Prömiyerini Venedik Film Festivali’nin Orizzonti (Ufuklar) bölümünde yaptıktan sonra Antalya Altın Portakal Film Festivali’nden “En İyi Kısa Film” ödülüyle dönen Neredeyse Kesinlikle Yanlış, 23 Ocak – 5 Şubat tarihleri arasında düzenlenecek Sundance Film Festivali’nin resmi kısa film programına seçildi. 12 kısa filmin yer aldığı uluslararası kategoride Türkiye adına yarışacak tek yapım olan film, Suriye’deki savaştan kaçarak İstanbul’a göçen iki kardeşin hayatlarından bir kesit sunuyor. Cansu Baydar’ın yazıp yönettiği Neredeyse Kesinlikle Yanlış’ın başrollerini ise Rahaf Armanazi ve İsa Bektaş paylaşıyor.
Venedik’ten sonra Sundance gibi bağımsız sinemanın en önemli platformlarından birinde yer alacak olmak nasıl bir duygu? Filmin yapım sürecinde böyle bir başarıyı bekliyor muydunuz?
Bu festivaller gerçekten büyük organizasyonlar ve çok prestijli seçici kurulları var. Festivalin çapı filmin daha geniş kitlelere ulaşmasını sağlıyor. Tüm bunlar inanılmaz mutluluk verici. Hem kendim ve ekip adına hem de film adına çok seviniyorum. Festival süreci benim için tamamen yeni. İlk filmim olduğu için açıkçası ön görebildiğim pek bir şey yoktu. Hikâyeyi ve karakteri çok seviyordum, üzerine çalışmaya doyamıyordum. Sonrasında ekip olarak film için obsesif bir şekilde çalışmaya devam ettik. Bu emeğin fark edilmesi ve görünür olması gerçekten harika bir his.
Neredeyse Kesinlikle Yanlış’ın senaryosu ve ana karakteri üzerinde çalışırken sizi motive eden unsurlar nelerdi? Başka bir deyişle, filmin ortaya çıkış sürecinde hikâyenin çekirdeğinde hangi temalar yer alıyordu?
Filmin ortaya çıkış noktası, Berkun Oya’nın Cici (2022) filminde yapımcı asistanı olarak çalıştığım döneme denk geliyor. Çekimleri İzmit’te yapıyorduk. İşte İstanbul’dan uzakta, bir otel odasında sürekli kitap siparişleri veriyordum ve kendimi okumaya vermiştim. Bu süreç bana aynı zamanda yazmak için de bir fırsat sundu. Yıllardır da yapmak istediğim bir şeydi yazdığım bir filmi çekmek. Bir yandan da Türkiye’den gitmek gibi bir fikir vardı aklımda. Mesela üniversitenin ilk yılını Berlin’de okumuştum ve acaba Berlin’e gidip biraz orada mı vakit geçirsem diye düşünüyordum. Öte yandan babaannemin hikâyesi bende bir etki bırakmıştı. Babaannem 20’li yaşlarında Yunanistan’dan Türkiye’ye göçmüş. Yani ben aslında bir göçmen ailesinde doğdum. Yazmaya başladığım dönemde ise Türkiye’deki göçmenler üzerine çok fazla sokak röportajı yapılıyordu ve “göçmen krizi” denilen şey mülteci nefretine dönüşmüştü. Yine bu dönemde benim başucu kitabım ve toplumsal cinsiyet eşitsizliği üzerinden savaşa ve faşizme bakan Virginia Woolf’un Three Guineas (1938) kitabını okuyordum. Bu kitapla birlikte, benim göçmen bir aileden gelişimin ve gitme arzumun da etkisiyle, yazmaya başladım aslında. “Göçmen krizi” üzerinden mülteci nefretine dönen söylemde de odaklanmak istediğim yer, zorla yerinden edilmek ve daha iyi bir hayat arayışı içinde olmaktı; çünkü demek istediğim şey, kriz ve mesele olanın göçmenler ve mülteciler değil savaşın kendisi olmasıydı.
Aslında film ana eksenini göçmen bir kadının etrafında kursa da “bir yere ait hissedememek” ve “daha iyi bir hayat peşinde koşmak” gibi daha geniş ölçekte yorumlamalara da imkân sağlıyor diyebilir miyiz?
Evet, bu temalar benim bu konuyla ilgili temel sorularım arasındaydı; fakat bir yandan, gitmeye başladığında o yolculuk nereye kadar sürüyor ya da gitmekle bitiyor mu? Hanna da Suriye’den İstanbul’a gelmiş bir kadın ama Almanya’ya gitmenin hayalini kuruyor ve daha iyi bir hayatı düşlüyor. Yolculuğun devam ettiği bir araf aslında burası. Mesela senaryonun ilk versiyonunda hikâye Almanya’da geçiyordu. Hanna, Türkiye üzerinden Almanya’ya gitmişti ve arkadaşı Esra da orada yaşayan Türk-Alman bir ailenin kızıydı. Aslında iki tane göçmenlik katmanı vardı; fakat nihayetinde hikâyenin İstanbul’da geçmesi gerektiğine karar verdim ve bir araf temsiline odaklandım.
Filmin hikâyesine ilham olan noktalardan birisinin de toplumsal cinsiyet rolleri olduğundan bahsettiniz. Bu bağlamda, filmdeki abla-kardeş ilişkisini nasıl değerlendirirsiniz?
Hanna karakteri kendi arzularının peşinden gitmekte ısrarcı bir karakter ve bu ilhamı biraz kendi içimde hissettiğim duygulardan ve etrafımda beslendiğim kadınlardan aldım. Bu noktada iki farklı bakış açısından bahsedebiliriz: geleneksel aile rollerinin savaş sebebiyle sarsılması ve yabancı bir ülkede genç bir kadının kimlik inşası. Hanna evde kardeşine bakmakla yükümlü ve artık zorunlu bir ebeveynlik söz konusu ama bu duruma- kardeşine karşı çok şefkatli olsa da- annelik rolünü üstlenerek yaklaşmıyor. Öte yandan dediğim gibi arzularının peşinden koşmaktan da korkmuyor. Hanna ile İbo’nun gerildiği bir sahne var filmde. Hanna İbo’nun evinden gitmesini istiyor. Söz konusu sahne İbo’nun evinde olsaydı ve o Hanna’nın evden gitmesini isteseydi herhangi bir tehlike yaşanmayacaktı. Ancak kadının evinde oldukları ve bir erkeğe evinden gitmesini söylediği için bir anda neredeyse filmin türünü değiştirecek bir gerilim yaşanıyor. Çünkü bizim olabileceklere dair bir belleğimiz var ve ihtimaller hepimizi korkutuyor.
Nader karakterinin okuduğu bir test sorusunda geçen “kesinlikle yanlıştır” ibaresi, aynı zamanda filme ismini de veren bir detay. Peki, filmin hikâyesinde “neredeyse” kesinlikle yanlış olan şeyler nelerdir?
Genel olarak dünyanın bütün düzeni ve sistemi kesinlikle yanlış olmaya neredeyse kadar yakın; fakat filmin ismi asıl olarak başka bir yerden geliyor. Daha senaryonun ilk aşamalarında gökyüzüyle bağlantılı atmosferik bir abla-kardeş hikâyesi anlatmaya niyet ettiğimde filmin adını koymuştum; çünkü yine o dönem okuduğum bir kitaptan etkilenmiştim. Zihin Felsefesi üzerine çalışan Thomas Negal adında bir felsefeci var ve bu isim aslında Negal’ın kitabının bir alt başlığı. Kitabın içinde zihin felsefesi üzerine yazılmış “Bir Yarasa Olmak” adında bir makale var ve bu makale de şunu tartışıyor: Hiç kimsenin zihnine girip onun gibi düşünemeyiz ya da kendimizi o kişinin yerine koyamayız. Bu durum benim kurmaca bir şeyler yazarken üstüne hep düşündüğüm, kendimi zorlamaya çalıştığım ve biraz da kendimle alay ettiğim bir noktaydı. Neticede öznesi olmadığım bir hikâyeyi anlatmaya kalkışma cüretimle dalga geçmek için koyduğum bir isim ama bir yandan tabii ki dünya sistemiyle ilgili önemli şeyler de çağrıştırıyor.
Neredeyse Kesinlikle Yanlış’ta kesinlikle yanlış olmayan noktalardan birisi de hareketli kamera estetiği. Bilinçli olarak tasarlandığı belli olan bu mobil çerçeveleme tekniğinin anlatıya olan katkıları nelerdir?
Aslında hareketli kamerayı sinemada hep çok seviyorum. Mesela bunu Rumen sinemasında da sık sık görebiliyoruz. Tabii ki her film için kullanılabilecek bir teknik değil ancak bu hikâye özelinde bu yönde bir seçim yaptık; çünkü dediğim gibi aslında bir araf hikâyesi. Türkiye bir noktada Hanna için Suriye ve Almanya arasında bir köprü görevi görüyor. Bu yüzden biz de bütün iç mekânları buna göre seçtik. Özellikle dikkat ettiğimiz noktalardan biri, kuaförde de evde de iki farklı odayı bağlayan koridorlar olmasıydı ve kamera hep bu iki oda arasında ve koridorda hareket ediyor. Hareketli kamera olmadığında o hissi verebilmek de daha güç olacaktı. Seyirci tarafından bu detaylar tam olarak okunabiliyor mu bilmiyorum ama kameranın hareketleri kesinlikle hikâyenin duygusunu destekleyen bir şeye dönüşüyor. Görüntü yönetmenimiz Barış Özbiçer de harika bir iş çıkardı. Kendisi zaten teknik konuda çok yetkin birisi ve çok hassas bir duygu kavrayışı var. Kamerayla yekpare olup hikâyeyi izleyerek filme dönüştürüyor.
Nader karakterini canlandıran İsa Karataş, filmde harika bir performans veriyor. İlk filminizde bir çocuk oyuncuyla çalışmak nasıl bir deneyimdi ve nasıl bir süreç takip ettiniz?
Yapım sürecinde oyuncu koçu Kutay Sandıkçı ile çalıştık ve İsa’yla da 2 ay kadar çalışma yaptık. İsa haftada 2-3 gün bize geliyordu ve birlikte tekrar tekrar sahnelerin üzerinden geçiyorduk. Her şeyden önce İsa’yı kameraya alıştırmak gerekiyordu. Metni ezberlemiş gibi olmaması ve kameraya bakmaması için çalışmalar yaptık. Ne zaman ki İsa bizim yanımızda rahat ve kendi gibi davranabilecek kadar güvende hissetmeye başladı, o zaman içinden harika bir oyuncu çıktı. Tabii ki çok fazla prova aldığımız için çok fazla şey deneme fırsatımız da oldu. Gündelik hayatta İsa olarak karşılaştığı duyguları yakalayıp senaryonun sahnelerinin içine çektik. Hem hareketleri daha doğal yakalamak hem de bazı lafları onun diline oturtmak için çabaladık. Aynı zamanda Hanna’yı oynayan Rahaf Armanazi’yle uyumuna da dikkat ettik; çünkü İsa’nın sadece kendi karakteriyle değil aynı zamanda ablasıyla olan kimyası da bizim için çok önemliydi. Onların da birbirleriyle yeteri kadar vakit geçirmesini istedik. Mesela İsa’yla Rahaf baş başa yemeğe de çıktılar ve sonrasında provalar aldık. Rahaf, İsa’ya ne yapmak istediğini sorup beraber aktiviteler düzenliyorlardı. Dolayısıyla, evet, ilk filmimde bir çocuk oyuncuyla çalışmak zordu; fakat güzel bir süreç geçirdik.
Filmin dünyasını inşa ederken ilham aldığınız filmler oldu mu? Olduysa bu filmlerde sizi etkileyen ve ilham veren noktalar nelerdi?
Dardenne Kardeşler’den ve Andrea Arnold’dan bahsedebilirim. Dardenne sinemasında gördüğümüz hareketli kameradan biraz bahsettik; fakat Arnold sineması da kadın karakterlerin kompozisyonu açısından büyük bir ilham kaynağıydı. Biraz böyle kadın karakterlerin gücü, ayrıksılığı ve kırılgan tarafın da kabulüyle daha güçlü bir karaktere dönüşmesi beni hep etkilemiştir. Bu noktada Rahaf’a karakterin birkaç tavrına çalışmak için izlettiğim iki film vardı: Fish Tank (2009) ve Duvara Karşı (2004).