- Vision Art Platform’da açılan Horror Vacui serginizin ismi çarpıcı, bu açıdan içeriğe dair de dikkat çeken bir yön sunuyor. Öncelikle sergi ismi ne anlama geliyor, nereden referansla başlığı oluşturuyor?
Horror Vacui, aslında mimaride kullanılan bir kavram, güzel sanatlar alanına da 18. yüzyılın sonlarına doğru dâhil olmuş. Bir sanatçının ya da bir zanaatçının bir yüzeyi boşluk kalmayana kadar doldurma takıntısı. Bunu bir adım ileri taşırsak; aslında boşluğu tamamen doldurduğunuzda yüzeyin aslında bomboş olduğunu fark ettiğiniz an; boşluğun dehşetine düşüldüğü an. Ben bu kavramı mimarideki karşılığından biraz farklı bir noktadan ele alıyorum; Peter Handke’nin Mutsuzluğa Doyum isimli kitabının son sayfasında geçen Horror Vacui kavramını metaforlaştırdığı paragraftan yola çıkıyorum: “Doğa yasalarınca belirlenen bir şey dehşet: Bilinçteki horror vacui. Tasarım oluşmak üzereyken, birden tasarlanacak bir şey kalmadığını anlıyor. Bir süreden beri üzerinde yürüdüğü şeyin hava olduğunu ayrımsayan bir çizgi film kahramanı gibi düşüyor sonra.”*Buradaki boşluk dehşeti, mutlak bir düşüşün bir an öncesine dair; kişinin aslında geri dönülemez biçimde her şeyini kaybettiğini fark ettiğin an.
- Horror Vacui ile de sözünü ettiğiniz gibi sergi çok katmanlı bir biçimde boşluk – doluluk arasındaki ironik balans ile izleyiciyi karşılıyor. Daha kapsamlı biçimde serginin kavramsal ve formal aktarımlarından söz eder misiniz?
Doluluk ve boşluk birbirini çağıran iki unsur. Boşluk dehşeti de doluluğun fark ettirdiği bir boşluk, bir hiçlik duygusu. Sergide bu unsurlar kavramsal bir düzlemde kendilerini var ediyorlar. Sergi kurulumunda bir zıt ikilik olarak doluluk ve boşluğu karşı karşıya getiren bir kurgudan çok, bu iki duygunun serginin bütününde gezinen, tek tek her bir işe sirayet etmiş haliyle bir anlatı oluşturmaya çalıştım. Örneğin tüm biriktirdikleriyle ve temsil ettiği göç, yol, ev, aile gibi tüm kavramları içinde taşıyan tek bir mermer bavulun yerinden oynatılamayacak kadar ağır bir kütle olarak boş bir odaya yerleştirilmesi gibi. Tek tek işleri ele alırsak da, Babamın saati ve En uzun yaşayan fil isimli işler birer yüzey işi olarak boşluk ve doluluğu formal anlamda daha çok ortaya koyuyor.
- Sergide kapı, zil, bavul, saat, çeşitli fotoğraf kareleri gibi imgeleri disiplinler arası pratiklerde sunuyorsunuz. Mermerden bir bavul, çizimden bir saat içi ya da adınızın yazılı olduğu bir zil. Tüm bu eserler nasıl yan yana geliyor, nasıl bir kavramsal çoğulculuk aktarıyorsunuz?
Fotoğraf, hareketli görüntü ya da bizzat nesnelerle oluşturulmuş imgeler aslında belleğimizde dolaşan ve birbirleriyle rahatlıkla ilişki kurabileceğimiz evcil nesneler. Bir tarafıyla daha önce yaptığım sergilerin aksine okuması ve algılanması oldukça kolay imgeler. Bir bütün olarak bakıldığında, ev, aile, göç, gidiş-dönüş ve yol gibi kavramların temsil biçimleri. ‘80’lerdeki kapı tokmağı, ‘70’lerden bir bavul ya da Tpex’in daktilo için üretilen ilk versiyonu gibi bazı imgeler belki de yeni kuşağın biraz daha zor yakalayabileceği ipuçları. Ama sonuçta hepsi birer gösterge. Bilinçli bir gözün rahatlıkla okuyabileceği bir hikâye, Vision Art Platform’un üç katına yayılmış durumda.
- O’nun Valizi adlı eseriniz bir çanta. Bu eser beyaz ve minimal bir görüntü içinde izlenirken mermerin alaşım olarak fiziki ağırlığı çantanın seyahat, gidiş ve taşıma, taşınma anlamları karşısında kontrast bir anlam yüküne dönüşüyor. Yokluk – varlık, ağırlık – hafiflik gibi kurgularda belki gidebilmenin ya da kalabilmenin gücünü bu çanta ile nasıl bir yerden ifade ediyorsunuz?
Mermer bavul, aslında serginin kalbi. Sergideki tüm işler; resimler, desenler, video ve enstalasyonlar adeta valizin içinden çıkmış bellek izleri. O’nun Valizi (mermer bavul) isimli iş, aslında tüm bir hayata dair izlekleri içinde barındırdığı için mermerden üretildi. Bu bağlamda diğer tüm imgelerin ve zamanın ağırlığı, bu mermer bavulun fiziksel ağırlığını oluşturuyor diyebiliriz. Aynı odada yer alan kapı parçaları her ne kadar zamanın bir noktasından bir diğer noktasına savrulmuş ve sonra bir iradeyle yan yana getirilerek bir bütünü oluşturuyorlarsa mermer bavul da içindekilerin ağırlığıyla bir o kadar kararlı ve stabil biçimde mekana yerleştirilmiş durumda.
- 9 Kapı adlı eserinizden söz edelim. Birçok farklı küçük parçanın bir araya getirildiği tam olarak bir bütün olmasa da boşlukları ile gözün bir kapıyı tamamladığı bir eser bu. Bir bulmacanın parçaları, patikanın sonunda bilinmeze çıkan bir geçiş gibi. Parçalardan oluşturduğunuz bu kapının kavramsal ve biçimsel yönünden söz eder misiniz?
Horror Vacui sergisi oldukça kişisel bir sergi, doğrudan kişisel belleği merkez alan bir sergi. Evler, kapılar ise kişisel olduğu kadar toplumsal yönüyle de okunabilir imgeler. Benim hayatımdan geçen 9 ev var. Bu ahşap kapı parçaları ise atölyemdeki soba için aldığım odun çuvallarının birinin içinden rastlantısal olarak çıkan 9 adet kapı parçası. Hepsi bu rastlantısallık üzerinden ne birbirlerine ait ne de birbirinin aynısı. Bana bir şekilde oldukça karanlık günlerin birinde ulaşan bu kapı parçalarını kullanarak, bir zamanlar yaşadığım tüm evlerin temsili olarak anonim bir kapı oluşturdum. Bu kapıya doğduğum ilk eve ait kehribar kapı kollarından biri eşlik ediyor. Aslında sizi hiçbir yere götürecek bir kapı bu; ne geri dönebileceğiniz ne de sizi yeni bir eve taşıyabilecek bir kapı.
- Bu sergi sizin tüm üretimlerinizin de sezgisel bir parçasını taşıyor gibi. Neredeyse bir retrospektif izi var ve tüm eserler bu kurguya göre sunulmuş. Çizim, yerleştirme, ahşap yerleştirmeler… Bu açıdan bakıldığında geçmişten bugüne tüm üretimleriniz arasında yılların tozlu geçişlerinde bellek, anı, nostalji, ilişkiler ne gibi anlam yüklerine, belki anlam kayıpları ya da hafıza birikintilerine dönüştü?
Medium üzerinden konuşursak, elbette benim sanat pratiğimde kullandığım mediumları bu sergide de kullanıyorum. Ancak ben bu sergiyi daha öncekilerden başka bir yere koyuyorum. Kişisel ve toplumsal belleğin kesiştiği ya da çarpıştığı önceki üretimlerimden biraz daha farklı ve daha kişisel bir merkezden filizlenen, olgunlaşan bir sergi Horror Vacui. Belki sergiyi retrospektif yerine otobiyografik olarak tanımlamak daha doğru olabilir. Sergideki işlerin belekle ilişkisine dair de şunu söyleyebilirim: Bir anıya ait bir fotoğraf ya da bir tanık veya bir anlatıcı varsa o anı bir süre sonra hatırladığınızdan daha detaylı ve kapsamlı olarak hafızanıza işlenir; sanki o ana dair anlatılan her şeyi bizzat yaşamışsınız gibi. Bu sergideki fotoğraflar, aile albümünden yola çıkılarak yapılmış resimler ve sergi mekânına bırakılmış nesneler de aslında aynı tanıklıkların genişlettiği anılar. Ancak artık tanıkları ortada yok ve farklı tarihlere ait bu hikâyeler sergide kurgulandıkları, yerleştirildikleri yerde birbirleriyle kendi anlam ağlarını kendileri kurmak zorunda bırakılmış anı parçaları olarak yer alıyor.
- Sergide nostaljik bir sezgiyle bazı fotoğrafların asitsiz kağıt üzerine mürekkep tekniği ile hazırladığınız görüntülerini izliyoruz. Bu fotoğraflar hangi dönemlere ait, sizden ya da tanıdığınız bir çevreden mi geliyor, üretimlerinizde nasıl bir yer tutuyor?
Likit serisi adını verdiğim laviler kendi çocukluk albümümden yola çıkarak oluşturduğum bir serinin parçaları. Aslında teknik olarak daha önceki yüzey çalışmalarımdan ve çizimlerimden farklı olsa da yine tekrar unsuru ve aynı katmansal uygulama burada da devam ediyor. Bunlar da unutmaya ilişkin bir tekrara karşı yine tekrar unsurunu kullanarak direnen bir hatırlama davranışının sonucu. Bu fotoğraflardaki sahneler çocukluğuma ait halen hatırlayabildiğim birçok detayı da içinde barındırıyor; ‘80’lerdeki koltuklar, döneme özgü perde desenleri, örgü kazaklar, banklar, tanıdık mekânlar, yazlıklar, plajlar ve hafızada detayları yavaş yavaş kaybolmakta olan yüzler.
- Annemin Notları adlı eserin içeriğinden söz eder misiniz?
Bu notlar, yalnız yaşadığım ilk eve ben evde değilken gelen, erzak ve yemek getiren annemin bana yazdığı-bıraktığı notlardan oluşuyor. Notlar zaman zaman uzuyor, birer mektuba dönüşüyor. Elbette bu yazışmalar karşılıklı. Ben sadece annemin notlarını alıp plakalara aktardım ve sonrasında el yazılarını birer gofre olarak kullanıp renksiz gravürler bastım. Notlar yaklaşık olarak aynı boyutta basıldı. Belleğin kendisi gibi uçucu, silik ve varla yok arası bir görünüme sahip; beyaz uygulanmış işleri özgün baskı geleneğinin aksine tek edisyon olarak bastım.
- Boşluk ve sıkışmışlık bu sergide bellek üzerinden nasıl bir yerde yan yana yer buluyor?
Boşluk, Handke’nin romanındaki bilinçteki dehşet. Sıkışmışlık demesek de, bu anı parçalarının çağırdığı hiçlik anlamıyla boşluk, bu sergideki imgeleri yeniden hatırlamayı mecbur kılıyor. Bu mecburiyet, söz konusu imgelerin nesne olarak karşılıklarını, ses, durağan görüntü, hareketli görüntü ve yüzey işleri olarak üretmeme neden oldu.
- Boşluğa atıfta bulunan bu sergide izleyiciye nasıl bir yer kalıyor? İzleyici dolması, yüklenmesi ve belki de ifadesiz kalabilmesi düşünülen bir sergide nasıl bir anlam yüküyle buluşturuluyor?
Bu aslında herkesin hayatının bir döneminde fark ettiği bir dehşet; boşluk dehşeti. Yaşadığımız coğrafya o kadar sorunlu bir coğrafya ve hepimiz o kadar çok değişkene rağmen kendi ritmimizde adım atmaya, yürümeye devam ediyoruz ki, aslında ayaklarımızın altından her şeyin kayıp gittiğini çok sonra fark ediyoruz. Kayıp giden aslında hayatın ta kendisi. Bu sergiyi mahrem olandan kolektif olana kaydıran da bu ortaklık durumu. Ben farklı kuşaklardan, farklı sınıfsal katmanlardan, farklı değer ve inanışlara sahip herkesin bu sergide kendi hikâyesiyle ilgili bir şey yakalayabileceğine inanıyorum.