José Guadalupe Posada, “Chaos during an earthquake”, The Metropolitan Museum of Art

Coğrafya Kader mi?

//

“Gürültüyle geliyor, her şeyin aniden çöktüğü görülüyor.”

Vergilius; Aeneas destanı, 525

Publius Vergilius Maro (İÖ.70-İÖ 19), Roma edebiyatının kanonik eseri Aeneas destanında, asırlar öncesinden tanıdık sözcüklerle çizmiş depremi… 6 Şubat depremi, tıpkı Dante’nin Komedya’sında kendine yol gösterici olarak seçtiği Vergilius’un dile getirdiği gibi, gürültüyle geldi ve toprağın üzerinde kalan her şeyi aniden çökertti.

Bu; Cumhuriyet’in yüzüncü yılında, Cumhuriyet tarihinin belki de en sarsıcı depremiydi. 11 ili kapsayan, Suriye’yi etkileyen ve Kıbrıs’ta da hissedilen depremin yıkımı kelimelerimizi kifayetsiz kılıyor. Şubat ayının altıncı gününde yer kabuğu üzerindekileri silkeleyince yerin üstünde bulunanlar yerin altına geçti. Toprak artçılarla sakinleşti; ama insanların, hayvanların ve eşyanın ıstırabı sakinleşmedi. Toprağın üzerinde kalanlar, yıkıntıların arasından çıkanlar, onlara el vermek için yollara düşenler, tek bir canı kurtarmak için canla başla çalışanlar… Toprağı elleriyle kazanlar, günlerce yıkıntıların aralığında bekleyenleri gün ışığına çıkarmaya çalışanlar. Bir de hiçbir şey yapmadan oturup bekleyenler, gözünü kulağını kapayanlar, dahası destek sürecine ket vuranlar, engelleyenler; ki onlar, hesap sorulacak olanlar.

Guernica şehrinin bombalanmasının ardından, 1937

Yıkım karşısında insanın aklına ilkin Pablo Picasso’nun Guernica tablosu (1937) düşüyor. Bir de Edward Munch’un Guernica’dan yaklaşık 30 yıl önce çizdiği Çığlık’ı (1893). İspanya İç Savaşı’nın acılarını, yitirilen binlerce yaşamın; kopan, ezilen, örselenen binlerce bedeniyle aktaran o ölümsüz Guernica tablosu, bu sefer, evrensel sanatın getirdiği estetikle, 6 Şubat’taki sarsıntıların sözcüsü oluyor. Ya Munch’un Çığlık’ı, gördüğü manzara karşısında varlığı varlığından taşan kişinin feveranı olarak dile getirilse?

Coğrafyaya göre davranmamanın tüm canlıların yaşamına yüklediği onulmaz yükün hesabı nasıl sorulabilir? Kurtulanlar hem yaşadıklarının hem toprakta bıraktıklarının travmasından nasıl kurtulur? 1999’daki 17 Ağustos depreminin ardından bir milim bile yol katedilemediğinin yaşattığı hayal kırıklığına mı yanalım, toplumca bu travmadan nasıl kurtulacağımıza mı? Sözün bittiği, kelimelerin mürekkebinin, ıstırabın katranını inceltemediği bir yerdeyiz.

Yapıların kâğıt gibi yırtıldığı, çoluk çocuk, genç yaşlı, kedisi, böceği, çiçeğiyle can verdiği bu kâbus bitmemecesine sürüyor. Afet bölgelerine giden yardımlar, beton kağıtların kirişlerine sıkışmış binlerce canı kurtaramıyor. Baştakilerin siyasi kaygıları afette yitirilen, çatısız kalan insanlardan daha önemli. Ülkenin deprem kuşağında yer aldığı bir gerçek. Bu gerçeğin rant kavgalarından daha yüksek tutulması, meskenlerin depreme göre inşa edilmesi, inşayı denetleyen mekanizmanın ivedilikle oturtulması bir seferberlik gibi benimsenmeli.

Bir umut teklifi bu: Yaraları sarmak için yenilenme teklifi. Tedbir gerekiyor. Bilgi gerekiyor. Sağduyu ve diğerkamlık gerekiyor; fakat tedbir, bilgi, sağduyu, hatta diğerkamlık sahih bilgiyle kendini gösterir. Bunun için tarihten feyz almak, ilmin peşinden gitmek, antik metinleri okumak, coğrafyaya göre yaşamak, bilgi zemininde düşünmek; yeniden kurmak, denetlemek, el vermek kısacası yenileşerek bu coğrafyada insan onurunu kalıcı hale getirmek gerekiyor. Bu yolda doğaya zarar vermemek, tabiat ile ahenk içinde yaşamak, tabiata uyumlanmak gerekiyor.

İ.S. 114 veya 115 Antakya Depremi Üzerine…

Tabiata uyumlanmak demişken; Antakya coğrafyasının tarih boyunca pek çok depreme şahit olduğunu söylemeden geçmeyelim. En bilinenlerinden biri İ.S. 115 senesinde meydana gelen deprem. Doğa Afetlerine Karşılaştırmalı ve Tarihsel bir Bakış Açısı adlı makalede sunulan bildiriye göre; Trajan döneminde Antakya’yı sarsan büyük depremden (114 veya 115 tarihli) bahseden temel iki antik kaynak bulunuyor. Birinci metin, İS III. yüzyıl tarihçisi Cassius Dio tarafından yazılmış; Batnae ve Nisibis fırtınalarının sonrasında, imparator Trajan’ın o kış depremin vurduğu kasabada kaldığını not düşüyor ve depremi İ.S. 114/115 kışına yerleştiriyor. Bir diğer antik metin ise İ.S. 6. yüzyıla uzanmış. Depremin 13 Aralık 115’te olduğunu kaydeden ve İ. Malalas’a atfedilen bu kaynakta; sarsıntı, Aziz Ignatius’un şehit edilmesinden hemen önceye tarihlendiriliyor.

Bu doğrultuda; İ.S. 114 veya (daha az olasılıkla) İ.S. 115 kışında, Antakya’yı büyük bir depremin vurduğu söylenebilir. Özellikle, Cassius Dio’nun yazdığı LXVIII Roma tarihi kitabını özetleyen Xiphilinus, belirtilen depremi şu kelimelerle aktarıyor: “İmparator Antakya’da kalırken korkunç bir deprem oldu; birçok şehir yıkıldı, ancak Antakya, içlerinde en bahtsız olanıydı. Trajan; kışı [Antakya’da] orada geçirdiğinden, dört bir yandan çok sayıda asker ve sivilin bölgeye akın etmesiyle, depremden kurtulan hiçbir millet kalmadı ve böylece Antakya’da Roma egemenliği altındaki tüm bölge felakete uğradı. Evvela; şiddetli fırtınalar ve uğursuz rüzgârlar esmişti, ama hiç kimse onları böylesine korkunç bir yıkım habercileri olarak saymamıştı. [Deprem başladığında] önce birdenbire büyük bir gürültü duyuldu ve onu muazzam bir sarsıntı izledi. Sanki tüm evren yükselmişti, yapılar havaya uçtu; yapıların bazıları sadece yıkılmak ve parçalanmak için yukarıya savruluyordu, diğerleri ise sanki bir denizin kabarmasına gıpta ediyormuş gibi bir o yana bir bu yana savrularak devriliyordu. Depremden sonra görülen enkaz büyük bir alana yayıldı. Kiremit ve taşlarla öğütülen ve kırılan kerestelerin çarpma sesi çok korkunçtu; akıl almaz miktarda toz çıkıyor, öyle ki insanın bir şey görmesi, konuşması ya da tek bir kelime duyması olanaksızlaşıyordu. İnsanlara gelince… Evlerinin dışında kalan pek çok kişi yaralanmıştı, şiddetle savruldular, sonra uçurumdan düşüyormuşçasına yere yuvarlandılar; bazıları sakatlandı ve bazıları öldü. Bazı durumlarda ağaçlar bile havaya sıçradı, kökleriyle. Evlerinde mahsur kalan ve böylece hayatını kaybedenlerin sayısı öğrenilememişti; çünkü devrilen enkazın etkisiyle çok sayıda kişi hayatını yitirmiş ve çok sayıda kişi nefesini koruyamamıştı. Bedenlerinin bir bölümünü taşların, kerestelerin altına bırakanlar fazla yaşayamıyorlardı. Bununla birlikte, birçoğu kurtarıldı; yine de sakat kaldılar. Hatırı sayılır bir kısmı kolunu bacağını yitirdi, bazılarının kafaları kırıldı, bazıları kan kustu enkazdan çıkarılınca. Konsül Pedo da o kan kusanlardan biriydi ve hemen öldü.”

Xiphilinus-Cassius Dio’nun anlatımı burada bitmiyor. Hayatta kalanların çektikleri acıların betimleriyle devam ediyor. İ. Malalas’ın Chronographia’sı ise Cassius Dio’nun verdiği bilgilere fazla bir renk eklemese de depremden sonra gerçekleştirilen kenti ihya sürecine oldukça yer açıyor. Öyle ki; Johannes Malalas, imparator Trajan’ın depremden sonra çok sayıdaki anıtı yeniden inşa ettiğini; bunların arasında bir hamamın ve hepsinden önemlisi, Daphne’de beş kaynaktan su toplayan ve su akışının mevsime göre saniyede yaklaşık 1.000/2.400 litre olarak değerlendirildiği heybetli bir su kemerinin bulunduğunu dile getiriyor.

İlginizi çekebilir:  Son Şarkı 2025'te

Sosyoloji ve Antik Metinler…

İmparator Trajan’ın depremden sonra Antakya’yı yeninde inşa etme gayreti yenileşerek yaraları sarma umuduna bin yıl öncesinden güzel bir örnek. 14. yüzyılda yaşamış, tarihin ilk sosyoloğu İbn Haldun da o çabayı desteklercesine; Mukaddime adlı eserinde, iki yüz asır sonra, toplumların yok olmadığını, bunun yerine, toplumların doğal bir akış içinde seyrettiğini belirtiyor. Toplumların kendi akışı içinde seyretmesini denize dökülmeye benzetiyor ve bu benzetmeyi toplumun tüm ırmaklarının vardığı/döküldüğü bir deniz alegorisiyle niteliyor. Bir başka anlatımla; toplumun yok olmadığını bunun yerine yenileşerek kalıcılığını devam ettirdiğini aktarıyor.

Edvard Munch, “Çığlık-The Scream”, 1893. Fotoğraf: Granger Historical Picture Arşivi/Alamy Stock Photo

Mukaddime’de anlatılan insan, doğa karşısında proaktif tutumu benimseyen insan. Yenileşerek doğada kalıcılığı sürdürmek için coğrafyayla uyumlu yaşıyor, üzerinde bulunduğu coğrafyayla hemhal oluyor. Bu şekilde yalnızca insan değil, hayvan ve eşya da içinde veya üzerinde bulunduğu doğayla uyum içinde bulunuyor. Böylece coğrafya, maruz bırakan bir yapı olmaktan çıkıyor, insan aklı tarafından yönetilen bir varlığa dönüşüyor. Bilgi zeminini benimseyen insanın doğa içinde pasif değil aktif bir var oluşu benimsemesi coğrafyayı edilgen bir konuma düşüren.

Klasik metinlerin günümüz vakalarına tuttuğu bir diğer ışık Roma yazınından. Beşinci yüzyılda yaşamış Romalı devlet adamı, tarihçi ve mektup yazarı Genç Plinius’un mektuplarına baktığımızda, kısaca Pompei patlaması olarak zihinlere kazınan patlamanın insan ve eşya üzerindeki yıkıcı etkisini net bir biçimde görüyoruz. İ.S 79’da gerçekleşen yanardağ patlamasında dayısını [Roma edebiyatından bir başka hatırı sayılır kişilik, Doğa Tarihi yapıtının yazarı Yaşlı Plinius’u] yitirmiş olan Genç Plinius; Pompei patlaması olarak bilinen patlamaya ve akabinde oluşan depremlere ilk elden tanıklık etmiş, patlama ve deprem ânında insanın -ve doğanın- feveranına şöyle ses getirmiş: “Yaşlı Plinius savaş gemilerini denize indirmek için emir verdi ve yoğun nüfuslu sevimli bir sahil şeridi olan Rectina bölgesi dışında kalan çok fazla sayıda insana yardım etmek niyetiyle kendisi de gemiye bindi. O, herkesin alelacele terk ettiği yere doğru aceleyle vardı, yönünü doğruca tehlike merkezine doğru çevirdi. Bütünüyle korkusuzdu, yanardağın her hareketini izliyor ve her yeni durumu gözlemleyerek not ediyordu. Yanardağın külleri çoktan üstlerine düşmeye başlamıştı, hava onlar gemileriyle yaklaştıkça daha sıcak ve yoğun bir hale geliyordu; bunu, sünger taşları ve alev yüzünden parçalanarak siyahlaşan taşlar takip ediyordu: Sonra aniden sığ sularda buldular kendilerini; sahil, dağın yıkıntıları yüzünden çıkılmaz haldeydi. Bir anlığına dayım geri dönüp dönmemesi gerektiğini düşündü fakat dümenci geri dönmeyi teklif edince ona talihin cesurlardan yana olduğunu söyleyerek teklifini, yani geri dönmeyi, reddetti.” (Mektuplar 6.16)

Eski Roma dünyasından bir başka saygın sese, hatip Seneca’nın Doğa Araştırmaları adlı yapıtına kulak verdiğimizde ise ‘doğanın kurulu düzenindeki esnemenin ölümlülerin sonunu nihayete hazırlamak için yeterli olduğunu, insanlık tarihinin sonu geldiğinde yeryüzünün parçalarının dağılarak kışın kendine yabancı aylara hâkim bir konuma eriştiğini, yazın önüne geçildiğini, yeryüzünü kurutan tüm göksel cisimlerin sönmek suretiyle ısısını kaybettiğini; Hazar Denizi’nin, Girit Körfezi’nin, Marmara Denizi ve Karadeniz gibi pek çok ünlü denizin ortadan kalktığını’ görüyoruz. Seneca’nın İ.S 62’de ya da 61’de meydana gelen Campania depremi üzerine kaleme aldığı düşünülen bu metinde Seneca; İbn Haldun’un aksine, doğa ve insan egemenliğinde insanın edilgenliğini vurguluyor ve insanı, onu etken bir konuma sokacak akıldan uzaklaştırarak, coğrafyanın kader olduğu anlayışını ölümün kaçınılmazlığı gerçeğiyle güçlendirmek yoluyla -belki de bir parça stoik yobazlığa kaçan bir görüşle- ikna etmeye çalışıyor. Değiştirilemeyecek durumlara karşı vakur insan duruşunu simgeleyen Stoa felsefesi acaba insan iradesinin etkin olduğu durumlarda dahi insanda neredeyse intiharı seçip vakurca ölümü beklemek doğrultusunda bir davranışla kendini gösterebilir mi? Belki de bu pasiflikle, sevgili Seneca, ölümden kaçınılamayacağını, bu nedenle insanın deprem korkusundan kurtulmasının içsel huzur için gerek şart olduğunu belirtiyor. Ona göre insanın kurtulması gereken ilk korku ölüm korkusudur. Ölüm bir şekilde gelecektir; ancak gurursuz bir ölümden çok insanın yıkıntıların altında kalması tercih nedenidir. Doğanın fiziki kanunlarını bilmek önemlidir; ancak ölümden kaçmak imkansızdır. Ölüm insan, hayvan ile eşya için kaçınılmaz ise depremden korkmaya ne gerek vardır? Pek tabii bilgiye önem verir Seneca; bununla birlikte ona göre bilgi zemininde alınan tedbir doğa feveranları karşısında yetersizdir.

Her şeyin hareket halinde ve değişmeyen tek şeyin değişim olduğu (panta rei) düşüncesini benimseyen İbn Haldun ise doğanın değişim yasasının değişmeyeceğini, bir başka anlatımla doğa yasasının bir gereği olarak her şeyin değişeceğini biliyor. Bu değişmeye insanın verdiği yanıtın ise yenileşerek kalıcılığını devam ettirmek olduğunu düşünüyor. İnsanın, üzerinde bulunduğu coğrafyanın ‘dilini’ bilerek ve coğrafyayı o dile göre yöneterek…

Bibliyografya:
Ahmet Arslan (2021) İslâm Felsefesi Üzerine. 4. Baskı. İstanbul. Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Seneca. (2014) Doğa Araştırmaları. (Çev. C. Cengiz Çevik). Jaguar Yayınları.
Antioch and the earthquake (114/115 AD). Panel JS7 “Historiography and Comparative Perspectives on Natural Disasters” (Joint session). Organizers: Shigemitsu Kimura (Teikyo University; Science Council of Japan). Chikako Kato (Yokohama National University).
Previous Story

“Kimse Bilmez”

Next Story

42. İstanbul Film Festivali’nde Neler Var?

0 0,00
02_ArtDog_CD_Logo_RGB_Black

BÜLTEN

Türkiye ve dünyadan haftalık kültür-sanat haberleri, inceleme yazıları, sergiler ve etkinlikleri takip et.

Bülten aboneliğinde ArtDog Istanbul’un gizlilik sözleşmesini kabul etmiş olursunuz.