Dikiş Yerlerinden Konuşmak - ArtDog Istanbul
‘Rûz-ı Şevk’, bez üzerine nakış, 21*26 cm, 2025. (detay)

Dikiş Yerlerinden Konuşmak

Pelda Aytaş’ın Gülden Bostancı’daki ilk kişisel sergisi "Naaile", kadın bedenine ve kimliğine dair yerleşik yargıları tersyüz ediyor. Pelda Aytaş ile "Naaile"yi konuştuk.

/

Yolunuz bu günlerde Antalya’ya düşerse, son günlerde dikkat çeken sergilere ev sahipliği yapan Gülden Bostancı’yı mutlaka rotanıza ekleyin. Galeri şimdilerde Diyarbakır doğumlu sanatçı Pelda Aytaş ve onun ilk kişisel sergisi Naaile‘yi izleyiciyle buluşturuyor. Kadın bedeni, aile yapısı ve geleneksel kadın rollerine odaklanan sergi, adını hem “maaile” kelimesinin ironik bir dönüşümünden hem de “muradına ermiş kadın” anlamına gelen “Naile” isminden alıyor. Sanatçı bu isim seçimiyle, kadının ancak evlilik yoluyla muradına erebileceği düşüncesine eleştirel bir göndermeye odaklanıyor. Kadınların arzularını, kırılganlıklarını ve özgürlük alanlarını ön plana çıkaran politik bir zeminde şekillenen sergi,  kutsal aile mitinden, bastırılan cinsellikten ve idealize edilen annelikten beslenen normatif anlatıları dikiş yerlerinden sökerek konuşuyor.

Sergide, hem dilin hem de kültürün dayattığı “kutsal aile” imgesine karşı ironik ve politik bir yerden seslenen sanatçı, bu ezberlere güçlü bir “Na” (hayır) ile karşılık veriyor. Sergideki işlerinde “Ne aileyiz, ne de aileden sayılan o sınırlar içindeyiz” diyen sanatçı, kadın cinselliğinin bastırılmasına, anneliğin kutsanmasına ve heteronormatif çekirdek ailenin makbul tek seçenek olarak dayatılmasına karşı duruyor. Normatif anlatıların dikiş yerlerinden ses veren Naaile, Aytaş’ın çok katmanlı kişisel ve kültürel birikimiyle şekillenen cesur bir karşı anlatı sunuyor.

Sanatçıyla 12 Temmuz’a dek görülebilecek ilk kişisel sergisi Naaile ve bu sergiyi var eden düşünsel arka plan üzerine konuştuk.

Aşkı Hatırla
Aşkı Hatırla Mobil

‘Zevk-i Cümle’ Herkesin Zevki, bez üzerine nakış ve kumaş, 35*50 cm, 2025

Öncelikle serginizin başlığı konuşalım isterim. “Naaile” isminin hikayesi nedir? Serginin kurgusuyla ve işlerinizle nasıl örtüşüyor?

“Naaile”, “maaile” kalıbının ironik bir şekilde ters yüz edilişi ve aynı zamanda “muradına ermiş kadın” anlamına gelen “Naile” isminden esinlenerek doğdu. Bu başlık benim için, toplumsal bellekte kutsanan aile yapısına feminist bir itirazı, ortaya koyuyor. Çünkü kadınların muradına ermesi, sadece evlilik veya annelikle sınırlanamaz. Benim için Naaile, kadınların kendi arzularını, kırılganlıklarını ve bedenlerini keşfettikleri bir alan. Dilin ve kültürün kadına çizdiği rolleri sökerek, o alanı yeniden örmeye çalışıyorum.

Sergideki işlerinizde kadın bedenine, arzularına ve kırılganlıklarına odaklanıyorsunuz. Sanat pratiğinizde bu temalarla ilk ne zaman ilgilenmeye başladınız?

Bu temalarla ilgilenmeye 2019’daki yüksek lisans tezim sırasında başladım. Tezimi yazarken, kadınların sanat tarihi boyunca nasıl nesneleştirildiğini, erkek bakışının onları nasıl edilgenleştirdiğini gördüm. Buna karşı kadını, bedenini ve arzularını sahiplenen bir özne olarak göstermek istedim.Bu bakış açısı, sanat pratiğimde en önemli motivasyonum oldu.

“Na” diyerek kutsal aile yapısına ve toplumsal normlara karşı çıkıyorsunuz. Bu tavrınızın kişisel ve sanatsal kökeni nedir?

“Na” demek benim için, büyüdüğüm coğrafyada kadınlara yüklenen rollerin, kutsal aile kavramının ve makbul kadın beklentisinin üzerimde bıraktığı izleri fark edip onlara bir mesafe koyma biçimi. Kişisel ve sanatsal olarak bu “Na”, bana kendi yolumu ve sesimi bulma cesareti veriyor.

‘Ser-i Zevk, Gül-i Avret’  bez üzerine nakış ve kumaş, 28*28 cm, 2025

 

Geleneksel kadın rollerine dair eleştirel yaklaşımınızı üretim sürecinize nasıl yansıtıyorsunuz? Malzeme, teknik veya form açısından bu eleştiriyi nasıl görünür kılıyorsunuz?

Eleştirel yaklaşımımı üretim sürecime malzeme ve teknik seçimleriyle yansıtıyorum.Sanat tarihinde genellikle el işi olarak 2.kategoriye konulan nakış ve dikiş gibi teknikleri kullanarak bu hiyerarşiyi tersine çeviriyor ve kadın emeğini görünür kılmayı amaçlıyorum. Böylece el işlerinin kamusal alana taşınmasıyla kadınların tarih boyunca bastırılmış seslerini, arzularını ve direnişlerini anlatıyorum. Kimliğin, aidiyetin ve cinsiyet rollerinin sabit değil; sürekli yeniden yazılması gereken bir süreç olduğunu vurguluyorum. Bu şekilde, hem malzemeyle hem de biçimle feminist bir anlatı kuruyorum.

Sergi hazırlık sürecinde sizi en çok zorlayan, şaşırtan veya dönüştüren ne oldu?

Naaile sergisini hazırlarken beni en çok şaşırtan ve dönüştüren şey, anlamın kayganlığı ve kırılganlığı oldu. Özellikle kompozisyon ve perspektiflerle oynadıkça, figürlerin, kumaşların ve boşlukların her seferinde dilin ve bakışın anlamı nasıl sürekli dönüştürdüğünü, nasıl sökülüp ve yeniden kurulabilir olduğunu fark ettim.

En zorlandığım şey ise, Naaile sergisinde ele aldığım konuların bıçaksırtı konular olmasıydı yani ben öyle düşünüyorum. Kadın bedeni, cinsellik ve kutsal aile yapısı gibi meseleleri işlerken, bir yandan bu konuları nesneleştirme eleştirdiğim şeye dönüşme tehlikesi korkusu vardı. Her ilmeği atarken bu ilmeğin bir kadın ya da queer hikâyesini bastıran, metalaştıran bir bağ mı yoksa özgürleştiren bir ilmek mi olduğunu yeniden yeniden tartmak zorundaydım.

‘Menfâ-yı Arzu’ (Arzunun Sürgünü – kadın kendi bedeninde sürgün, çocuklar oyun dünyasında hapsolmuş)  bez üzerine nakış ve kumaş, 35*45 cm, 2025

Serginizde dikiş ve tekstil gibi ‘kadına özgü’ sayılan tekniklerle çalışıyorsunuz. Bu malzemeler ve teknikler sizin için ne ifade ediyor? Sanatsal pratiğinizde bu seçimlerin yeri ve önemi nedir?

Erkeklerin yaptığı güzel sanatlar ve zanaat ayrımı, kadınların sanat tarihindeki görünmezliğinin en önemli araçlarından biri oldu. Kadınların el emeğine dayanan işleri zanaat kategorisine yerleştirilerek, resim ve heykel gibi dallara kıyasla ikincil, daha az değerli ve ev içi olarak kodlandı. Oysa bunlar, kadınların tarih boyunca başkaldırılarının, hafızalarının ve direnişlerinin taşıyıcısıydı. Ortaçağ Avrupa’sında “Bayeux Duvar Halısı”, erkek egemen savaş tarihini kadınların elinden çıkmış iğne işiyle anlatırken, hikâyeleri kumaşa nakşederek tarihi yeniden yazmanın bir yolunu sunuyordu. 20. yüzyılda Şilili arpilleras kadınları, diktatörlüğün kayıplarına karşı kumaşlara işledikleri imgelerle direnişi bir hafıza alanına dönüştürdüler. İngiliz süfrajetleri de, hapishanede kumaş mendillere işledikleri anılar ve taleplerle kadın mücadelesinin görsel arşivini yarattılar. Judy Chicago’nun The Dinner Party (1979) yerleştirmesi, tarih boyunca görünmez kılınan kadınların adlarını ve hikâyelerini işleyerek feminist bir hafıza mekanı yarattı. Benzer şekilde, Faith Ringgold’un “Story Quilt”leri, kadınların ve siyah toplulukların marjinalize edilmiş hikâyelerini kumaşa işleyerek, tekstili politik bir anlatı aracı haline getirdi.

Bu büyüleyici, ilham verici eserler,  bana ipliğin, hem direniş hem de iyileştirici bir anlatı biçimi olduğunu çok net ve güçlü bir biçimde gösterdi. Sonra ben de iğne ve ipliği politik bir ifade biçimine dönüştürmek için kullanmaya çalıştım.

“Dikiş yerlerinden konuşmak” ifadesini hem kişisel hem toplumsal anlamda nasıl tanımlarsınız?

Dikiş yeri normalde bir kusuru, bir yarayı kapatmak için vardır; ama ben dikiş yerlerini görünür kılarak, o kusurun, o yaranın kendisini de konuşturmak istiyorum. Toplumsal normlar bizi kusursuz ve tamamlanmış göstermeye zorlarken, dikiş yerlerinden sızan iplikler; hem toplumsal cinsiyet rollerini hem de heteronormatif kutsal aile anlatılarını bozuyor. Bastırılan seslerin, görünmez kılınan kadın ve queer hikâyelerinin toplumsal belleğe sızabileceği çatlaklar gibi. Bu yüzden dikiş yerlerinden konuşmak, toplumun bastırdığı hikâyeleri , sessiz bırakılan kadınların ve queerlerin sesini açığa çıkarmak anlamına geliyor.

‘Mest-i Hûbân’ güzel bedenlerin mest oluşu, bez üzerine nakış, 20*25 cm, 2025

Serginizde yer alan “İstila ve İştah” adlı işinizde, beden, arzu ve tahakküm arasındaki ilişkiyi nasıl kurdunuz? ‘İstila’ eden ve ‘iştah’ duyan kimlerdir?

“İstila ve İştah” adlı çalışmamda Soldaki kompozisyonda yer alan askerler, patriyarkanın ve militarizmin “istila eden” yüzünü temsil ediyor. Asker figürleri, kendilerini bir fotoğrafçının kamerasına gururla sunuyor. Eril iktidar kendini göstererek ve sergileyerek görünür kılabiliyor ama bu gösteriş, bazen başka bir bakışın bir kadının iştahının  da nesnesi olabilir. Yani  ‘İstila’ eden askerler eril iktidarın güç gösterisini temsil ederken, ‘iştah’ duyan kadın hem bakışı hem de bedeniyle o tahakkümü tersine çeviriyor, ironik bir kapı aralıyor

Yine sergideki eserlerinizi konuşalım isterim. Eserlerinizin isimleri — “Menfâ-yı Arzu”, “Ser-i Zevk, Gül-i Avret”, “İhtilât-ı Avret” — hem Osmanlıca edebi formuna hem de kadın bedeniyle ilişkilendirilen geleneksel kodlara işaret ediyor. Bu isimleri seçerken nasıl bir dilsel ve kavramsal bağ kurdunuz? Arkalarındaki öyküyü paylaşır mısınız?

Naaile sergisinde, bize “destur!” denilerek hizaya sokulmamız istenen, kadını ve queerleri evcilleştiren, kontrol eden kalıplaşmış söylemlerin altını iğneyle oyup, onları ironik bir dille yeniden yazmak istedim. Osmanlıca, hem ataerkil sistemin kadın ve queer bedeni üzerindeki denetimini hem de bu denetimi meşrulaştıran dilsel mirası taşıyor.  Bu yüzden, sergideki işlerin isimlerini Osmanlıca seçtim.

‘İstila ve İştah’,  bez üzerine nakış ve kumaş, 40-50 cm, 2025

Diyarbakır’da doğmuş bir sanatçı olarak, coğrafyanın özellikle kadın bedeni ve aile yapısı üzerine düşüncelerinize etkisi nedir? “Naaile”nin doğduğu yerin bu bağlamda önemi nedir?

Ben yaşadığım coğrafyanın hem bedenime hem de zihnime kazıdığı o kolektif hafızayı taşıdığımı çoğu zaman hissediyorum ve eserlerin son hallerinde de somut bir şekilde görüyorum. Diyarbakır, geleneksel aile yapısının güçlü biçimde korunduğu ve kadının bedeni üzerindeki tahakkümün adeta bir toplumsal kontrol mekanizması gibi işlediği bir yer. Bu sınırlar kadınların arzularını ve öznelliklerini ifade etme süreçlerinde kısıtlayıcı olabiliyor; toplumsal rollerin ve mahremiyet kavramlarının yükünü daha çok hissettiriyor. Ama Diyarbakır aynı zamanda direnciyle, dayanışmasıyla ve tarihsel birikimiyle  katman katman hafızayı, kültürü ve hikâyeyi taşıyan bir şehir. Kadınların dayanışmayla, sabırla ve emekle ördüğü , serhıldan (başkaldırı) ve direnç kültürünü de bu şehirden öğrendim.“Naaile” sergisinde kullandığım dil, Diyarbakır’ın bana kazandırdığı provakatif ve ironik bakışı barındırıyor. O yüzden bu sergi, yaşadığım yerin yüklediği hem geleneksel hem de dönüştürücü tüm o katmanların bir toplamı gibi.

Sanat eğitimi alanında öğretmenlik yapıyorsunuz. Öğrencilerinizden ilham alıyor musunuz?

Ortaokul öğrencilerine ders veriyorum ve çocukların resim yaparken kullandığı yalın ve net dil beni çok etkiliyor. Konuları korkusuzca, saf bir dürüstlükle ele alışları bana her zaman ilham veriyor. O cesaret ve doğrudanlık, kendi işlerime de yansıyor.

Türkiye’de kadın sanatçı olmanın getirdiği özgün zorluklar ve direnç noktaları hakkında neler söylersiniz?

Üretmeye ilk başladığımda, gerçekten bu konuda tamamen bilinçsizken, üzerine düşünmeden beliren bir rahatsızlık hissinden  bahsetmek istiyorum: kendimi, yaptığım işi sürekli savunmak, gerekçelendirmek, ispatlamak zorunda hissediyordum. O kadar çok açıklama yapmak zorunda kalıyordum ki, sanki işimin arkasında durmazsam kimse onun anlamlı olduğunu kabul etmeyecekti. Bakın bu his bence Türkiye’de sanat yapmak ve kadın sanatçı olmakla çok ilgili. Bunu gün geçtikçe daha çok fark ettim. Bu ülkede kadın sanatçı olmak, sanatını sürekli meşrulaştırmak zorunda bırakılmak anlamına geliyor. Hem ülkenin toplumsal dinamikleri hem de ataerkil sistem bize, yaptığımız işin değerini sürekli ispat etmemizi dayatıyor. Sanki sanatımız tek başına var olamıyormuş gibi. Ama her zorluğa kontrast olacak sevindirici şey şu ki, bu baskı ortamı kadın sanatçılar için güçlü bir dayanışma ve direnç kültürünü de doğuruyor. Kadın sanatçılar birbirlerinin görünürlüğünü artırmak, deneyimlerini paylaşmak ve sanat alanındaki eril tahakküme karşı kolektif bir direnç hattı örmek için yollar arıyorlar. Benim için de bu dayanışma, üretimlerimin hem politik hem de duygusal dayanağı oluyor.

‘Şehvet-hâver terzî-hânım’ bez üzerine nakış, 25*35cm, 2025

“Naaile”nin sergileme biçimi ve mekânla ilişkisine dair neler söylersiniz?

Çalışmalarımdaki renk paleti ve bazı kompozisyonlar, Pedro Almodóvar ve Quentin Tarantino filmlerinin çarpıcı renklerinden ilham alıyor; bu renkleri Art Nouveau’nun daha romantik ve kırılgan tonlarıyla bir araya getirdim. Çalışmalarımı yaparken bir yandan da arkasındaki duvar renklerini düşündüm; her bir çalışma için uygun fon seçmeye özen gösterdim. Ancak beş rengin bir arada nasıl duracağı benim için de  sürpriz oldu. Sergideki yerleştirmeler, her bir kompozisyonun hikâyesine ve ruhuna uygun olarak tasarlandı.

Kullandığım altın renkli, geleneksel aile fotoğraflarındaki kutsal aile mitini temsil eden ağır klasik gold çerçeveler ve mekan bu anlatının bir parçası hâline gelerek sıradan ev içi objelerin ve renklerin içindeki ironiyi ortaya çıkarıyor.

Previous Story

Hara’da “Upuzun Gün”

Next Story

SAHA Studio’da Dönem Sonu Sergisi

0 0,00