Kıbrıslı sanatçı Emin Çizenel, yalnızca tuvalde değil, kelimelerde de yaşadıklarının izini süren bir tanık. İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nden savaşın ve göçün ortasına, Rum evlerinden rehabilitasyon kamplarına uzanan sohbetimizde, bir sanatçının kişisel belleğiyle ülkesinin kırılgan tarihini nasıl iç içe geçirdiğine tanıklık ediyoruz. Çizenel, Kıbrıs Türk kimliğinin taşıdığı özgün dili, kültürel rengi ve duyarlılığıyla bastırılmış bir hafızayı yeniden görünür kılarken, sanatın hem ifade hem iyileşme hem de direnme biçimi olduğunu hatırlatıyor. “Ne yaşadıysam onu resmettim,” diyen Çizenel’in anlatısı, sadece bireysel değil, kolektif bir geçmişin sanata dönüşmüş hikâyesi. Emin Çizenel’le o hikâyesini konuştuk.
Emin Bey mesele şu; Kıbrıs’ın kendine has kültürel dokusunu, önemini anlamakta çok geciktiğimizi düşünüyorum; tamamen bir yazar çizer sorumluluğu ile bu yüzden konuyu elimden geldiğince ele almak istedim naçizane. Sizden öğrenilecek de çok şey olduğunu düşünüyorum.
Estağfurullah. Ama böyle bir niyet benim çok hoşuma gitti. Yani bu ada artık çok göz önünde. Çok kenarda bir ada değil. Türkiye’nin ya da dünyanın çok uzağında kalmış değil. Tam tersine, Akdeniz’in orta yerinde kaynayan bir ada. Bu adada, senelerdir sanat da yapılıyor, tartışılıyor. Hem İstanbul üstünden hem de daha başka ülkelerle bir paslaşması var.
Babam denizciydi. Ben küçükken en az 2 kere Kıbrıs’a geldiğimizi hatırlıyorum. Arkadaşlarıyla buraları sevdiğini ve kültürel anlamda önem verdiğini biliyorum. Çok okuyan bir insandı; etrafı entelektüel yazarlar, sanatçılarla çevriliydi. Kıbrıs’a ilgisi beni hep düşündürmüştür bu yüzden. Küçükken geldiğim Kıbrıs’ta gezdiğim Barbarlık Müzesi’ni hatırlıyorum. Her neyse aradan geçen yıllar içinde ne oldu bilmiyorum çok uzun bir süre Kıbrıs’ı unutmuşuz. Geçen aylarda buraya geldiğimde, küçük ama nitelikli bir çağdaş sanat dünyası, sadece kültür ve sanata adanmış bir üniversite buldum. Ama havaalanına iner inmez her yerde casino billboardları, konseri olan sıkıcı magazin figürlerinin posterleri sarmalıyor insanları. Türkiye’de ise ne zaman bahsi geçse bir mafya egemenliğinden bahsedilir oldu. Kıbrıs bu değil; bu görünen hiç değil. Babamın sevdiği Kıbrıs’ta şüphesiz bu değildi.
O zamanın askerleri sanatla çok yakından ilgiliydi. Ben bunu gördüm. Akademide öğrenciyken gördüm. Zaten Türk resminin geleneğinde biliyorsunuz, asker ressamların önemli yeri var.
Bu adada bir şeyler var, kendine ait bir şey var. Bunu nasıl çözeceğiz? Sizlere Türkçe konuşan Kıbrıslı mı demeliyim?
Şimdi bir defa, en basit tanımlaması ile, burada, anakarada yaşayan Türk insanlar ya da Türkiye insanları, ama adına Türk dediğimiz insanlarla buradaki Türkler iki farklı renk gibi görünüyor. Bunu önce kabul etmek gerekir. Bu küçücük adada yaşayan Türkler, adalı karakteristiği, katmanlaşmış farklı kültürlerin etkileri ile oluşan farklı rengiyle, davranış biçimi, mizah anlayışı ve yeme içme kültürüyle var olmaktalar… İngiliz koloni döneminin tertiplenilmiş haliyle, batıya daha yakın yaşam kültürü ile, farklı renkte Kıbrıslı bir Türk toplumu. Başka dillerden de etki almış bir lehçe ile ama çok öztürkçe kelimelerle ifade bulan bir ağız. Yani Türkçeyi, eski Türkçe kökenleri olan kelimelerle, vurguların değişik olduğu bir Türkçe kullanıyoruz. Şimdi buradaki konuşmalarına dikkat ederseniz çok eski öz Türkçe sözcükler var. Türkiye’de Fransızca sözcükler ya da İngilizce sözcükler Türk diline girerken biz İngiliz sömürge altında iken bile İngilizce sözcükler yerine öz Türkçe kelimeler kullanmışız.
Örnek verseniz…
Viraj dersiniz değil mi?
Evet. Siz ne dersiniz?
Biz ona ne deriz biliyor musunuz? Büküm. Tamamen öz Türkçe. Siz balon diyorsunuz. Biz ona ne deriz biliyor musunuz? Şişirgen. Bisikletin pedalına, pedal diyorsunuz değil mi? Biz ona ayakça deriz. Evet. Direksiyon dersiniz ya siz. Biz ona dümen deriz.
Ve daha binlerce böyle kelime. Biz bunlarla büyüdük.
Peki bu öz Türkçe neden? Acaba İngilizlerin sömürüsünden korunmak için mi?
Tabii yani bu çok derin bir psikoloji. Yani onu korumak. Dedem ilkokul öğretmeniydi. Ve ilkokula başlamadan dedemin tayin olduğu köye ben de birlikte onlarla gitmiştim. Bana matemetik temelim sağlam olsun diye kerrat cetvelini öğretecekti. Gittiğim küçük köyde. Okulumuzda“Yaşa Kraliçemiz” marşı ile sabaha başlıyorduk. “Yaşa Kraliçemiz” ama Türkçe. Kaselerde süt dağıtılırdı. Aplike oldukça ağır bir İngiliz bayrağı vardı onu çekerdik bayrak direğine. Ama Dedem birinci dersten sonra onu yavaşça indirirdi. Türk bayrağını çekerdik yerine. Ben o günleri yaşadım.
Ben de bunları öğrenmek istiyorum zaten, çok merak ediyorum…
İngilizler döneminde silah yasak, çakı bile yasaktı. Dağlardaki ağaçları, bitkileri, keçilere kemirtmek yasaktı. Hem de ne yasak. Cezaları var. Bunlara bakan Kır bekçileri var. Tertiplenmiş bir yaşam dediğim işte o. Bunlarla beraber bu adanın halkı, yani “ahalisi” birlikte yaşıyordu. Yukarıda vali var, İngiliz valisi. Yüksek bürokrat Türkler de var. Yani benim tanıdığım öyle insanlar vardı. Daha 10 sene öncesine kadar İngiliz Türkler vardı burada.
İngiliz Türkler mi?
Böyle beyaz takım elbiseleri, kalın şapkaları vardı. Köstekli saatler, yelek. Ladyler, şapkalı ladyler. Bunlar Türk. İngilizce konuşan o dönemde yüksek memur olan Türkler. Bunlar İngiliz idaresinin yüksek bürokratları. Son kalan bu küçük azınlığı ben de tanıma fırsatı buldum. Bunların partilerine katıldım bir defa. Mimar Ahmet Bahattin’in evinde. Böyle bir sosyete vardı. İngiliz gibi yaşayan yani lord seviyesinde yaşayan Türkler. Ben bunları da gördüm. Yani bu ada, bu kadar farklı renkleri olan, çok renkli bir mozaik.

Türkiye bunu anlıyor mu, biliyor muyuz emin değilim.
Yani bunu bir türlü anlatamadık. Bir türlü anlaşılamadık yani. Bu küçük topluluğun başka bir renkte, başka bir ada karakteristiği taşıyan bir Türk topumu olduğu hâlâ anlaşılmak istenmiyor. Ve bunu, baskın kültür etkilerine rağmen özünü ısrarla koruduğunu…
Aslında Kıbrıs’ın bu renkleri Türkiye için bir değer -bir hazine. Size katılıyorum. Korumak lazım. Kıbrıslı Türk halkın doğu Akdeniz’deki varlığı en özgün hali ile korunmalı.
Bu insanların enselerinde bu kadar yumurta kavurmamak lazım. Aşağılanmak, bir adalıyı en çok inciten durumdur. Yani benim bir Türkiyeli çok yakın arkadaşım vardı koleksiyoncu. Koleksiyonunda çok resim var. “Biz sizin ensenizde yumurta kavururuz” derdi. Bu durum küçük ülke sendromu ile ona hissettirilenler oluyor böylece. Dolayısıyla şunu bilmek lazım: Burada çok daha dünyaya açık, çok etki almış, adalı karakteristiği ile Kıbrıslı Türk kimliği ile, her şeye rağmen onu bu günlere kadar koruyabilmiş, muhafaza etmiş bir Türk toplumu yaşıyor. Atatürkçü, Cumhuriyetçi ve demokrat bir düşünce yapısı ile bunu korumuş. Biz burada, Türkiye Cumhuriyeti’nin taçlandırdığı özel günleri, her zaman büyük bir coşku ile kutlamışızdır. Yani ben geçen gün 1958’den kalma bir fotoğraf yayınladım sosyal medyada. Benim doğduğum bölgede, Malya’da, 23 Nisan kutlamaları. Yıl 1858. İnanılacak gibi değil.
Gerçekten mi?
Kıbrıs’ın bir köyünde 1958 ve bir ilkokulda 23 Nisan kutlaması. Cumhuriyet Türkiye’sinin bütün bayramları. Ama ne kutlamalar! Şimdi yani, böyle bir toplum… Sen gel. “Sizi biz kurtardık” deniyor; hatta Türklüğümüzü bile sorgulayan söylemler var. Bu toplumu en çok kıran, en çok inciten de işte bu tavırlar. Söylenen şu: “Bizim gibi olmayacaksanız, Rum tarafına gidin. Beğenmiyorsanız, gidin. Buranın yerlisi biziz.” Ee? E tamam, bizim bunca mücadelemiz ne anlama geliyor o zaman? Hiçbir şey. Bundan sonra burası bizimmiş. Güzel. O da güzel. Biz de kalalım burada, yani… müsaade ederseniz. Bu toplum düşünüyor, sanat yapıyor… Okul kitaplarından hâlâ süren ateşkes durumuna rağmen şöven unsurları ayıklamış, daha barışcıl, evrensel değerlere uygun yeniden ders kitapları basmış. Marifiyle, Eğitim Bakanlığı ile. Ben bunu Rumlara da söylüyorum. Bu adada ortak bir çözümü becerebilmek için, Rum/Türk ortak komitelerinde birlikte çalıştık. Biz Rumlara 2 sene önce, en önemli sanatçılarına ait 270 parça sanat eserini restore edip geri verdik. Böyle bir toplumdan söz ediyorum. Dolayısıyla öfkem benim biraz o.
Benim hissiyatım, ayıp oluyor Kıbrıs’a diye hissediyorum.
Fransa’dan gelmiş bir TV’ye ne yaptım? Paris’ten geldiler. Ben ve bir arkadaşım, kendi cebimizden, sınırlı imkânlarımızla, Bizans kökenli bir kiliseyi restore etmiştik. Savaştan sonra çöp atılan, tahrip olmuş bir haldeydi. Tavanı çökmüş, duvardaki fresco’lar simsiyah olmuş. İtalya’dan ekspertiz yardımı alarak bir yıl uğraşarak restore etmiştik. Bu eserler, insanlığın ortak malı. Burayı vatan yapan bütün koşulların bütününü kendi meselelerimiz olarak görmekteyiz.
Girne’de miydi?
Girne’nin doğusunda evet. Ozanköy’de. Bu Fransız televizyonuna gösterdim ama onlar kendi kafalarında yazdıkları Kıbrıs hikâyesini bana anlattırmak istediler. Tek taraflı politik bakış açılarının ezberini dayatmak, batılıların en önemli marifeti. Ve en nihayet tepem attı. Ama nasıl tepem attı! Benimle bir sanatçı olarak mı söyleşeceksiniz, yoksa sizin kafanızdaki ezberi bana mı anlattırmak derdindesiniz. Kafesteki maymun gibi. Sanatınızdan da bahsederiz diye bir şeyler dediler. Ama aslında amaç, kurgulanmış metni bana okutmak. Yok dedim söyleşi yapmam sizinle, reddediyorum. Çekip gittiler.
Sorun şu: herkesin kafasında bir Kıbrıs hikâyesi var galiba…
Kafesteki maymuna denkleştirilen hikâye. Bu, senelerdir şablonlaşmış ağır bir ezber. Böyle kafesteki maymun gibi bakılmak istemiyoruz artık. Yani Kıbrıslı Türk olmak, bir suçluluk duygusuyla yaşamak mıdır ya?! Berbat kaderini bir ezber olarak bir ömre yaymak mıdır? Dolayısıyla artık bu toplum globalleşen dünyanın kimliği olan bir parçasıdır. Ve önemli bir parçasıdır. Çünkü herkesin, burayla ilgili oluşan fikrinin temelinde duran en sahici parçalarından biriyiz neticede. Burada düşünce üreten, dirençli, coğrafyanın tarihinin bir parcası olarak kökleşmiş ve yaşamsal nedenlerinin gereği sanat da üreten mesafelerdeyiz. Çünkü Akdeniz’in göbeğinde sanat çağlar boyu yapılmaktadır.
Çok güzel söylediniz ama haksızlık gibi geliyor bana Kıbrıs hakkında oluşturulan algı.
Böyle haksızlıklar oluyor, dünyada birçok topluma haksızlıklar oluyor. Bize de oluyor. Türkiye’ye koca ülkeye de. Dolayısıyla bunu doğru anlayıp öyle karşılamak lazım. Biraz da kendimizi ne kadar anlatabiliyoruz meselesi bu. Ha bir de tuhaf bir sağırlık var. Devamlı birilerine anlatmak durumunda kalıyoruz kendimizi. Yani bu da çok yorucu.
Çok yorucu.
Hemde nasıl. Ben İstanbul’da artık Kıbrıslı olduğumu söylememeye çalışıyorum. Yani bu ne demektir ya? Bu ne kadar acı bir durum. Ne kadar kötü bir durum psikolojisi. Yani ben İstanbul’da öğrenciyken Kıbrıslı olduğumuzu gururlanarak söylerdik. İnsanlar da çok hoşlanırdı bundan. Şimdi taksici bile kızıyor. Kulaktan dolma önyargılarla iyice kalaylanıyoruz.
Niye diyor?
“Sizi biz kurtardık. Siz Türkleri sevmiyormuşsunuz.” Cümle bu. Herkes böyle düşünmüyor tabii. Öğrencilik yıllarımdan beri görüştüğüm güzel insanlar, birçok arkadaşlarımız var. Ama bazı politikacılar bile bu topluma hakaret etmekten geri kalmadılar. Hâlâ etmeye devam ediyorlar. Söylenmeyecek sözler edildi… Bu toplum hiçbir kesimiyle böyle bir hakareti hak etmiyor. Türkiye’nin buradaki varlığı bu insanlara bağlı. Ben onu size söyleyeyim. Türkiye’nin Avrupa Birliği yolunu bu insanlar, Kıbrıslı Türkler açacak diye düşünüyorum.
Şimdi Türkiye demişken size hayatınızın önemli bir dönemini soracağım. Siz Akademilisiniz. İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi…
Akademi, orası Türkiye’nin aydınlık yüzüdür. Ben birçok akademi gördüm dünyanın farklı ülkelerinde. Öyle bir akademi görmedim.
Çok merak ediyorum o dönemi.
Öyle bir akademi ki farklı sanat disiplinlerinin iç içe girdiği, paslaştığı ve birbirinden feyz aldığı bir ortam. Muhteşemdi.
Kimler vardı? Bir hatırlayalım.
Zeki Faik İzer, Ali Avni Çelebi, Özdemir Altan, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Dinçer Erimez, Devrim Erbil, Adnan Çoker, Nurullah Berk, Sabri Berkel, Neşet Günal, Şadi Çalık, Zühtü Müridoğlu, Sadi Diren, ve daha sayamadığım çok değerli insanlar. Türk sanatının en önemli sanatçıları. Sanatlarını tartışmıyorum ama hocalıkları ve karizmaları, saçtıkları ışık, akademinin; Sanayi-i Nefise Mektebi’nin 200 yıllık geleneğini kuran değerler manzumesi… Bakın çıplak model kullanırdık- medeni bir ortamda sanat yapmanın hazzı başkaydı. Boğazın dalgalarının vurduğu mermer bir sarayda bu işi yapıyor olmak muhteşemdi. Şu anda akademi o akademi değil. O zamanlar kantini bile bir okul gibiydi. Hatırlarım, İstanbul’un bütün o yazar, çizer, şairler, yani edebiyat dünyasının en entellektüel muhabbetlerini, akademi kantinine izlemek, dinlemek mümkündü ve bu harika bir ayrıcalıktı. Onlardan bir kelime kaçırmamak için antenlerimizi dikkatle açardık. Yani o da başka bir okuldu. Şiir matineleri olurdu ya. Akademi baloları, dillere destandı. Çok yaratıcı kıyafet baloları. Fantastik kostümler. İstanbul’un o zamanki zihniyetini anlatmaya çalışıyorum. Yani böylesi bir okulu da içinde barındıran, medeni, uygar en geniş hoşgörü içinde İstanbul şehri. Akademide çıplak modeler grev yaptılar maaşları az, diye düşünün. Çok da demokratik ve insan haklarına saygılı.
Şimdi düşünemiyorum…
Sadece akademi değil Türkiye’nin bütünü değişime uğradı. Beyoğlu’na çıkarken en iyi elbiselerimizle çıkardık. Çünkü orada çok iyi giyinmiş kadınlar, beyefendiler, tiyatrolar, sinemalar, pastaneler, kitapçılar vardı. İstiklal Caddesi Paris’in en güzel caddeleri gibiydi. Hatta belki onlardan daha renkli. Gayrimüslimlerin takıldığı o kafeteryalar… Ağzım açık kalırdı. Yani ne kadar medeni insanlar. Kimse kimseye çemkirmez, kimse kimseye sert, yüksek tonda konuşmaz. Kimse kimseyi itip katmıyor. İstanbul’dan bakıp böyle bir İstanbul gördüm.
Bunlar üzücü değişimler…
İstanbul’da böyle bir bozulmanın yanında son derece iyi yetişmiş gençler var mesela. Okuyan, dünyayı görüp tanımış, dil bilen. Eskiden İstanbul’da dil bilen çok azınlıktaydı. Yabancı dil kullanan kolejlerde okuyanlar o kadar. Şimdi dil bilen ve çok okuyan, çok gezen, çok bakan gençler var. Bir de birliktelikleri kurmuşlar -mesela farklı sanat grupları var. Biçimsel olarak bir deformasyon, bir dejenerasyon yaşanıyor elbette ama böyle süreçler olmaktadır, geçicidir. Türkiye yeni bir yerlerden toparlayacak. Başlayacak tekrar. Ben sana söyleyeyim bu coğrafya her zaman böyle sancılar içinde olmuştur ve olacaktır. Ansızın bir sabah uyanıyoruz başka bir gündemle. Yani, o kadar sorunlu, sıcak ve çabuk hareket eden bir gündem var ki… Kıbrıs’ta ben bu yaşıma geldim, bir türlü rahat edemedik ya. Hakikaten, böyle bir şey reva mıdır? İki defa göçmen olduk biz Şebnemciğim. İki defa göçmen olmak ne demek biliyor musun?
Tahmin bile edemiyorum ne kadar zor olduğunu.
İki defa sıfırdan hayata tekrar tutunmak ve nereden başlayacağını bilememek. Yani aidiyet diye bir duygu ortadan kalkıyor. Yani nereye ait olduğunu kaybediyorsun. Ve bir taraftan da buna deli bir özgürleşme diyorlar. Özgürleşiyorsun esasında yani. Ama birçok parçayı toplayamadan. Tahribat büyük.
Ama bir o kadar sancılı?
Yani hiç sorma, korkunç bir durum. Nasıl başlıyor bu biliyor musun?
Nasıl?
Önce bir şey anlamıyorsun. Canını kurtarmanın peşindesin. Yani geride ne varsa unutuyorsun. Maddiyat, mal mülk devreden çıkıyor, sadece canını kurtarmaya çalışıyorsun. İlk anda… Ve gidiyorsun. Ya bir bohçayla ya da hiçbir şeyle. Ve geride bıraktıklarını önce hiç düşünemiyorsun.
Canını kurtardıktan sonra peki?
Sonra düşünmeye başladıkça çok acıtır. Izdırap. Yani ölümcül bir durum.
Siz ilk göçünüzde nasıl bir yeri geride bıraktınız?
Benim terk ettiğim yer, bir ürünün müthiş bir yaşam tarzını oluşturduğu bir bağ bölgesiydi. Malya. Trodos dağlarının güney tepeleri. Toskana gibi üzüm bağları.
Kaç yaşındaydınız?
17 yaşındaydım. Bir İngiliz piyadesiyle 4 gün, düzenli ve tam teçhizatlı Rum Yunan askerine direndik biz o köyde. İlk defa düzenli bir orduya karşı. Yıl 1964. Rumlar 1974’ten başlatmak istiyorlar Kıbrıs sorununu. 1963 ve 1964’te ada ağırlaşmış bir biçimde ciddi sorunlar başlamıştı. Ben de bir toplantıda Rumlara bunu sordum: “Bundan haberiniz var mı?” dedim. Yani 1964 saldırılarından. Yokmuş! Trajikomik bir durum. Ağlar mısın, güler misin?
İngiliz askerinin oradaki rolü neydi?
O zaman daha Birleşmiş Milletler Barış Gücü yoktu. Bir grup İngiliz askeri BM görevi yapıyordu. Köyde büyük bir katliamı onlar önlediler.
Bir ürün dediğiniz?
Üzüm ve tabii şarap. Evet, böyle bir yaşam kültürü oluşturuyor; tırnaklarını toprağa geçiriyorsun. Çok zahmetli bir iş. Çok müthiş bir şey, bu ürün çok heyecan verici olarak hayatınızın, kimyanızın içine giriyor… Bir festival. Mitolojik Dionysos festivalleri gibi, fantastik. Her haliyle. Yaşayan bir varlıkla muhabbet ediyorsun. Kurulan düzen içinde beşinci boyut. Koku, renk, ses… Yani bağbozumu zamanında beşinci boyut yaşıyordu o köy. Düşünün, böyle bir yer, düzen, yaşama ritmi, ruhu, hayaller, hepsi bıçakla kesilmiş gibi her şeyi geride bırakıp gidiyorsun… Ben geçen gün bir dize karalamıştım not defterime. Sonra bunu sosyal medyada da paylaşmıştım: “Dişimin arasına giren üzüm çekirdeği, neyin intikamının peşinde olduğunu çok iyi biliyorum,” diye. Burada şunu demek istiyorum. Biz terk ettik oraları ve o bağların hepsi kurudu. Rumlar bakamadılar. Onca dönüm bağa. O kadar bağa bakamadılar. Yani böyle bir macera. Hakikaten bunları anlatırken içim kopuyor. Sonra bir defa daha. İkinci kez göç…

Sormadan edemeyeceğim, nereye gittiniz?
Başka bir bölgeye. Daha güvenli olabileceğini zannettiğimiz bir bölgeye. Ve yeni ilave olmuş başka sorunlarla. Artık macera kişiselleşiyor. En başta içlerine almadılar. Sonra kabul görmek için her durumda en iyi olmaya çalışıyorsun. En iyi futbolcu, en iyi masa tenisi oynayan, en iyi resim yapan, en nişancı piyade tüfeği kullanan. Orada artık yeni bir sosyal yaşamın farkedilmesini istediğin, çabaladığın bu yeni yaşamın bir parçası oluyorsun. Ve kabul görüyorsun. Hatta yani bir basamak üstüne çıkıyorsun. Sonra bir kaçış daha.
Yıl? 74 mü?
Gerçi ben 74’te İstanbul’daydım. Ve ateşkes oldu. Ailem oradan kaçtı. Beş kardeşiz biz, ben İstanbul’daydım. Üçü kız. Küçük kız kardeşim o panik içinde kayboldu. Dağlarda, tepelerde, o makinin o tırmalayıcı bitki örtüsü… Ayakkabıları aşındı, sonunda yalınayak kaldı ve ayakları eridi, kemiğe dayanınca bayıldı. Bir İngiliz helikopteri görüyor, ölü sanıyorlar ama inip baktıklarında yaşadığını anlıyorlar. Ve hastaneye kaldırıyorlar. Kangren olma tehlikesiyle karşı karşıya. 6 ay tedavi gördü. Kurtardılar o çocuğu. Başka bir hastane olsa kurtulamazdı. Ve o çocuk günce tuttu. 6 ay esir kampında günlüklerini yazdı.
Peki siz?
Ben gemiyle Kıbrıs’a çıktım. İş aradığımı söyledim: “Tam size göre bir iş var,” dediler. Madem akademi mezunusun, sanatçı adamsın, insan ilişkilerini çok iyi becerebilirsin. Göçmen Rehabilitasyon Projesi’nde görevlendirildim.
Biraz anlatır mısınız?
Esir kamplarından gelen göçmenleri yerleştirmeye başlamışlardı. Düşünün, insanlar çıkmışlar evlerinden; daha tencerelerde yemekleri var. O başka bir dramdı. Nasıl anlatsam? Neyi anlatayım? Ve o gelen yaralı insanlar, her ailede neredeyse bir ölü var, moral sıfır. Bu insanların bıraktıkları evlere yerleşmeye başladılar. Ben bunu anlatırken tekrar hasta oluyorum. Bunları yazamıyorum da, yani yazmak istiyorum, yazamıyorum. Yedi ay yaptım o işi. Bu arada bizimkiler yani ailem Adana’ya uçaklarla taşındılar. Sonra buraya geldiler. Ve onlarla buluştuk.
Nasıl oldu?
Hâlâ Rum aileler vardı. Annem Rumca bildiği için onlarla ahbaplık kurabiliyordu. Bu durum, biraz rahat hissettirebiliyordu. Ama inanın, dökülmüş her şey. Yani duygular, döküm saçım. Yani her gün arazide kaçak aranıyor, taranıyor. Ben o görev esnasında çok şeye tanık oldum, çok farklı şeylere. “Savaş Resimleri” diye o dönem yaptığım resimler var; çok agresif bir figürasyon.
Çok kıymetli ama çok zor bir tecrübeden geçmişsiniz. O yaralı insanların, o yıkılmış insanların hallerini görüyorsun. İnsanlık hallerinin her cinsini görüyorsun. Daha 22 yaşındaydım.
Aslında bir sanatçı için değerli bir deneyim.
Bu travmatik durumu başka şeylere de dönüştürebildim galiba. Belki defansa geçtim. Biraz da insanın kendi sisteminin, kendi kendini otomatik koruması gibi oluyor. Benim bir sufi dönemim de var. Daha yakın bir bir biçimde doğaya döndüğüm.
Sizin de işleriniz, kişisel tarihinizle ayrılamaz bir bütün değil mi?
Doğrusunu isterseniz, ne yaşadıysam onu, resmim onu anlattı. Anlatmak istedi yani. Daha doğrusu bir hikâyeyi anlatmak değil. Resmimin kimyası ve fiziği onlarla oluştu. Yani… Baharatı, eti kemiği öyle oluştu. Öyle düşünüyorum.
Emin Bey, şu aidiyet duygusu dediniz ya…
Tekrar başa döndük Şebnem. İnsanca hissedilen ne varsa, bu şok değişimlerle yeniden kuruladursun; nereye ait olduğun, rafa kaldırılmış, ertelenmiş bir duygudur… Buna alışabilmek mümkünü zor. Ben, savaşta terkedilmiş bir evde yaşıyorum. Ve bu evi kendimin hissettirecek şekilde dönüştürmek için inanılmaz ilaveler, değişiklikler yaptım. Yeni bahçeler yaptım. Yeni eklemeler yaptım. Olmadı. Olmadı. Ve şimdi bu yeni davalar var. Şimdi Rumlar yeni dava açıyorlar. Buradaki mallarıyla ilgili. İşte başa döndük dediğim bu. Yani tekrardan aklınıza sokuyorlar bunu. “Yani sen bir başkasının evinde oturuyorsun” düşüncesini…
Bizim terkettiğimiz evimizde de bir başkası oturmaktadır.
Çok Yakında İstanbul’da
Emin Çizenel’in Kayıt Dışı Takımlar / Unofficial Teams başlıklı sergisi, 2021 yılında Art Rooms’da izleyiciyle buluşmuştu. Bu serginin devamı niteliğindeki yeni sergi ise, 9 Ekim’de İstanbul’daki Mine Art Galeri’de sanat izleyicileri buluşacak.