- Yalnızlık Çağı sergisi nasıl ortaya çıktı? Buradaki eserlerden yola çıkarak tümel bir hikâyeye ya da kavrama ulaşmak mümkün mü?
Yalnızlık Çağı uzun zamandır üzerinde çalıştığım ve yine uzun soluklu bir sergi serisi olarak tasarladığım bir proje. Bu nedenle Yalnızlık Çağı Vol. I ismiyle, Anna Laudel Düsseldorf’ta yeni yılın ilk etkinliği olarak ocak ayında göstereceğiz. Yalnızlık Çağı Vol. I, içeriği oldukça yoğun ve pek çok kavramı, düşünceyi ve duyguyu kapsayan bir proje; hatta öyle ki, üretmeye başladıkça her yeni eser bir sonraki için ciddi bir tetikleyici oldu.
Kasım 2019’da Anna Laudel İstanbul’da gösterdiğim Zamanın Gölgesinde isimli sergiyle belli bir ilişkisel yönü var. İsimlerine dikkat edecek olursanız zaman kavramıyla olan ilişkiyi kurabilirsiniz. Temel olarak bir sergi projesi geliştirirken belli başlı insan davranışları ve duygular vardır. Bunların üzerine düşünerek ve duyusal alanı katmanlı bir hale getirerek, farklı bakış açıları içeren multidisipliner üretimler yapıyorum. Özellikle bu sergi, izleyiciden ciddi bir sanat tarihi bilgisi ve sinestezik okumalar talep ediyor. Sinestezi, Yunanca kökenli bir kelime olup ‘birleşik duyu’ anlamına geliyor. Sinestezik perspektifte herhangi bir duyunun uyarımı otomatik olarak başka bir duyu algısını da tetikler. Bu nedenle farklı okumalar yapılabilen, çok katmanlı bir sergi.
Sergide ‘yalnızlık’ teması üzerine şekillenen ve farklı kavramları tartışmaya açan bir araştırma göreceksiniz. Uzun yıllardır çalışma konum olan motiflerin, daha tematik ve kavramsal düşünceye hizmet eden sınırlarını araştırıyorum. Serginin belirleyici unsurlarından bir diğeri de ritim ve tekrar ile şekillenen laytmotif kavramı. Romantizm ve klasisizm gibi sanat tarihinin ve yeni yüzyıl ile birlikte dünya tarihinin farklı dönemlerine işaret eden kavram ve düşünceleri sergide görmeniz mümkün.
Yalnızlık Teması
- Sergideki eserler hem Türkiye hem de dünya tarihinin, 21. yüzyıl başlangıcından bu yana geçirdiği siyasal, ekonomik, sosyolojik etkilerle insanda yarattığı psikolojik dönüşümlerini ele alıyor. Bu eserlerde öne çıkan kavramlar neler?
Sergide yalnızlık temasını farklı bağlamlarda ele alabileceğiniz bazı düşünceler öne çıkıyor. Bu konuları fiziksel, mental ya da sentimental yönüyle ele alabilirsiniz. Proje; temel olarak insan, kristal ve yeryüzü arasındaki esrarengiz bir diyalog üzerine şekilleniyor. Bir noktada tabiatı gereği her birini ayrı değerlendirebileceğimiz bu üçlünün aslında nesnel karakterlerinin aynı olduğunu keşfettim. Açıklamak gerekirse; pek çok kutsal metne baktığımızda insan soyunun topraktan geldiğine inanılıyor. Diğer yandan bedenin yarısından fazlasının sudan oluştuğunu biliyoruz. Bilimsel bilginin bize söylediği gibi yeryüzünün de dörtte üçü sudan oluşuyor, dörtte biri ise toprak parçası. Ve kristalin üretiminde de temel bileşenleri toprak ve sudan ibaret. Daha derine bakacak olursanız bu ortaklığın çok güçlü ve gizemli bir yanı var. Çünkü kırılganlığımızın, yaralanmaya açık olmamızın temelinde aynı zamanda pek çok şeye adapte olabilen kuvvetimiz kadar faniliğin verdiği bir geçicilik ve geçirgenlik yatıyor.
Sergide motifler öne çıkıyor. Üretimlerinize motif konusu çerçevesinde hangi noktadan bakabiliriz?
Motif konusu oldukça kapsamlı ve derin bir konu. Çünkü bizim dilimizde sözlük anlamı süs ve dekoratif unsurlar taşıyan kısmı benim çalışmalarımda oldukça arka planda kalıyor. Ben daha çok bir fikir ile ritmin tekrarla şekillenmesinden oluşan bir diyalogdan bahsediyorum. Bunu en iyi ifade edecek kelime ise Alman müzisyen Wagner ile literatüre geçen laytmotif. Özellikle klasik eserler benim için önemli birer referans noktası. Bu sergide barok müziğin iki önemli ismi Bach ve Vivaldi’nin müziklerinde bu kez melodik yapıda görebileceğimiz ritim ve tekrar unsurlarından esinli iki iş var. Aynı zamanda dediğim gibi birçok işe sinestezi düşüncesi çerçevesinde yaklaşmak daha doğru. Çünkü karşılaştırmalı bir okuma, yer yer dualite ve ciddi bir kuramsal alt metin içeriyorlar.
- Sergide Ekrem Yalçındağ ile çalışıyorsunuz. Kişisel sergide küratöryel yaklaşımla ilgili nasıl bir etki gördünüz?
Ekrem ile yıllar önce lisans tezimi hazırlarken ve yine ornament ve motif konularını araştırırken tanıştık. Tezimde Türkiye çağdaş sanatında bu kavramı ele alan bir sanatçı olarak Ekrem’in işlerine ayrı bir bölüm ayırmıştım. Ornament ve motif konusu birbirine çok yakın iki kavram. Dolayısıyla uzun zamandır aynı konular çerçevesinde üretim yapan iki sanatçı olarak birbirimizin işlerine son derece aşinayız. Teoride ve pratikte nasıl bir yöntem izlediğimi bilen, beni iyi tanıyan biri Ekrem. Motif konusunu Türkiye’de bu kadar kapsamlı şekilde ele alan oldukça az sanat profesyoneli var. Dolayısıyla kuramsal tarafı bu kadar yoğun ve katmanlı olan bir sergide, bahsettiğim konulara hakim biri olarak küratörlüğü ancak Ekrem gibi biri üstlenebilirdi.
- Motiflere ve desenlere cam ayna gibi farklı malzemelerin de eklendiğini görüyoruz? Üretim pratiğinizle ilgili neler söyleyebilirsiniz?
Uzun zamandır cam ve ayna işler üretiyorum. Bu öncelikle malzemeyi sevmemle ilgili. Aslında resim eğitimi almış olmama rağmen zaman içinde çok dilli, çok materyalli bir üretim süreci bana daha cazip ve anlamlı geldi. Sanat üretimi benim için tamamen bir özgür düşünme alanı ve her yeni işe başlarken o gün yaşadığım hissin peşinden giderek, onu en iyi ifade edecek malzemeyi seçerek ilerliyorum. Üretim süreci işin kendisi ve sanatçı arasında gelişip tamamlanıyor. Bu tamamlanma halini gerçekten heyecan verici ve etkili buluyorum. Dolayısıyla cam işlerle birlikte aslında önceki çalışma yöntemimden çok farklı bir sürece geçtim. Malzemenin doğası gereği bir tür mimar gibi, mühendis gibi çalışmayı öğrendim. Soyut düşüncenin karşısına analitik düşünceyi yerleştirmeyi öğrendim. Bu kontrast ile birlikte işler hem mental hem de fiziksel olarak farklı bir boyut kazandı. Malzemenin beni cezbeden taraflarından biri de izleyicinin bir şekilde işin içinde yer alması. Esere baktığı an aynada kendi portresini ya da camın yansımasından kendi suretini görmesiyle birlikte işin içinde yer alması. İzleyici bir orman siluetinin içinde kendi suretiyle karşılaştığı an eser, seyircinin zihninde başka bir anlam kazanıyor.
- Kişisel bir alandan, kolektif bir alana yansıyan etkiyi görüyoruz. Bunu yansıtırken nelerden yararlandınız; edebiyat, sinema gibi etkiler görmek mümkün mü?
Aslında bence bir sanatçı duyarlılığına sahipseniz alan gözetmeksiniz bu üretimlerin hepsine aşina olmalısınız. Çocukluğumdan beri kitapları, altını çizerek okur, notlar alırdım. Yazı benim kendimi ifade etmekle ilgili keşfettiğim ilk mecraydı. Günlük tuttuğumda o gün hissettiklerime dair bir iz bırakıyordum ve kendime bir nevi arşiv tutuyordum. Daha sonra düşününce fark ettim ki, bunlar benim üretimlerimin bir parçası olmalıydılar.
“Melodinin İçine Hapsolmak”
Üniversitede resim eğitimi aldım fakat resim kendimi ifade etmem için bana yetmiyordu. Bir şeyler eksik kalıyordu bu güçlü hissedişte. Benim seslere, hareketli görüntüye, izleyiciyle daha çok temas etmeye ihtiyacım vardı. Dolayısıyla adım adım işleri daha çok algıya, daha çok beş duyuya hizmet eder bir hale getirmeliydim. Böylece kendimi daha özgür hissettiğim ve daha iyi ifade ettiğim bir alana geçmiş oldum. Birden bire olmadı tabii ama bu süreç benim üretimimin şekillenmesi adına önemli bir basamaktı.
İstanbul’da Amerikan Hastanesi’ndeki Operation Room’da gerçekleştirdiğim Rüzgar Yabanidir isimli sergide bunu belirgin bir şekilde görüyoruz. Serginin ismi orijinali 1957 tarihli olan bir şarkıdan esinli. Özellikle Nina Simone-David Bowie’den sonra Marco Rigamonti’nin aranjmanını dinlediğimde sergiyi yapmaya karar vermiştim. O üç buçuk dakikalık şarkının içinden bir sergi çıktı ortaya. Bana çok romantik ve çok tutkulu geliyor. Beni de çok iyi tarif ettiğine inanıyorum. Çünkü benim düşünme, algılama ve üretme sürecimi gözler önüne seren bir süreç oldu. Sonrasında bir grupla yaptığımız bir söyleşide de sorulmuştu. “Bir şarkıyı dinliyorsunuz. Sadece üç dakika sürüyor ve geçip gidiyor. Nasıl oluyor da bunun hakkında bu kadar düşünüp iki senelik bir zaman dilimi çalışıp bir sergi ortaya koyuyorsunuz” diye. Hakikaten o melodinin içinde hapsolmak ile tarif edebilirim galiba… Onun bir süre beni saran bir tarafı var ve onu keşfedip onun üzerine gitmek, bir süre acıtsa da cesaretle onun içinde kalmak ve orada neler bulabilirim diye düşünmek. Orada beni bu kadar hapseden şeyin ne olduğu sorusu üzerine çalışmakla başladı süreç. Ondan sonra da tabii ki filmler, kitaplar geliyor. Çok fazla şey var, dışarıdan bakınca karmaşık gelebilir ama benim üretim biçimim bu şekilde. Parçalardan bir bütün oluşuyor ve aslında sonunda hepsi tek bir amaca hizmet ediyorlar. Mesela sergideki çok belirgin referanslardan biri de Virginia Woolf’un Dalgalar kitabıydı. Yine o kitaptan esinli bir cümle vardı, altı metrelik bir neon çalışma. Ben bunların hepsini temel olarak belli bir ruh hali, belli bir duygu paylaşımı olarak görüyorum.
- Eserlerinizde farklı sanat alanlarından referansların da bir araya geldiğini görüyoruz. Bu referanslar, eserler arasında karşılıklı bir diyalog oluşturuyor mu? Bugünden geçmişe uzanan sanat akımları ve kavramlarının da öne çıktığını görebilir miyiz?
Son dönem ve yeni sergiyle gündeme gelen işler hem romantik akım hem barok müzik esinli. Romantizm düşüncesi temel olarak insanın doğa karşısındaki yalnızlığı ve çaresizliğini konu alır. Bana sorarsanız kendimi bu yüzyılda yaşayan bir sanatçı olarak bir ‘yeni romantik’ olarak tarif edebilirim. Bunun yanında sergide klasisizme gönderme yapan eserler var ki, sanat tarihinde bu iki yaklaşımın birbirine tepki olarak ortaya çıktığını biliyoruz. Klasik eserlerin ve özellikle barok müziğin ise çoğunlukla dini temalı unsurlar taşıdığını biliyoruz. Dinler tarihini, teolojiyi ve yüzyıllar boyunca insanın dinle kurduğu ilişkiyi çok çarpıcı buluyorum.
Müzik gibi bu kadar soyut bir disiplinin içinde dini unsurları konumlandırmak müziği ayrıca daha esrarengiz bir yere getiriyor benim gözümde. Bir müzisyenin yarattığı eseri hangi hislerle oluşturduğunu bilemeyiz elbette. Ama eserin sizde yarattığı duygu her neyse oradan yola çıkabiliriz. Orada sizi tutan bir şey varsa belli ki sizden de bir şey de var orada.
Ben bir sanatçının duygu skalasının çok geniş olması gerektiğini düşünüyorum. Örneğin Bach’ı bu kadar çok sevmemin nedeni de bu. Bence her duygunun bir karşılığı var onun müziğinde. Bu nedenle çok güçlü ve derin buluyorum. İnsan ruhunun aydınlık ve karanlık dehlizlerinde saklı olan pek çok duyguyu bence onun müziğinde bulabilirsiniz. Üretim sürecim bahsettiğim konular üzerine bir karşılaşma ya da buluşma noktası yakaladığım zaman başlıyor.