Virginia Woolf’la tanışmam önce bir okur olarak oldu kuşkusuz. Ve hiçbir şey anlamadım. Bilmediğim bir dilde, bilmediğim bir dünyadan seslenir gibi gelmişti. Çeviride mi bir sorun var yoksa deyip kitabın kapağına dönüp tekrar baktım ve umduğumu bulamadım. Türkçe edebiyatın büyük isimlerinden birinin adı altın harflerle değilse de, gayet açık ve net yazıyordu. Tomris Uyar. Sorunu dışarıda değil kendimde aramam gerektiğini böylece anladım.
Herhalde Virginia Woolf’tan ilk öğrendiğim budur. İşbirlikçisi Tomris Uyar’la bana verdikleri ders: Bir metinle ilişki kurarken yeni bir dil öğrenmeye açık olmak gerektiği. Yeni bir dünyaya adım atmaya gönüllü olmak. Alışkın olduğun söylemlerin dışına çıkabilmek. Bu bana ne anlatıyor, hiçbir şey anlamıyorum diyerek havlu atmadan önce, bir daha denemek, yine yenilirsen bir kez daha, sonra gerekirse yine yenilmek, yine yenilmek. Pardon bu Beckett’ten öğrendiğim bir şeydi. Hay Allah bu yazarlar birbiriyle çok mu konuşuyor ne? Tabii bu arada Woolf’tan öğrendiğim bir diğer şey de o olacak. Öteki yazarlarla bol bol konuşmak, metinlerin öteki metinlerle hasbıhal etmesine zemin hazırlamak. Neyse oraya geleceğim. Şimdi kaybolmadan, yolumu izimi yitirmeden devam etmeliyim.
Bak bu da Woolf’tan öğrenilenler listesine eklenebilir. Merkezini yitirmemek. Ne anlatmak için yola çıktığını unutmamak. Uçup havalanmak ama sonra ille de geri gelmek, romanın merkezini bir mıknatıs gibi kurabilmek. Tamam tamam, bu da sonraya kalsın. Ne anlatıyordum? Okur olarak öğrendiklerim önce. Yine de şu kadarını söylemeliyim ki, Woolf’un bende yarattığı ilk kaybolma hissi, havalanıp, uzaklara gidermiş gibi yaptıktan sonra merkeze geri döndüğünü keşfetmemle yatıştı. Meğer o uçuşların da bir anlamı varmış, bir savrulma değillermiş. Arının kovanına polen taşıması için gerçekleştirdiği uçuşların bir benzeriymiş. Biraz dikkatli bakılınca görülüyormuş. Dikkatli bakılınca. Dikkat. Okur dikkatini talep eden bir yazar Woolf. Buna gönüllü olan okurunu eğiten aynı zamanda. Buradan bakarsak, yazar olmadan önce bir okur olarak Woolf’un tedrisatından geçtiğimi söyleyebilirim.
Kendi Dil Evrenini Terk Edebilmek
Woolf’un bana bu ilk eğitimi veren romanı Mrs. Dalloway’di. Tam olarak ne yaptığını anlamam için öncelikle tekniğini kavramam gerekiyordu. Bunun için tabii edebiyat eleştirisinden de yardım aldım. Mina Urgan’ın Woolf incelemesinde karşıma çıkan “tünel açma” tekniği benim zihnimdeki tünellerin önünü açtı. Geçmiş zamanla şimdiki zamanın iç içeliğini verebilmek için oluşturduğu teknik, diyordu Mina Urgan. Woolf’un bu teknikle, kişilerin benliğinde mağaralar açtığını, mağaraları tünellerle birbirine bağlayarak o kişilerin bugünleriyle geçmişi arasında bağlantılar kurduğunu ifade ediyordu. Demek dedim, ben kaybolduğumu hissettiğim sırada bu mağaralardan oluşan labirentin içindeymişim. Bu tekniği çözümlediğimde bir haritam vardı artık. Güzergahı takip edebiliyordum. Çağımızın navigasyonları gibi yolcusunu tembelleştirmeyen bir harita. Kafayı çalıştırmak, yazarın yapmaya çalıştığını kavramak, kurduğu dilin içine yerleşmeyi ve onunla birlikte akmayı sağlıyordu. Başka bir ritme, akışa, çağrışıma sahip zihinlere eşlik edebilmek, kendine sabitlenmemekle mümkündü. Demek ki dedim, iyi okur olmak, kendi dil evrenini bir süreliğine terk edebilme becerisi gerektiriyor. Alışkanlıkları yıkmayı, kalıplaşmış anlatım biçimlerinin dışına çıkabilmeyi, başkası gibi düşünebilmeyi, başkasının zihin hareketiyle uyumlanabilmeyi gerektiriyor. Bu yazmaya başladıktan sonra da tekrar tekrar öğrenmem gereken bir şey haline gelecekti. Bu kez yerine geçtiğim o başkası, kendi roman karakterlerim olacaktı.
Edebiyatın başkasının yerine geçmemizi sağlayarak empatiyi güçlendirdiğini, diğerkamlığı beslediğini biliyordum kuşkusuz. Bireysel dünyamızın sınırlarını aşmak, farklı deneyimlere dair bilgiler edinmek, ötekinin acısına bakmaktı kurmaca. Fakat Woolf, bana bunun sadece o farklı hayatlara dair malumat edinmekle mümkün olmayacağını gösterdi. Ötekinin zihninden dünyayı algılamayı sağlayan bir edebiyatla başkasının yerine tam anlamıyla geçileceğini gösterdi. Bu da ancak dille mümkündü.
Başkasının yerine geçebilmek demek, başkasının dilinden dünyayı okumaktı. Dışarıdan değil, içeriden bakmak; deneyimi bir gözlem olmaktan çıkarıp, içsel yaşantı olarak var etmek. Okurun roman karakteriyle birlikte bir yaşantı içine girmesinin, bir deneyim edinmesinin yolu, sadece yaşananları aktarmakla mümkün değildi. Roman karakterinin bilincinden dünyayı algılamak gerekiyordu. Gerçeğe ulaşmanın yolu bilinçten geçiyordu. Bilinci temsil edense dil olabilirdi ancak. Bilinci konuşturan dildi. Ama bu sadece içeriksel bir şey değildi, biçimsel olarak da bilincin temsili demekti. Bilincin nasıl bir dile sahip olduğu, ritmi, hareketi, zihnin işleyişini vermek, karakterin gerçeğini temsil etmekte en önemli unsurlardan biriydi.
Fakat bunu yapabilmek için insanın kendi dilinden kurtulması, başka bir bilince teslim olabilmesini gerekiyordu. Ya da kendi içindeki öteki bilinçlerin ortaya çıkabilmesi… Onların keşfi. İnsanın tek bir bilince, tek bir dile, tek bir kimliğe sahip olmadığını da aslında Woolf’tan ve topyekûn edebiyattan, en çok da yazma deneyiminin kendisinden öğrendim. Ama bunu da sonraya bırakalım. Zaten yol bizi oraya çıkaracak.
Kurmacadan Hayata Taşan Etki
Edebiyat belki de başkasının yerine geçmemizi sağlarken, bir dönüşme becerisini besliyor. Başkasına dönüşmek. Başka deneyimlere açılmak. Bunun öncelikli koşulu ise kişinin kendini terk edebilmesi. Kendinden çıkıp, başkasına dönüşebilmesi. Sonra tekrar kendine döneceksin, telaşa mahal yok, ama başka biri olarak. Kendi içindeki ötekileri keşfetmiş biri.
Woolf’un, yazar androjen olmalıdır cümlesi, bu nedenle işte, sadece cinsiyetle ilgili bir cümle olmayabilir kanımca. Kişinin halden hale geçebilme kapasitesinin gelişkinliği, onun okurluğunu da yazarlığını da etkiliyor. Kesin başka şeyleri de etkiliyordur, annelik, babalık, sevgililik falan filan. Ama bizim konumuz o değil. Yoksa o mu? Şuradan bakarsak biraz o; edebiyat bu kapasitemizi geliştiriyor, işin hangi tarafında olursak olalım, yazan ya da okuyan. Kurmacanın sınırlarından hayata taşan bir etki. Kurmaca evrende sabitliğini bozabilen okur/yazar, her durumda ve koşulda kendinden başka bir şey olmama saplantısını kırmış olabilir mi? Farklı olanla kurmaca dünyanın içinde girdiği deneyim sayesinde, gerçeklikte de ona alan açması mümkün mü? Annelik ederken, içindeki kız çocuğunu da uyandırabilir mi mesela okuduğu bir roman sayesinde ve o zaman evladıyla ilişki kurarken, onu daha iyi anlayabilir mi? Karısıyla kavga eden adam, okuduğu roman karakterinin iç dünyasıyla kurduğu bağ sayesinde içindeki dişiyi fark ettiği için, hep olduğundan başka türlü davranabilir mi? (Kendini böyle yakalayınca hemen kitabın kapağını kapatmazsa tabii.)
Neyse… Woolf’un, Mrs. Dalloway’i yazarken, “Toplumsal düzeni eleştirmek, bu düzenin en yoğun biçimiyle nasıl işlediğini göstermek istiyorum” demesi boşuna değil. Woolf düzenin işleyişini insan zihinlerinin içine sızarak, onların yerine geçip, oradan bakma kapasitesini zorlayıp genişleterek, edebiyatının hayata müdahalesini gerçekleştirdi. Yarattığı teknikle, o işleyişi sadece içeriksel olarak değil, biçimsel olarak da gösterdi.
Yazar, okuru da açtığı tünellere davet ettiğinde, o tüneller içinde gezinen okur, düzenin işleyiş mekanizmaları içinde, kendi var oluşunu adeta dışarıdan izleme imkânı bulur. Clarissa Dalloway’in zihninin hareketlerini takip ederken, savaş sonrası toplumunda parti verme arzusu ile toplumsal düzen içinde hayatını bir şekilde sürdürme, yaşama tutunma ve bireysel zevklerine dört elle sarılma motivasyonu arasındaki bağları kurabilir. Bunların kendi hayatındaki karşılıklarını keşfedebilir. Çünkü kurmaca evrende yaratılan bu dil sayesinde, Clarissa’nın zihninden Septimus Smith’in zihnine geçişler yapabildikçe, diyalektiğin gözünü seveyim, iki farklı dünya arasında açtığı bu tünel sayesinde okuru düşündürür. Her iki deneyimi bir arada yaşatır ona. Bir yanda savaş sonrası hayatta kalmanın acısını çeken ve bu acıya tutunan, yaşamın bir anlamı olamayacağını söyleyen Septimus’un zihninin içinden bakar dünyaya. Tünelin bir ucunda o vardır. Onun kelimeleri. Onun ritmi. Onun çağrışımları. Okur onun ruhunu bu dil sayesinde deneyimler. Sonra şu malum tünelden Clarissa’nın zihnine varır. Bu kez ne pahasına olursa olsun parti vermek isteyen bir kadının, ölüm lafını duymaya bile tahammülü olmayan bir kadının zihnine geçeriz. Tırnaklarını hayata geçirmiş olan bu kadın ile hayatla bağlarını tümden koparmış Septimus arasında gidiş gelişi sağlayan tünel, bize toplumsal düzenin işleyişi içinde iki kutbu gösterir. Bize iki yaşam seçeneği, iki tercih, iki dünyayı algılayış arasında mekik dokutur. Böylece okur metin içinde iki başkanın dilini bir arada deneyimler.
Okur bir süreliğine kurmaca evren içindeki bu yolculuğunda kendini terk etmiştir. Başkalarının kimliğine bürünür, bir ona bir ötekine geçer. Bu deneyim sayesinde aslında beyni kendisi üzerine de düşünmeyi bırakmaz. Kendisinin dışına çıkmış olması, roman karakterlerinin yerine geçtiği sırada onların deneyimini de giyinerek, yepyeni bir gözle kendisine bakmasını sağlar. Başkasının dilinde ve zihninde bir deneyim yaşar, böylece kendine bakışı dönüşür, belli bir nesnellik, dışarıdanlık kazanır. Ama aynı anda, bu bakış Clarissa’nın ve Septimus’un deneyimini edinmiş bir bakıştır, üç dil, üç insan, üç hikâye birbirinin içine girer. Okurun Clarissa ve Septimus’un deneyimlerini birleştirmesi, çatıştırması, o diyalektikten faydalanarak yaptığı her tür değerlendirme hem onlara, hem kendine, hem de toplumsal düzene yönelik yeni bir bakış, analiz ve en önemlisi yaşantı yaratır. Okur böylece dönüşür. Kurmaca evrende başkasına dönüşme yaşantısı, okurun gerçeklikteki dönüşümünün zeminini oluşturur.
Yazarına Dokunan Metin
İşte okur olarak yaşadığım bu deneyim, benim edebiyatla ilişkimi etkiledi. Edebiyatın sadece bir hikâye anlatıcılığı olmadığını fark ettirdi. Dili anlatma aracı değil, bir deneyimin aracı olarak kurmak gerekiyordu. Buradan yazar olarak deneyimimin de şekilleneceğini öngörebiliriz. Öyle de oldu. Woolf’un okuru olarak keşfettiğim bu gerçek, benim yazar olarak dile bakışımı etkiledi. Sadece dilimi değil, yazıyla ilişkimi topyekûn etkiledi demeliydim. Mrs. Dalloway’i ve Woolf’un diğer romanlarını okurken bana olan şeye bakınca, şunu düşündüm, muhakkak ki Virginia Woolf’a da bir şey olmuştu. Yazar nasıl yazarsa okur da öyle okurdu. Kendi yazarına bir şey yapmayan metin okura da yapamazdı. Okurun karakterle bir olup bir hikâye yaşayabilmesi için, aynı deneyimin yazarken yazar ile karakter arasında yaşanmış olması gerekiyordu. Yazarın da kendi kimliğini kapıda bırakıp öyle girmesi gerekiyordu metnin içine. Karakterine dışarıdan bakmaması gerekiyordu. O olması gerekiyordu. Ursula Le Guin’in devrim yapamazsınız, devrim olabilirsiniz demesi gibi, roman yazmamak roman olmak gerekiyordu. Ursula LeGuin’den de öğrendiklerim çoktur bu arada.
Virginia Woolf’un yazarken karakterlerine dönüşebilmesinin, onların dilini, bilincini, benliğini bu şekilde yaratabilmesinin formülü neydi? Yok yok bildiğimiz formüllerden bahsedecek değilim. Neyse ki Woolf’uydu, LeGuin’iydi, topu birden bana edebiyatın formüllerle işi olmayacağını da öğretti. Formül yanlış sözcük oldu, sihri demeliyim belki de. Bu işin sihri nerede? Nasıl oldu da Woolf, yazar olmaktan çıkıp karakterinin ruhuna girebildi ve oradan konuşabildi?
Bunun bana göre iki yanıtı var. Biri teknik, diğeri ise felsefi. Felsefiden kastım, Woolf’un sanat felsefesi, yazıyla kurduğu ilişki, metninin poetikası, yazar olarak savunduğu poetika… Ve bütün bunlar kuşkusuz onun arayışıyla ilgili. Arayış demişken bu da Woolf’tan öğrendiğim çok önemli bir şey. Yazarın arayışı olmalı. Herkesin olsa iyi olur ama yazarlıktan konuşuyoruz madem…
Aslında şu arayış meselesinden devam edebiliriz. Zira bence poetikasını oluşturmasını sağlayan şey tam da o. Woolf’un arayışı. Ne arıyordu Woolf? Neyi soruyordu kendine? Bence her edebiyatçının sorması gereken bir şeyi. Zira edebiyat tarihine geçmiş, özellikle de yeni anlatım biçimlerinin ve olanaklarının kapısını zorlamış ve hatta bunları üretmiş yazarların tümü kendine bu soruyu sorduğu, yani arayış içinde oldukları için yapabildiler tüm bunları. Arayışı fişekleyen soru ise şu: Gerçekliği temsil etmenin yolları nedir?
Şükür ki edebiyat tarihi tek bir temsil biçiminin olamayacağını düşünen, araştıran ve kendi yollarını bulan yazarlarla dolu. Aksi halde edebiyat yaşayan bir şeye dönüşmezdi. Tam da bu sayede edebiyat tarihi biçimsel farklılıklar tarihidir. Yöntemler, teknikler, anlatıcı tercihleri, hep bu arayışın sonucunda yenilenmiştir. Benim Woolf vesilesiyle farkına vardığım bu durum, kendi edebiyatımda da arayış içinde olmamı, gerçekliği nasıl kâğıda dökmeli, bunu anlatmanın başka yolları olabilir mi, sorusunu kendime sürekli sormamı sağladı.
Konfor Alanından Çıkmak
Woolf’un alameti farikası olan bilinçakışı tekniğinin kökeninde de bu arayış vardır. Woolf içine doğduğu çağın edebiyatıyla kavgaya tutuşmasaydı, başka bir edebiyatın mümkün olabileceğini düşünmeseydi, bunu araştırmaya, sorgulamaya kalkışmasaydı bilinçakışı tekniğini de düşünemezdi. 1910 Aralık Viktorya çağının sonu, modern çağın başıydı. Woolf buna uygun yeni bir romanın yaratılması gerekliliğine inanıyordu. Bunun için de kalıpları kırmak istiyordu.
İşte bu da Woolf’tan öğrendiklerim listesine eklenmeli. Verili olanı tekrar etmemek. Alışık olunan sularda kulaç atmamak, konfor alanından çıkmak ve risk almak. Farklı bir şey denemeden, yeniye ulaşmanın mümkün olmadığını Woolf’tan öğrendim. Ama bunun denemiş olmak için denemek manasına gelmediğini de. Arkasında bir felsefi düşüncenin olması gerektiğini, edebiyatın işlevi ve sınırları üzerine düşünen yazarların bunu yapabileceğini, verili olanın, yazılıp çizilenlerin sorgulanması gerektiğini, aynı zamanda kendi yazdıklarına da bu eleştirel gözle bakmanın şart olduğunu ondan öğrendim. Bunu neden böyle yaptım, orada karakterin dünyasını niye bu şekilde kurdum, buradaki diyalogda neden böyle bir tarz oluşturdum, bunun hem teknik hem felsefi anlamları nedir? Felsefi deyip duruyorum, peki neden? Gerçeğin temsili meselesi felsefi bir meseledir de ondan. O yüzden bilinçakışı tekniği de basitçe bir anlatım biçimine dair teknik açılım değildir.
Virginia Woolf’un, içinde bulunduğu çağın edebiyatıyla olan kavgasının merkezinde tam da bu vardı. Bir edebi metinde gerçeği temsil etmek nasıl mümkün olur? Peki gerçek nedir? Stendhal’in “roman sokakta gezdirilen bir aynadır” cümlesi sorgulanmaya muhtaç değil midir mesela? Bu soruyu Woolf sordu mu sormadı mı bilmiyorum ama bazı sözleri muhakkak ki sorgulamış dedirten cinsten. Bu konuda Modern Kurmaca isimli denemesi meşhurdur. Orada tartıştığı çağdaşı yazarları “dış gerçekliğe bağımlı olmakla” eleştirir. Stendhal’in aynasına yansıyan dış gerçeklikse, romanı bu şekilde tanımlamak Woolf’a göre çok büyük bir sınırlama getirmektir. Dış gerçeklik, gerçekliğin bütününü yansıtamaz. O halde gerçekliği temsil etme çabasındaki edebiyat, sadece dış gerçeklere, yani olaylara, yani olup bitene, yani sadece söylenen sözlere, yani görüntüye odaklanırsa, görünenin ardındaki gerçeklik eksik kalır. Oysa gerçek bundan ibaret değildir. Hatta öyle ki gerçek daha çok iç gerçekliktir. Dışarıda olup biten olaylar bize yalan bile söyleyebilir, yanıltıcı olabilir. Asıl gerçek, olup biten olayların içindeki insanın içinde olanlardır. “İçinize bakın” der Woolf, “hayat böyle olmaktan çok da uzak görünecektir. Bir an için sıradan bir dimağı alıp sıradan bir günde değerlendirin. Zihin, sayısız izlenimle dolup taşar; önemsiz ya da olağanüstü, uçup giden ya da çelik zırhlığında kazınıp kalan.”
İşte bilinçakışı tekniği dış gerçekliği iç gerçekliğin izlenimi yoluyla vererek bütünlüklü bir gerçeğe ulaşma arzusundan doğar. Tam da bu yüzden geleneksel romanın üst üste dizilmiş tuğlaları andıran yapısının tam zıddını yaratır. Tünel açma meselesini düşünün. Benim ilk okuduğumda kaybolup gitmelerimi. Lineer akışın altüst oluşuna hazır olmayan zihnim, geleneksel romanın yarattığı okuma alışkanlığım bu yüzden zorlanmıştı muhakkak.
“Hayat simetrik şekilde yerleştirilmiş bir dizi fayton lambası değildir” der aynı denemesinde. Ve şöyle devam eder, “biz romanın esas yakışık alır mahiyetinin, düzenin bizi inandırmak istediğinden, biraz daha başka olduğunu ileri sürmekteyiz”. Bu cümle de aslında teknik dediğimiz şeyin arkasında bir poetika olduğunu gösterir. Woolf’tan öğrendiğim en önemli şeylerden biri de budur zaten. Teknik üzerine düşünmek poetika üzerine düşünmek demektir. Yazının felsefesi, politikası üzerine düşünmedikçe yazar yeni bir şey yapamaz. Yazarın amacı icat çıkartmak değildir. Woolf, hayatın bizi inandırmak istedikleri gibi belli bir düzen içinde akıp gittiğini göstermeyi reddederek devrim yapmıştır. Bu hem biçimsel hem içeriksel bir devrimdir. “Tüm kalıpları kırmaya, duyduğum ve düşündüğüm her şey için yeni bir var olma biçimi, yani yeni bir ifade biçimi bulmaya kendimi zorladım” diyor 1934 yılında günlüğünde. Var olma biçimi ile ifade biçimi arasında mutlak bir bağ olduğuna işaret ediyor böylece.
Yazarın Kazı Alanı
Woolf’un Benlik Üzerine Denemeler kitabına yazdığı sunuşta Joanna Kavenna şöyle diyor: “Woolf sınırlı, sonlu benliğin tabiatı (Ben kimim? Diğer herkes kim?) ya da bireysel deneyimin nasıl kavranıp ayırt edilebileceği ve aktarılabileceği hususlarında büyülenmişçesine takıntılıdır.” Mina Urgan’ın deyimiyle, Virginia Woolf’un kişilerin duyduklarını ya da düşündüklerini, hemen o an ve hiçbir değişime uğratmadan aktarmak istemesi de bu takıntının ürünü olmalı. Kim olduğumuzu araştırıyorsak, nasıl düşündüğümüzü, zihnimizin hareketini gözlemlemeliyiz. Zihinde belirip kaybolan her şeyi kayda geçirebilirsek belki o zaman kendimizi ve diğerlerini anlama şansımız olur. Woolf, bireysel ve toplumsal olarak gerçekliği birbirinden koparmaz. Bireyin gerçekliğinde ne kadar derinleşirsek toplumsal gerçekliğe de o kadar ulaşmış oluruz. “Bireysel olan politiktir” düşüncesinin öncülü Woolf sayılabilir bu açıdan. Romanlarımın her biri politik meseleleri tartışır, anneliğin kutsallığı, ebeveyn iktidarı, erkeklik inşası, ötekileştirme, ırkçılık vb. Ama hepsi bireysel olanın kazısı esnasında ortaya çıkan malzemeden örülür. Bunu yapmayı Woolf’tan öğrendiğimi söyleyebilirim.
Peki bu kazının alanı neresidir? Kurmaca evren, tamam da, kimin bilincinde kazı yapar yazar? Yarattığı karakterlerin zihninde, evet. Orası belli. İyi de o karakterler aslında yoklar. O halde yazarın yarattığı karakterin bir kaynağı olsa gerek. Yazarın malzemesi kimdir? Yazının laboratuvarı neresidir, diye de sorabiliriz soruyu. Yazar kazısını hangi alanda yapar ve kimin beynini açıp inceler? Öncelikle kendi zihnidir. Virginia Woolf’un günlüklerini okuyan görecektir. Onun kendisiyle ne kadar çok uğraşan biri olduğunu. Kendi bilincinin işleyişine nasıl odaklandığını. Zihninin nasıl işlediğini sürekli mercek altına almış bir yazar görürüz orada. Hem zihnin işleyişini hem de içinden geçip giden her tür duyguyu, düşünceyi kayda alan, üzerine kafa yoran bir yazar. Fakat oraya sıkışıp kalmaz. “Diğerleri kim?” sorusunu sormayı ihmal etmez. İşte Virginia Woolf’tan öğrendiğim bir başka şey. Kendine dönük o bakışı, roman karakterleri üzerinden ötekine çevirmek, kendinden topladığın malzemeyi bir öteki olan karakterin dünyasında başkalaştırmak, onun senin uzantın olmadığının bilincinde olmak, bunun için de başkalarına bakmayı ihmal etmemek. Yakın çevre, uzak çevre; okunan romanlar, izlenen filmler; her tür dış gözlemi, içeriden topladığın malzemeye katmak. İkisini birbirine karmak. Ordan yoğurduğun hamurla karakteri yaratmak. Woolf, bunu içten dışa, dıştan içe doğru bir hareket olarak tarif ediyor. Kendi içine baktıktan sonra, bu bakışı dışarı yöneltmek ve dışarıdakinin içine bakarken ortaya çıkan deneyim sayesinde yeni bir bakışla kendine tekrar döndürmek o bakışı. Yani aslında okurun roman karakterleriyle özdeşleşerek gerçekleştirdiği dönüşümü, yazar da yaşıyor, yazarken. Benim görüşüme göre, bunu yaşayan bir yazar okurunu dönüştürecek bir yaratımda bulunabilir ancak. Kendisi dönüşmeyen yazar, okuruna hiçbir şey yapamaz. Dikte eder, vaaz verir, bildirimde bulunur, hikâye anlatır ama konuşmamın başında söylediğim o dönüşümü gerçekleştiremez. Virginia Woolf, kendi içindeki Clarissa ile Septimus’u bulduğu için, iç dünyasındaki yaşama arzusu ile ölüm isteğini, bu iki kutbu keşfedebildiği için biz okurlar da o romanda bu özdeşleşmeyi yaşayabildik. Yazarın özdeşleşmesi metin yoluyla bize bulaştı. Ama aynı zamanda, bunu sadece bir iç döküm olmaktan çıkaran şeye sahipti Woolf. Bireysel olanın politik tarafını görebildiği için, bireysel deneyimini karakterin deneyimine dönüştürebildi. Bireysel keşfini, okurun keşfi kılabildi. Onu toplumsallaştırabildi. Bizi de ilgilendiren bir meseleye bağlayabildi.
Bunu nasıl yaptı? Birincisi kendine dönük bakışına hapsolmayarak. Bakışını ötekine de çevirebildiği için, iç ve dışı harmanlayabildiği için. İkincisi de bunun politik anlamı üzerine düşünen bir yazar olabildiği için. Tam da bu sayede Clarissa’nın yaşama tutkusunu, ne olursa olsun parti verme takıntısını, savaşa, ölüme, çürümeye rağmen kendi bireysel arzusunun peşinde koşmasını, orta sınıfın ve entelijansiyanın eleştirisine dönüştürebildi. Oysa Clarissa biraz da kendisiydi. Nasıl olur, diyebilir kimileri. Öyle ya kendini eleştiren, kendindeki “kötü”yü görmekten kaçınmayan yazarlara alışkın değiliz. Woolf işte bunu da yapabilmesiyle çok şey öğretti bana. Ancak bunu yapabilen bir yazarın, okurunda kendine yönelik bir eleştirel bakış yaratabileceğini. Sadece iyi karakterlerle özdeşleşip, kötüyü dışarıya atfetmedi Woolf. Clarissa onun kendi içindeki yaşam arzusuna bakarak kurduğu bir karakter değildi yalnızca. Aynı zamanda kendisinin bu savaş sonrası toplumunda, bu militarist dünyanın ortasında, bu ölüm kokan Londra sokaklarında hâlâ roman yazma arzusu duyuyor olmasıyla girdiği bir hesaplaşmaydı. Hesaplaşmanın mümkün olması için yüzleşme gerekir malum.
Yazı, Yazarını Aklamaz
İşte ben de Woolf’tan bunu öğrendim, yazarın da kendi içindeki kötüyle, çıkarcıyla, despotla, iktidarla, korkakla, caniyle yüzleşmesi gerekir. Yazı o zaman bir iç dökme olmaktan çıkar. Yazı yazarın kendi mağduriyetini tekrar tekrar kurgulayıp kendine acıdığı bir alan olmamalıdır. Yazı gerçek bir yüzleşme ve dönüşüm getirecekse, yazarın o hesaplaşmayı yapması gerekir. Yazı, yazarını yücelten bir şey olamaz. Onu aklamaz. Onu kurtarmaz. Woolf sayesinde düşündüm bunları.
Böylece sadece sempati duyacağımız, onun için üzüleceğimiz, hep duyarlı, hep mağdur, hep hassas, hep derin bir ruhsal dünyaya sahip karakterler yazmamam gerektiğini keşfettim. Böylesiyle özdeşleşmek kolaydır. Hatta biraz da yücelticidir. Acı çeken, haksızlığa uğrayan bir karakterle girdiğimiz özdeşlik nadiren bir sorgulama yaşatır. Çoğunlukla sırtımızı sıvazlatır. Ama hiç kimse her zaman haksızlığa uğrayan olamaz. Hepimiz bazen bu denklemin öteki tarafında bulunmuşuzdur. Yazar bakışını içeri yönelttiğinde odada sadece iyi şeyler görmez. Bunu fark etmek ve onunla dürüstçe yüzleşmek gerekir. Yazı sadece içindeki mağduru dışarı çıkartmak için değil, içindeki kötüyü, içindeki erili, içindeki zorbayı da dışarı çıkartmayı sağladığında, yazar kendi karanlığına bakma cesareti gösterdiğinde, okur da bunu yapabilir. Özdeşleşebileceğimiz kötüler yaratmam gerektiğini ve ancak o zaman içimizdeki kötülükle yüzleşebileceğimizi, yine ancak o zaman kötülüğü anlayabileceğimizi bana Woolf öğretti.
Virginia Woolf sürekli kendisiyle uğraşan bir yazardır. Yazarken de öyledir. Kendisiyle uğraşan ve uzlaşmayan. Kendi yazarlığına yönelik eleştirel gözü oldukça sert ve acımasızdır. Şöyle der mesela günlüğünde:
“… ebediyete ucuz bilmişliklerin, bilmiş bilmiş hicivlerin ve hatta, düşünüyorum da, bayağılıkların – kaba sabalıkların yazarı olarak geçeceğim, mezarda bile peşimi bırakmayacak bunlar.”
Bu neredeyse yıkıcı eleştirellik onu yıkmaz fakat. İlginç bir doz ayarı vardır. Kendisini eylemsizliğe itecek bir sertlik değildir onunki. Ama yazdıklarına karşı sorgulayışını yitirmemesini sağlar. Yine günlüğünden okuyalım:
“İnsan yazarken derin duygulardan yola çıkmalı der, Dostoyevski. Peki ben çıkıyor muyum? Yoksa kelimelerle bir şeyler mi uyduruyorum?” Bu sorgulama kelimelerle bir şeyler uydurmaması gerektiğini kendine hatırlatmanın yoludur. Devam edelim: “Hayır sanmıyorum. Bu kitapta neredeyse çok fazla düşünce var. Hayatı ve ölümü, aklı ve deliliği vermek istiyorum; toplum düzenini eleştirmek istiyorum, onu işlerken göstermek istiyorum, en yoğun haliyle.” dedikten sonra bir anda yine kendine dönük eleştirelliği geri çağırır: “Ama belki de bunları söylerken numara yapıyorumdur.”
Onun eleştirelliği aslında bir tür dürüstlüktür. Virginia Woolf kendini kandırmayan, kendi asla eylemeyen bir yazardır. Bununla doğrudan ilgili değilse de günlüğündeki şu cümleyi ben buraya da yapıştırabileceğimizi düşünüyorum: “Tek tehlike insanın kendisi galiba. Gene de el yordamıyla gitmeli, denemelerde bulunmalı.”
İnsan kendini kandırmaya başlarsa, hataya düşmeyeceğine kendini inandırırsa, ben yaptım olduculuğa kapılırsa, özgüvenin yerini kibir alırsa bu çok büyük bir tehlikedir. Woolf’tan öğrendiğim en önemli şeylerden biri de budur işte. İnsanın içindeki yozlaşma potansiyeline karşı uyanık olması.
Döktüğü Kalıbı Kırabilen Yazar
Bu eleştirel bakışın diğer tarafı, yazısında tekrara düşmeme çabasıdır. Hatta yeri geldiğinde kendi döktüğü kalıbı kırar. Şöyle der günlüğünde: “Usta bir yazarın ustalığının işareti, döktüğü kalıbı fütursuzca kırabilmesidir.”
Kibre kapılmayan özgüven yapabilir bunu ancak. Döktüğü kalıbı kırabilmek kişinin ancak her şeyi yeniden inşa edebileceğine güvenmesiyle mümkündür. Ama aynı anda kendi yaptığına hayranlık duymamasıyla da.
Yazdıklarımdan vazgeçebilmem gerektiğini bana öğreten bir cümledir Woolf’un o cümlesi. Kurduğum kalıpları kırdım mı kırmadım mı, bunu ben bilemem. Ama her zaman yeni bir şey denemem için bir önceki yaptığıma sıkı sıkı bağlanmamam gerektiğini öğrendiğimi söyleyebilirim. Kendi yazdıklarıma hayran olmamayı başarmam gerektiğini biliyorum. Bazen sayfaların çöpe gitmesi, daha iyisinin yazılabilmesi için şarttır.
Bütün bunlar da çalışkanlık gerektirir. Ben yazdım oldu diyen bir yazarın çalışmaya ihtiyacı yoktur. Günlüğüne yazdığı şu satırlarda kalıpları kırmak ile çalışkanlık arasındaki ilişki açık:
“…kalıplarımı, istediğim gibi, olabildiğince kırmalıyım. Her türlü denemeye girişmeliyim. … bütün zamanım yazacağımı düşünmekle geçiyor.”
Düşünmek çalışmanın en önemli parçasıdır kuşkusuz. Çalışmayı, sürekli yazmak olarak algılayan bir yazar değildir Woolf. Aklını fikrini romana yatırmaktır çalışmak. Her anını ele geçirir. Romanı adeta yaşar. Her ne yaparsa yapsın odağında yazmakta olduğu roman vardır. Elinde kağıt kalem olmadığında bile zihninden cümlelerin akışını görür. Sahneler canlanır. Bazen rüyasında görür. Yazı hayatın her anındadır. İşte böyle bir konsantrasyon ve adanmışlıkla çalışır Woolf. Bu öğrenilecek bir şey midir bilmiyorum.
Adanmışlık olmadan roman yazmanın mümkün olmadığını gösterdi bana Woolf. Woolf’tan formüller, şablonlar, hatta yöntemler öğrenmedim. Ondan kendi yöntemimi bulmayı öğrendim. Zihnin çalışma biçimleri üzerine düşünürken, aslında kişinin kendi zihnini de keşfettiğini görmek, o çalışma biçiminin ne tür bir yöntemle daha da verimli hale gelebileceği konusunda yönlendirdi beni. İnsan kendini tanıdıkça, doğru yöntemi, kendisi için doğru yazma ve okuma biçimlerini de keşfediyor. Woolf’un kendi zihnine tuttuğu mercek, bana bu anlamda ilham oldu. Ben de aynısını yapabileceğimi gördüm.
“Şu anda Mrs. Dalloway’in üzerinden dört nala geçmekteyim, en baştan tamamen daktiloya çekiyorum. Dışa Yolculuk’ta da aşağı yukarı böyle yapmıştım; iyi bir yöntem bence, böylece insan ıslak bir fırçayla bütünün üzerinde çalışabiliyor ve ayrı ayrı oluşturulmuş ve kurulmuş parçaları birleştirebiliyor.”
Woolf’un kendine yönelik inceleyici bakışı, yazma yöntemi üzerine sürekli düşünmesi, yaptıklarına dönüp bir daha bakması, neyi neden nasıl yaptığını çözümlemesi… Bunlar örnek aldığım özellikleri oldu. Çalışkan bir yazar olmanın anlamını buralarda buldum. Çalışkan yazarın, yetinmediğini onun günlüklerinde gördüm. Okuma programından çalınmış bir on dakikanın bile güncesine not edilmesi etkileyiciydi. Kendi yazısına yönelik memnuniyetsizlik anlarında dilini temizlemek için öteki yazarlara sarılması, panzehirini okumakta bulması müthiş bir örnekti benim için. Mesela şöyle diyordu bir yerde:
“Bir benzetme daha, benzetme olduğunu düşünmeden. Ne yapıp edip Hume’un Denemeleri’ni bulmalı ve içimi temizlemeliyim.”
Günlüklerinde geçen “Amaçlı okumalarımdan haz alıyorum” cümlesinin altını çizmişim. Şimdi kendi çalışma yöntemime bakınca bu cümlenin altını çizmiş olmamın sonuçlarını görüyorum. Bir romanın fikri doğduğunda, o fikri beslemek, derinleştirmek, hikâyeyi oluşturmak için yaptığım uzun erimli okumaların bana nasıl haz verdiğini görebiliyorum. Yazarlığımın mayasında bu okumaların ve yazmaya hazırlanma sürecinin çok büyük bir payı olduğunu biliyorum. Bunu da Woolf’tan öğrendiklerim listesine hiç gocunmadan koyabilirim.
Yazarın Piyasayla Mesafesi
Son olarak Woolf bana, yazarın mücadeleci olması gerektiğini öğretti. Piyasa koşullarına teslim olmadan yazmanın önemini en çok ondan feyz alarak düşündüm. Piyasanın talepleriyle arama koyacağım mesafeyi ayarlarken bana en çok ilham veren iki yazardan biridir Woolf. Ötekiyse Ursula K. LeGuin tabii ki.
Bunun güçlü bir karakter, güçlü bir itiraz becerisi, kararlılık ve yazar olarak kendine güven gerektirdiğini bu iki yazara bakarak akıl etmek zor değil. Bir de tabii piyasa ile ilişkiyi düzenlemek, piyasanın manipüle ettiği okurla ilişkiyi de düzenlemeyi gerektiriyor. Bu da yine okur için yazmak ile okura yazmak arasındaki fark üzerine düşünmek demekti. Bilge Karasu sağ olsun. Woolf yine bir gün şöyle yazmış günlüğüne: “Okur hatırına yapaylığa gitmeden, insanların dediklerine aldırış etmeden yazmaya devam edeceğim.”
İşte bu ısrar mücadeleci yazar olmayı gerektiriyor. Bir kere piyasanın dayatması karşısında taviz vermeyen, kendi arzusuna sahip çıkan bir yazar olmayı gerektiriyor. Arayışının onu götürdüğü yerde kendi metnine hayran olmamayı, eleştirel bakışı yitirmemeyi ama ortalamanın beğenisini karşılama hatasına düşüp de kendi arayışına ihanet etmemeyi… Ne yaptığını iyi bilen bir yazar bu anlamda güçlüdür. Esen her rüzgârda yelkenleri suya indirmez. Virginia Woolf, eleştiriler karşısında hassastı, bazen yıkım bile yaşadığını yazıyordu günlüklerine, olumsuz yargılardan duygusal olarak etkileniyordu ama eninde sonunda kendi bildiğini okuyordu. Yargıları umursamıyormuş gibi yapmak değil, onlara rağmen doğru olduğuna inandığı şekilde yazmak, herhalde Woolf’ta örnek aldığım, başarmayı arzuladığım bir diğer özelliktir.
Virginia Woolf Kendine Ait Bir Oda metniyle dünyada ve ülkemizde pek çok kadın yazara ilham oldu. Yazarın karşılaştığı ekonomik zorluklar, hele ki bir kadın yazar söz konusu olunca çok daha sertti. Fakat bence Woolf hem o yazıda hem de tüm yaşamı boyunca bize asıl önemli olanın zihnin içinde kendine ait bir oda yaratmakta ısrar etmek olduğunu gösterdi. Bana öğrettikleri üzerine düşününce hepsini kapsayan başlık bu olur herhalde. Zihnin içinde kendine ait bir oda yaratabilen kişi bunların hepsini yapabilir çünkü. Sihir o odada.