üzerindeki kontrolü yeniden ele alması olurdu. “Hayır, ben bu Instagram saçmalığını istemiyorum. Bu parlak, gürültülü, ışıltılı dev heykelleri istemiyorum. Simli tek boynuzlu at tabloları istemiyorum. Ben bir sanat eserini görmek, onunla uzun zaman geçirmek ve onunla derin bir düzeyde ilişki kurmak istiyorum.” demek olurdu. Sanat dünyasında yapılabilecek en büyük politik eylem budur. Esas siyasal bir devrimden bahsedilecekse bu ancak bireylerin dikkatini kontrol etmesi ve “bunu istemiyorum” demesiyle olur.

Bireysel anlamda mı?

Kolektif olarak da. Çağdaş sanat dünyasının tamamı politikayla takıntılı ama sanatın esas politik meselesi olan “dikkat” sorunuyla — yani sanatın asıl para birimiyle — kimse ilgilenmiyor. Bu bana çok garip geliyor. Kimsenin bunu düşünmemiş olması çılgınlık gibi.

Peki bu neden sizce?

Politik sanat yada kimlik üzerine olmadıkça sanat para etmiyor da ondan. Sanki Jerry Springer Show sanat dünyasına girmiş gibi. Sanatta her zaman politika ve kimlik olmuştur ama sağlıklı bir oranda, genellikle sofistike ve ilginç biçimlerde, eserin kendisi önemli olacak şekilde işlenmiştir. O konular içeriğin ya da konunun parçası olurdu. Ama şu anda işler tersine dönmüş durumda — konu ve içerik, sanatsal biçimin önüne geçmiş. Asıl sorun da bu.

“Dünya Hiç Bu Kadar İyi Olmamıştı”

Geçen gün bir dostuma “Şu anda yaşamak için çok kötü bir zaman,” dedim. Katılır mısın? Yoksa fazla mı karamsarım?

Hayır, bence aslında yaşamak için en iyi zaman.

Gerçekten mi?

Evet, bence öyle. Dünya hiç bu kadar iyi olmamıştı ama aynı zamanda yaklaşan bir son hissiyle doluyuz. Bu da her şeyin üzerine bir gölge düşürüyor. Çok nostaljik ve karamsar bir dönemdeyiz. Yüzyıldır gezegeni öldürdüğümüzü biliyoruz. Elli yıldır dünyanın sona ereceğini ve bunu muhtemelen düzeltemeyeceğimizi biliyoruz. Şimdi öyle bir yerdeyiz ki, dünya birçok açıdan parçalanmış durumda. Ama bu bir zihniyet meselesi. Kontrol bizde. Herkes sürekli özgürlükten bahsediyor ama elimizdeki özgürlüğü kullanmıyoruz. Hislerimizi kontrol etme özgürlüğümüz var. Bence esas nokta kendimize “Her şey yoluna girecek,” demek. Eğer dünya sona erecekse insanlar tamamen yok olacaksa bunun hiçbir kötü tarafı yok hatta bu çok iyi bir şey. Sonuçta hiçbir şey sonsuza kadar sürmeyecek. Hepimiz öleceğiz. Hiçbir şey kalıcı değil.

*Ryan Gander -Pussies and Places, 13 Aralık’a kadar Pilevneli’de.

Previous Story

Mardin’de MAYA Birlikte Üretmek

0 0,00