İstanbul Edebiyat Haritası, bir kenti yalnızca coğrafi sınırlarıyla değil, edebî belleğiyle kavrayan; sokaklarını, semtlerini, kaybolmuş bostanlarını, yıkılmış konaklarını yazarların izleriyle yeniden haritalandıran özgün bir çalışma. Bahriye Çeri’nin uzun yıllara yayılan araştırmalarıyla şekillenen kitap, edebiyat ile mekân, toplumsal sınıf ile yazınsal temsil, bireysel hafıza ile kolektif kimlik arasındaki geçirgen sınırları sorguluyor. Kent çalışmalarının ve edebiyat sosyolojisinin kesişiminde duran İstanbul Edebiyat Haritası, geçmişin mekânlarını bugünün gözünden yeniden anlamlandırırken, edebiyatın kaydedici ve direngen doğasını da ortaya koyuyor. Çünkü bir şehir, yalnızca taşlarla değil, anlatılarla da kurulur. Bu harita ise, İstanbul’u edebiyatın izleriyle okumak isteyenler için bir belleği koruma daveti. İşte tüm bunları Bahriye Çeri ile konuştuk.
İstanbul Edebiyat Haritası’nın doğuş hikâyesinden başlayalım…
Paris’te yazar evlerini, edebi mekânları rehber gibi gezdiren birçok kitaba rastlamış, bu kitaplarla şehri dolaşmıştım. 2009’da Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu Başkanı olan Uğur İbrahimhakkıoğlu, 2010 Avrupa Kültür Başkenti unvanı vesilesiyle İstanbul’un edebiyattaki yansımalarına odaklanan bir kitap fikri sundu. Edebiyatı çok seven, bu alanda yüksek lisans yapmış bir hukukçu olan Uğur Bey’e, Paris’teki örneklerden yola çıkarak İstanbul için böylesi bir çalışmanın eksikliğini anlattım. O da öneriyi benimsedi ve Paris rehberlerini örnek alan İstanbul Edebiyat Haritası yayımlandı. İlk baskı kısa sürede tükendi ama hızla hazırlanmış olmanın getirdiği eksiklikler vardı. Geliştirilip yeniden basılması gerektiğini umuyordum, ancak ne kurum tekrar bastı ne de benzer bir çalışma yayımlandı. Ben ise konunun peşini bırakmadım. Biyografiler, mektuplar, hatıratlar derken her metindeki adresi not aldım. Böylece ilk baskıya kıyasla üç katı zenginliğe ulaşan, daha kapsamlı ve geliştirilmiş bu kitap ortaya çıktı.

Bu süreçte İstanbul’a farklı gözlerle bakmaya başladın mı?
Evet, bu çalışma sürecinde İstanbul’a artık sadece yaşanılan, geçilen ya da gündelik olarak tüketilen bir kent değil; katmanlı, hafızası olan, her sokağında edebi bir iz taşıyan bir yer olarak bakmaya başladım. Tanıdık sandığım semtlerin bambaşka bir yüzüyle tanıştım. Şehirle ilişkim daha dikkatli, daha duygusal ve daha sorgulayıcı bir hale geldi. Bir sokağa adım atmadan önce orada kimin yürüdüğünü, hangi roman kahramanının oradan geçtiğini düşünür oldum.
İstanbul’da edebiyatçıların yaşadığı semtler ile sosyal sınıfları arasında nasıl bir ilişki kuruyorsun?
İstanbul’un semtleri yalnızca coğrafi değil, aynı zamanda sınıfsal, kültürel ve ideolojik anlamlar da taşımış bugün de taşıyor desek yeri. Bu çok katmanlı yapı, edebiyatçıların hem yaşam alanlarını hem de yazın dünyalarını belirleyen güçlü bir etken olmuş. Osmanlı’nın son dönemine bakalım, edebiyat büyük ölçüde elitistlerin elinde. Halit Ziya Uşaklıgil’in evleri Recaizade Mahmut Ekrem’in Boğaziçi yalılarıyla kurduğu ilişki ya da Abdülhak Hamit Tarhan’ın yaşadığı mekânlar… Bu dönemde yazarlığın aristokratik ya da en azından yüksek burjuvaziye ait bir konumla iç içe geçtiğini gösteriyor. Edebiyat, bir bakıma seçkinlerin diliyle konuşuyor. Elbette bu çizginin dışında daha sade, daha mütevazı hayatlar süren yazarlar da vardı. Ancak genel eğilim, edebiyatın bir sınıfsal ayrıcalıkla örtüştüğünü gösterir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Nişantaşı, Teşvikiye, Şişli gibi semtler yeni burjuvazinin ve kentli aydınların adresiyken; Kadıköy, Moda gibi bölgeler entelektüel ama aynı zamanda bohem bir yazın çevresine ev sahipliği yapar. Üsküdar ve Fatih gibi daha muhafazakâr eğilimli semtler ise geleneksel anlatılarla yakınlık kuran yazarların beslendiği alanlardır.

“Orhan Pamuk Örneği Çarpıcıdır”
Cumhuriyet dönemi, aynı zamanda edebiyatın sınıfsal sınırlarının esnemeye başladığı bir döneme de işaret eder. Bodrum katlarında yaşayan, ev sahipleriyle boğuşan, sürekli taşınmak zorunda kalan yazarlar da edebiyat sahnesinde yer edinmeye başlar. Bu da edebiyatın artık yalnızca ayrıcalıklı sınıfların değil, yaşam mücadelesi veren bireylerin de ifade aracı haline geldiğini gösterir. Orhan Pamuk örneği bana göre bu bağlamda oldukça çarpıcıdır. Nişantaşı’ndaki Pamuk Apartmanı ve yazarın kendi aile tarihini anlattığı metinler, edebiyatın üst sınıflarla kurduğu ilişkiyi hem görünür kılar hem de sorgulatır. Pamuk’un dilinde zaman zaman hissedilen sınıfsal bilinç ya da mesafeli anlatım tarzı, edebiyatın geçmişten bugüne taşıdığı elitist kodların günümüzdeki yankılarını da açığa çıkarır. Sonuç olarak, edebiyatçıların seçtikleri –ya da zorunlu olarak yaşadıkları– semtler, sadece fiziksel bir konum değil, aynı zamanda onların kimliklerini, estetik tercihlerini ve ideolojik duruşlarını da yansıtır. Bir yazarın semti, çoğu zaman onun dünyaya bakışının da bir izdüşümüdür. İstanbul’un sosyal coğrafyası, edebiyatın sınıfsal haritasını da çizer.
Bugün artık var olmayan İstanbul’u anlatan edebiyatçıların metinlerinde hangi mekânlar öne çıkıyor ya da özleniyor?
Eski İstanbul’un mesire yerleri örneğin (Çamlıca, Göksu, Boğaziçi yalıları), konak hayatı, mahalle kültürü gibi öğeler sıkça özlenir. Aynı şekilde, çeşitli yazarların (Örneğin Halide Edib’in) İstanbul’unda mahalle aralarındaki dayanışma ve geleneksel yaşam biçimi, bir kayıp estetiğiyle betimlenir. Dikkati çekmek istediğim başka bir nokta var. İstanbul’un edebiyatında doğa, bahçeler, bostanlar, meyve ağaçlarıyla dolu yamaçlar ve geleneksel mutfak kültürünü besleyen üretim alanları önemli bir yer tutar. Hem geçmişin gündelik hayatını hem de kentin doğayla kurduğu ilişkiyi anlatan bu imgeler, bugün büyük ölçüde yitip gitmiş bir İstanbul’un belleğidir. Bu nedenle, bu tür metinler sadece edebî değil, aynı zamanda ekolojik ve kültürel birer belge olarak da okunmalıdır.
“Yitirilen Doğallığın Hafıza Kayıtları”
Bostanlar, bahçeler, buralarda yetişen ve mutfaklara giren marul, incir, ceviz, enginar, çilek vb. ürünler İstanbul’un doğayla iç içe geçmiş eski ritmini yansıtır. Bu mekânlar, aynı zamanda kentin mutfağını, kokusunu, ritüellerini de belirleyen kaynaklardır. Bu anlatılar, İstanbul’un sadece taş ve denizden ibaret olmadığını; aynı zamanda üreten, kokan, çiçek açan, mevsimlere göre yaşayan bir şehir olduğunu gösterir. Eskiden her semtin kendine ait bir bostanı, bahçesi vardı. Langa, Yedikule, Salacak, Kuzguncuk bostanları… Bu alanlar hem kentin mutfağını hem de sosyal dokusunu beslerdi. Şimdi büyük kısmı ya yok edildi ya da bir “manzara” olarak simgeleştirildi, üretimle bağı koptu.
Dolayısıyla bu edebiyat eserleri, yitirilen bir doğallığın hafıza kayıtlarıdır. Aynı zamanda bugünkü betonlaşmaya, toprağın ve kamusal yeşil alanların metalaştırılmasına karşı bir tür sessiz itiraz gibi okunabilirler.

Günümüzde artık var olmayan mekânların yerine bugün ne var? Bu dönüşümü nasıl karşılıyorsun?
Ne yazık ki birçok edebî mekân AVM’lere, otoparklara, beton bloklara ya da kimliksiz binalara dönüşmüş durumda. Bu dönüşüm, yalnızca fiziksel bir değişimi değil; aynı zamanda toplumsal hafızanın silinmesini de beraberinde getiriyor. Mekânın ruhunu yitirmesi, edebiyatın beslendiği damarların da kuruması anlamına geliyor. Bu yüzden bu dönüşüm sürecini eleştirel ve sorgulayıcı hatta kızgınlıkla karşılıyorum. Narmanlı Han restore edilmeden önce Tanpınar’ın odasına camdan bakar sessiz bahçesinde, duvar dibinde oturur Tanpınar’ın yazdıklarını düşünürdüm. Aliye Berger’i, Ferit Edgü’nün açtığı Bedri Rahmi Eyüboğlu galerisini de… Bunların korunması, gen kuşaklara aktarılmasına hiç dikkat edilmeden çılgın bir yeme içme, eğlence mekânına dönüşmüş Narmanlı Han artık benim içimi acıtıyor ve oradan geçerken kafamı çevirerek geçiyorum. Oysa oranın restorasyon sürecinde hep Avrupa’da şöyle Avrupa’da böyle diye başlayan cümleler kuruluyordu. Paris’te böyle bir bina böyle bir avlu böylesine arsızca, doyumsuzca bir iştihaya kurban edilmezdi oysa.
İstanbul Edebiyat Haritası’nın gelecek nesillere vereceği mesaj ne olmalı, bu çalışmadan okuruna ne kalmalı?
İstanbul Edebiyat Haritası’nın gelecek nesillere vereceği en önemli mesaj, kentlerin yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda duygusal, düşünsel ve kültürel katmanlardan oluştuğudur. Bir şehri anlamak, sadece sokaklarını yürümekle değil, o sokaklarda kimlerin yürüdüğünü, neye baktığını, ne hissettiğini, hangi cümleleri kurduğunu da bilmeyi gerektirir. Bu çalışma, İstanbul’u coğrafi bir mekândan öte, bir edebî hafıza alanı olarak düşünmenin yollarını aralıyor.
Avrupa’nın pek çok kentinde –örneğin Paris’te, Berlin’de ya da Prag’da– yazarların yaşadıkları evlerin, oturdukları kafelerin, yazdıkları sokakların duvarlarında küçük levhalar görürüz. “Burada Rainer Maria Rilke yaşamıştır”, “Bu masada Sartre yazardı” gibi basit ama çok şey söyleyen işaretler… Bunlar sadece bir anıyı değil, o şehri bir hafıza mekânına dönüştüren iradeyi gösterir.
Ne yazık ki İstanbul’da bu türden bir koruma ve görünür kılma kültürü oldukça zayıf. Oysa bu şehir de kendi Rilke’lerine, kendi Woolf’larına, kendi Borges’lerine sahip. Tanpınar’ın yürüdüğü sokaklar, Yahya Kemal’in baktığı Boğaz, Osman Cemal Kaygılı’nın kenar mahalleleri, —bunlar yalnızca bireysel anılar değil, kolektif hafızanın taşıyıcılarıdır. Eğer bir toplum kendi yazarlarını, onların yaşadığı, yazdığı, düşündüğü mekânları unutur ya da yok sayarsa, bir süre sonra kendisini de unutmaya başlar. Çünkü kent yalnızca bugünün değil, geçmişin ve geleceğin de toplamıdır. Bu harita, geçmişin izlerini bugünün bakışına taşıyarak geleceğe devretme çabasıdır.
“Unutma, Yaşadığın Yer Bir Zamandır”
Gelecek nesiller bu haritaya baktığında şunu fark etmeli: Şehir dediğimiz şey beton ve asfaltın toplamı değildir. Her köşede bir hikâye, her pencerede bir şiir, her kapı eşliğinde bir roman gizlidir. Ve bir şehir, edebiyatla konuştuğu ölçüde yaşar, kendisini anlamlandırır. İstanbul’un edebî hafızasını korumak, aslında İstanbul’un kendisini korumaktır. Okura kalacak en önemli şey, mekânların da bir hafızası olduğu ve bu hafızanın edebiyat yoluyla yaşatılabileceğidir. “Unutma, yaşadığın yer bir zamandır. Yürüdüğün sokakta bir şiir, bir roman, bir hikâye gizlidir. Yeter ki bakmayı bil.”