Yıl 1952… Kuzey Anadolu Fay Hattı üzerinde yer alan Hasankale’de bugünkü adıyla Pasinler ilçesinde, 3 Ocak 1952’de saat 08:03’te meydana gelen depremde onlarca kişi hayatını kaybeder; yüzlerce ev kullanılamaz hale gelir. O yıllarda Anadolu’yu bir uçtan bir uca dolaşarak dönemin önemli toplumsal sorunlarını Cumhuriyet gazetesi için kaleme aldığı röportajlarla gündeme taşıyan Yaşar Kemal, depremin ardından bölgeye giderek tanıklıklarını kaleme aldı. Edebiyatımızın usta kaleminin Erzurum depremini anlattığı Hasankale Yerle Bir başlıklı 10 adet röportaj içeren dosyada anlatılanlar, 6 Şubat’ta meydana gelen Kahramanmaraş merkezli depremlerde yaşananlarla benzerlikler içeriyor.
Aradan 71 yıl geçmesine rağmen bugün içinde bulunduğumuz felaket günlerinden de izler taşıyan bu röportajlarda dile getirilenler, ne yazık ki güncelliğini koruyor. Tüm bu satırlar hiç ders alınmadığının, bir arpa boyu yol gidilemediğinin kanıtı gibi…
(…) Geceden beri sürüp gelen tipi göz açtırmıyor. Kahredici bir ayaz var. Kar, telgraf direklerinin yarısını buldu. Dağ, taş, ağaçlar, bütün dünya donmuş.
İşte bu ayazda, bu kışta kıyamette Pasinler ilçesinin evsiz barksız kalan 37 köyünün 16.473 insanı hep çadırda barındırıyorlar. Bu 37 köyün hayvanları da hep kar altında ve kırılıyorlar.
Bu köylerin insanları, boyuna sürüp gelen sarsıntılardan dolayı evlerine giremiyorlar. Zaten içine girebilecek gibi olan pek az ev var. Bazısı yerle bir, bazısı çökmüş, birçoğu çatlamış.
Köylüler diyorlar ki: “Bu evleri şimdi don ayakta tutuyor. Bahar yağmurları başlayınca evlerin hepsi sapır sapır dökülecektir.”
Doğru da söylüyorlar. İnsan zelzele olmadan bile bu taş ve toprak yığını mağaraların nasıl olup da ayakta durduğuna şaşıp kalıyor.
Zelzele dört köyü götürdü. Ölen öldü. Kalanların dertlerine elbette derman bulunacaktır. Bulunuyor da. Fakat işin asıl feci tarafı, çadırlarda yaşamak zorunda kalan 37 köyün 16.473 insanını soğuk götürecektir.
Bu hayat on gün daha böyle sürüp giderse zelzelenin yıkımı soğuğun yıkımının yanında hiç kalır.
Uzun boylu perişan kılıklı ve kahrolmuş, bitmiş bir yüzü olan köylü konuşuyor: “Beyim,” diyor, “keşke zelzelede ölseydik de bu hallere düşmeseydik.”
“Neden?” diye soruyorum. “Hükümet yardım etmedi mi?”
“Yardım etti. Allah devlete millete zeval vermesin. Zelzelenin olduğu gün çadırları ulaştırdılar. Ama çadır! Çadırda geceleri yatılmıyor. Sigara kâğıdı gibi ince bez çadırlar. Çadırların içi buz tutuyor. Yorganlarımızın üstü buz tutuyor. Çocuklar sabahlara kadar titreyip ağlıyorlar. Elleri, ayakları buz.”
“Soba vermediler mi?” diyorum.
“Isınmak için çadırın içinde gece gündüz soba yanması gerekir. Ben milyoner olsam param gene dayanmaz bu kadar oduna. Bu şekilde yaşamaya, bir haftada kimse dayanamaz. Ejderha olsa dayanamaz.”
Bir başkası konuşuyor: “Benim yorganım döşeğim de yok. Bütün eşyalarım çöküntü altında kaldı.”
Bir kadın, avurtları avurtlarına geçmiş ve yüzü kapkara kesilmiş: “Gel bey, bizim çadıra bak!” diyor. “Çocuklar hasta, yorganların üstü de buz tutmuş.” Gidip bakıyor, gördüklerime inanamıyorum.
Bir köylü: “Bey” diyor. “Sen daha ne gördün ki. Dün bir delikanlı öldü Hasankale’de. Ölüsü yatakta buza yapışmış. Ölüyü buzdan biz zor ayırdık.”
Korku. Soğuk korkusu, donmak korkusu. Zelzele ve ölüm korkusu. Bu içleri çürümüş adamların yüzlerine bakmak bile insanı üşütüyor.
Yaşar Kemal, yıkıcı depremin ardından depremzedelerin yaşam mücadelesini yazmak için bölgeyi köy köy gezer. “Erzurum, 12 Ocak 1952” tarihli röportajında Kuruç Köyü’nde yaşananları kaleme alır.
(…) Kuruç köyündeyim. Yıkılmış bir evin kuyu gibi tabanını askerler kazmaya uğraşıyorlar. Kazmaları buz tutmuş toprağa geçmiyor. Başlarında da bir adam var. Eli koynunda. Yüzünden ne kederli, ne de sevinçli olduğu anlaşılıyor. Donmuş, anlamsız bir yüz.
“Geçmiş olsun.”
“Sağ ol…”
“Bu ev senin mi?”
“Benimdi.”
“Senin canın sağ olsun,” diyorum.
Bu adamın üçü kız ikisi erkek beş tane yetişmiş çocuğu toprak altında kalmış. Yalnız karısı ile kendisi kurtulmuş.
“Ahır odasına toplanmış çay içiyorduk. Karım ev tarafına gitmişti. Zelzelenin silkmesiyle kalkıp kaçmak istedik. Duvar üstümüze geldi. Benim belime birden bir şey değdi. Baş tarafım kapıdan dışarı çıktı. Karım, ev tarafında sağlam kaldığı için beni çekti, çıkardı. Çocuklar bağırıyorlardı: Baba bizi kurtar! Kızlar ağlıyorlardı. Büyük oğlum da, kızlara: Ağlamayın, babam şimdi bizi kurtarır, diyordu. Kızlar çığrışıyorlardı. Yarım saat, bağıra bağıra öldüler. Nasıl kurtarabilirdim, üstlerinde bir metre don tutmuş toprak vardı. Gözümün önünde bağıra bağıra öldüler. Son demine kadar oğlum: Ağlamayın kızlar, babam bizi kurtarır, diyordu. Kurtaracak, kurtaracak, diye diye öldü.”
Birbiri ardına gerçekleşen şiddetli sarsıntılar, kaybedilen onca can ve yerle bir olan köyler, kentler… Usta yazar mahalle mahalle, çadır çadır gezerek Hasankale’de yaşananları kayıt altına alır.
(…) Gene geceden beri kar yağıyor. Tozar gibi, inceden, usulden yağıyor.
Hasankale ilçesindeyim. Buradan da köylere gideceğim. Bütün Hasankaleliler çadırlarda. Hükümet konağının, belediyenin önü insanla dolu. Bunlar ekmek, yardım, dertlerine derman bekliyorlar. Kederli, ne yapacağını şaşırmış, eli ayağı bağlı duygusunu veren bir insan kalabalığı… Kalabalık çalkalanıyor. Daha çok, yetimler, açlar kalabalığı.
Kiminle konuşsam:
“Halimiz ne olacak?”
“Bu böyle sürüp gidemez.”
“Biz böyle ne yapacağız?”
“Gelin de barındığımız yeri görün. Kışa kıyamete, bir de barındığımız yere bakın!” diyorlar.
Mahalle mahalle, çadır çadır Hasankaleyi geziyorum. El ayak buz.
İlk gördüğümde, çadırlar böyle değil, gelişigüzel kurulmuştu. Şimdi birçokları toprağı kuyu gibi kazıp çadırları içerisine gömmüşler. Çadırların yalnız tepeleri görünüyor.
Önlerinde küçücük birer delik var. İşte bu delikler, çadırların kapılarıdır. Bir kuyuya iner gibi, bu deliklerden sürüne sürüne içeri giriliyor. Çadırlar, çadır değil, Allah’ın belası. İçinde soba yakılsa bir türlü, yakılmasa başka türlü. Yakılsa, içerisi kızgınlaşıp ısı sıfırın üstünde otuz, kırk dereceye çıkıyor. Soba sönünce de sıfırın altında yirmi dereceye iniyor. Bu kadar çabuk değişen ısı içinde yaşamak gerçekten çok güç. Bunun adına düpedüz ölümle pençeleşme derler.
Soba hiç yakılmasa… Sıfırın altı yirmi beş, otuz derece. Bir düşünelim. Çokları zaten odunsuzluktan ateş yakamıyorlar ya…
İlgililerin aciz kaldığı bir deprem… Yöre halkının dayanışma ruhu… Ölüm kıyısındakilere uzanan eller… Yaşar Kemal, röportajlarında depremi sonrası elde avuçta olmayan yoksul yöre halkının dayanışmasından da söz eder.
(…) Burada gördüğüm en güzel, yürek ferahlatıcı olay, zelzeleye uğramamış yakın köylerin felaketzedelere yardımlardır. Araba araba tezek, odun taşıyorlar. Evinde yakacak bir tek tezeği olan bile onu götürüp felaketzedelere veriyor. İnsanoğlunun dost, insanoğlunun insan tarafı… Adam ağlamaklı oluyor.
Yolda arka arkaya dizilmiş tezek yüklü kızaklar geçiyor.
Soruyorum:
“Nereden gelip nereye gidiyorsunuz?”
“Açıkta kalmışlara,’ diyorlar.
Durup konuşuyoruz:
“Onlar, bugüne bugün düşmüşler. Biz nasıl olsa kendi işimizi hallederiz.”
“Sizde de mi yok?”
“Yok, beyim, yok ya, onların durumu çok kötü. Düşman başına.”
Bir tanesi, en arkadaki kızağın yanında iki kat olmuş duran, sakal ve bıyıklarından buz salkımları sarkan zayıf bir ihtiyarı gösteriyor:
“Bu,” diyorlar, “Elinde ne kadar tezek varsa hepsini yükleyip getirdi. Kendi evinde el kadar yakacak bile kalmadı.”
İhtiyarın yanına varıp:
“Uzun ömürlü ol,” diyorum.
“Benim de varım bu kadar,” diyor ve gözleri yaşarıyor.
Korku, kaygı, çaresizlik ve dondurucu soğuk. Depremin ardından depremzelerin soğuk karşısında verdikleri ölüm kalım mücadelesi de yansır röportajlara.
Hasankaleyi gezerken beni bir kadın çağırdı:
“Şu çadıra gir de içeri bak ağa,” dedi.
Çadırda bir sürü çocuk var.
Kadın: “Ağam say onları.”
Saydım. Tam on çocuk.
Kadın: “Kimimiz kimsemiz yok. İki ekmek veriyorlar bize.”
Sonra çadırın köşesinde iki yorgan çıkarıp gösteriyor:
“On bir kişiye iki yorgan. Gece olup buz bağlayınca, bu yorganları da çadırın üstüne örtüyoruz.”
“Peki, o zaman siz ne yapıyorsunuz?”
Kadın on çocuğu iki kolu arasında toplayarak sardı. Çocuklar, hep bir araya gelip tortop oldular. Öylesine tortop oldular ki, kim görse, burada on insan değil, iki insan olduğuna bile imkanı yok inanmazdı. Etle tırnak birbirine nasıl yapışırsa, işte bunlar da öyle.
“Böyle sabahlara kadar tir tir titriyoruz.”
Serçeboğazı köyünden Şaban Pehlivan’ın hikayesi…
(…) Serçeboğazı köyündeyim. Bir çadırı duman almış. Her bir yandan duman çıkıyor. Yanıyor sandım da sordum:
“Şu yanan çadırı niçin söndürmüyorsunuz?”
“Yok,” dediler, “Yanmıyor o. İçerde ateş yakıyorlar.”
Bana dert oldu:
“Peki bu duman içinde nasıl oturulur?”
Sorunun cevabını da ben vereyim: Oturulur! Hem de nasıl! Buralarını görmeyen zor inanır.
Bu soğukta kalmaktansa duman içinde değil, cehennemde bile kalmaya insan razı olur.
Çadırın kapısında, bir adam duruyordu. Uzun boylu, dal gibi bir adamdı. İyi de giyinmişti.
“Geçmiş olsun,” dedim. “Sen de toprak altında kaldın mı?”
Ayağını gösterdi:
“Topallıyorum. Beni toprak altından iki saat sonra çıkardılar.”
“Adın ne?”
“Şaban Pehlivan.”
“Şaban Pehlivan, demek iki saat tam ölümün kapısında…”
Şaban Pehlivan:
“Zor şey,” dedi. “Bundan daha zor dünyada hiçbir şey olamaz.”
Elimden tutup beni yıkılmış bir dama doğru götürdü ve ekledi:
“İşte, beni buradan çıkardılar.”
Röportajlarından birinde usta yazar depremzede bir ailenin çadırına bir gece konuk olur.
(…) Taş üstüne taş kalmamış olan Kuruç köyündeyim.
Dediler ki: “Gitme, yatılır mı bunca soğukta o çadırlarda? Donarsın.”
Dedim ki: “Bizim canımız can da…”
Kara ay vurmuş, sıçraşan, oynaşan, ışıltılar…
Sığırtmaç Recep İyigün’ün çadırının kapısına geldim:
“Bu gece sana misafirim ağam, dadaşım,” dedim.
Küçücük, değirmi sakallı, üstünden bir iplik çeksen kırk yamalık dökülür cinsten, perişan kılıklı bir ihtiyar.
“Başım üstünde yerin var,” dedi, “ama…”
“Yok,” dedim, “üzülme, kuru yerde de yatarım. Siz nasıl, ben de öyle.”
“Ah,” dedi, “hasta olursun beyim.”
“Aldırma” dedim, “ne olursa olsun. Ben bu gece sana misafirim.”
Altı tane, yarı çıplak, küçücük kızı, bir de oğlu var. Kızlardan biri hasta, boyuna öksürüyor.
Recep çadırın tabanına ot serpmiş. Ortada bir de soba var. Soba benim şerefime yakılıp, karısı da yatmak üzere bir komşu çadıra gönderiliyor. Soba, çadırın içerisini bir iki dakikada öyle bir kızdırdı ki, bacaklarım kavruldu. Sobanın başında çocuklar, Recep İyigün ve ben dokuz kişiyiz. Biraz sonra soba geçiyor ve yanmaktan kurtuluyoruz.
Recep İyigün boyuna:
“Ah, beyim, bin yılın bir başı bana misafir oldun da, seni rahat ettiremeyeceğim, ah beyim, ah…” diye söyleniyor.
Yatma zamanı. Recep İyigün sobayı söküp söküp dışarı çıkardı.
“Sobayı çıkarmazsam çadıra sığmayız.”
O kadar sıcaktan sonra şimdiki ayaz… Yataklara girmekten başka çare yok. Ama yatak nerede? Recep İyigünün evinde döşek yerine, iki küçücük minder ve yorgan yerine de el kadar, köylülerin beşik yorganı dedikleri iki yorgancık.
Bütün ısrarlarıma rağmen Recep İyigün yatakçığın birini bana verdi. Soğuk hançer gibi işliyor. Yatmalı mı? Başka çare? Önce ben, ayağımdaki keçe çizmeleri, kar başlığını ve gocuğu çıkarmadan yatağa giriyorum. Yorgan ancak başımdan belime kadar olan yeri örtüyor. Sonra altı çocuk hep bir araya gelip birbirlerine sarılıyorlar. Recep İyigün ve büyük oğlu bir araya gelip üstlerine eski bir asker kaputu örtüyorlar.
Bir saat sonra soğuk başladı. Dayanmak ne mümkün. Dizlerimi ta göğsüme dayayıp tortop oluyorum. Dişlerim birbirini yiyor. Dişlerimde bir çatırtı. Azıcık iğne deliği kadar bir yerim açık kalsa kurşun gibi soğuk saplanıyor.
Recep İyigün de ikide bir, kalkıp beni soruyor. Açık kalmış yerleri örtüyor. Ama ne çare… Bir fayda yok. Recep İyigün de durumumun farkına varmış olacak ki bu hareketi tekrarlıyor.
“Ah, beyim,” diyor. “Ah beyim, seni rezil ettik.”
Ben de farkındayım ki, çocukların da, Recep İyigün’ün hali de benimkinden hiç iyi değil.
Gece yarıyı çoktan geçmiş, gâvur ayaza, belalı ayaz başlıyor. Dayanabilirsen dayan! Bir yanım tamamen uyuştu, kanı çekildi, çıkıp kaçmalı, sabahlara kadar dolaşmalı mı? Ya Recep İyigün, üstümde bir ana şefkati ile dönüp duran Recep İyigün üzülmez mi? Ama dayanılmaz. Soğuktan öleceğim. Vay başıma gelenler. Bir yanım uyuştuğundan beri bir yatakta dönemiyorum. Dayanmalı…
Recep İyigün:
“Benim beyim,” diyor, “ben ne yapayım şimdi?”
Dişlerimi sıkıp:
“Aldırma canım geçer,” diyorum.
Diyorum ama, bıçak da kemiğe dayanıyor. Yanımdaki çocuklar da titriyorlarken… Vay insanoğlu, demek bu hallere de düşmek varmış kaderinde. Hasta çocuk da acı acı inliyor.
Tanyeri ağarırken, şafağın ayazı başlıyor. Çocukların zangırdaması, hastanın iniltisi ve Recep’in üzüntüsü… Artık titremeye de mecalim kalmadı. Daha fazlası. Fazlasına imkan yok. Kaçmalı. Gün ışıyıncaya kadar koşmalı. Yoksa ölüm var işin içerisinde. Birden yataktan fırlıyorum. Çadırın içini iğne iğne kırağı bağlamış.
“Eyvallah Recep ağa. Ben artık Hasankale’ye gitmeliyim. Otomobil bekliyor.”
Diz boyu karın içinde bütün gücümle koşuyorum. Koşuyorum ama üşümem de geçmiyor. Soğuk iliklerime kadar işlemiş. Zıplıyorum, türlü hareketler yapıyorum.
Muhtar Mevlut İstanbul’un dumanı tüten çadırı, cankurtaran. Kendimi oraya dar atıyorum.
(…)
İki zelzeleden sağ kurtulan Zekeriya Özkılıç’ın öyküsü…
(…) Bu Sos köyünde Zekeriya Özkılıç adında bir adam var. İki zelzele den geriye kalmış: Biri Erzincan, biri de Pasinler.
“Erzincan’da yol mahalle çavuşu idim. Bir gece, saat on sularında bir kütürtü. Dünya beşik olmuş. Kalktım. Beni o duvardan o duvara vuruyor. Bir gürültü, kulaklarım sağır oldu. Nasılsa bilmem, kendimi dışarıda karın üstünde yatar buldum. Sonra ayıldım ki, benim ev tuz buz olmuş. Zelzele durmadan sallıyor. Sonra yangın, zelzele değil yangın. Bütün şehir yanıyor. O bir afetti. Allah’ın afeti. Neler olmadı? Neler görmedi bu gözler?
“Erzincan duman içindeydi. Komşum bir hakim vardı, on iki kişi idiler evinde, hiçbiri kurtulamadı. Bizim arkadaşlardan Osman, kırk gün sonra çıktı toprak altından. Bir deri bir kemik, yarı öldü. Osman’a ‘Nasıl yaşadın toprak altında kırk gün,’ diye sorduk. ‘Yer titrediğinde yatıyordum,’ dedi, ‘nasıl olmuşsa olmuş, orasını bilmiyorum. Uyandım ki, karanlıktayım. Bir gün, iki gün ayılıp ayılıp kendimden geçiyorum. Sonra mutfağı aradım. Su var ekmek var. Ayıldıkça, aklım ekmek ve suda. Bir zaman sonra artık gerisini bilmiyorum. Sonra uyandım ki, ışık var.’
“Bu kulaklar böyle neler duymadı.”
(…)
Bir çadır önündeyim. Bir adam, çoluk çocuğuyla birlikte çadırdaki eşyalarını, yarısı yıkılmış bir dama çekiyor.
“Ne yapıyorsun böyle?”
“İşte yaptığımı görüyorsun, çadırdan eve taşınıyorum.”
“Bu ev yıkılmış,” diyorum. “Çöker de altında kalırsınız.”
“Biliyorum,” diyor. “Onu çok iyi biliyorum. Böylece çeke çeke soğuktan ölmektense, böyle birdenbire ölmek daha iyi.”
Yanımdakiler:
“Gel vazgeç, katili olma çoluk çocuğunun, birkaç gün daha çadırdan çıkma. Yakından hükümet yardımı ulaşır,” diyorlar.
Adam:
“Ben bilirim onu,” diyor.
“Gel birkaç gün daha kal çadırda.”
Adam yumuşuyor:
“Gelin kurbanınız olayım,” diyor. “Şu içeri bakın.”
Çadırın içi buz bağlamış. Adam:
“Burada yaşayın diyorsunuz bana. Üç çocuğumun üçü de hasta.”
Eşyalarını çektikten sonra çadırı yıktı.
(…)