Fotoroman Kralı oyunundan

Fotoroman Kralı

//

Tiyatro Alesta’nın Fotoroman Kralı oyunu Kasım ayında Kadıköy Emek Sahnesi’nde prömiyer yaptı. 1970’ler Türkiye’sinde fotoroman kralı olmaya giden yolda Cem’in İrfan ile aşkını; Esengül ve Ayı Bayram ile olan dostluklarını anlatan müzikli oyun; biyolojik aile yerine, seçilmiş ailenin sıcaklığını yaşatıyor. Cinsiyet kimliklerinin açıkça hedef alındığı günümüzde, oyunun konu edindiği 70’lerden bu yana, zihniyet olarak ne kadar ilerlediğimizi sorgulatıyor. Karanlık bir politik atmosferi kara komik unsurlarla sunan Fotoroman Kralı’nda, düğünlerde aşuk ile maşuk oyunları oynayan Cem ile İrfan’ın başından geçenleri izliyoruz. Bir yandan tutuldukları zorlu aşkla sınanırken, diğer yandan hastanelere, karakollara düşüyorlar. Oyunu kolektif olarak hayata geçiren kalabalık yaratıcı ekipten oyuncu Orçun Ucal, yönetmen Ahmet Şeninak ve yazar Ali Cüneyd Kılcıoğlu ile konuştuk.

Fotoroman Kralı oyunundan
  • Fotoroman Kralı oyunu için yazar ve yönetmenle nasıl bir araya geldiğinizi anlatır mısın?

Orçun Ucal: Merhaba, Zeynep, ben teşekkür ederim. Yazar Ali Cüneyd Kılcıoğlu ile Plastik Aşklar oyununu yönettiğim zaman tanıştık, daha sonra pandemi döneminde Kültür Bakanlığı radyo tiyatrosu desteğiyle gerçekleşen Frapan Şehir adlı oyunu seslendirdik. Karanlık günlerde dayanışma hâlinde ilerleyen dostluğumuzun bir sohbetinde Fotoroman Kralı fikri ortaya çıktı. Ali’nin heyecanına ortak olmak ve yarattığı dünyaya anbean şahit olmak hem öğretici hem heyecan vericiydi. Ahmet Şeninak, konservatuardan sınıf arkadaşımdır. Tiyatro Alesta’nın ilk kurulduğu yıllar bir şeyler yapalım diye konuşmuştuk ama denk getirememiştik. Bazen olur böyle şeyler, konuştuktan seneler sonra bir araya gelirsiniz. Ali metni yazarken Ahmet’le konuşup ona metni anlatıyordum. Metin bittikten sonra ben yönetmen arayışındayken, görüşmeler yaptığım sırada, Ahmet metni okuyup ben yönetirim dedi ve hemen provalara başladık.

  • Oyunda dans edip şarkı söylüyorsun. Daha önce müzikli bir oyunda oynamış mıydın? Müzikleri yapan Onur Keskin ve koreograf Seçil Demircan ile nasıl bir çalışma süreci geçirdiniz?

Orçun Ucal: Beş Sevim Apartmanı oyununda da akapella olarak şarkı söylüyorduk. Fakat alt yapısı olan bir müzikle aynı zamanda dans ederken şarkı söylemek benim için bir ilk. Onur Keskin’e metni attım; nerelerde nasıl istediğimizi söyledikten sonra Onur piyanoda çaldığı melodiler gönderdi. Sonrasında ses rengime bakmak için stüdyoya çağırdı. Bir hafta geçtikten sonra stüdyoya girdim, hızlı ve verimli bir süreç geçirdik açıkçası. İstediklerimizi hemen anladı; oyun için yaptığı besteleri çok sevdik. Seyircilerden “Bunları neden dinleyemiyoruz, internete koyun,” gibi istekler geliyor. Seçil Demircan okuldan hocam olur; Tiyatro Alesta kurulduğundan beri her anımızda var. Elinin sürekli üstümde olması büyük bir şans. Seçil ile çalışmak çok zevkli, oyuncunun bedenini hemen çok iyi tanıyor, neye ihtiyacınız varsa o doğrultuda çalışmalar yaparak size koreografiyi öğretiyor.

  •  Kostüm tasarımcısı Hilal Polat’la bu kostüme nasıl karar verdiğinizi anlatır mısın?

Orçun Ucal: Hilal Polat ilk başta “Aman, hazırları var işte, neden beni uğraştırıyorsun,” dedi. Hemen itiraz ettim, Hilal’in yaptığı işleri biliyorsunuz, özellikle sergilerindeki işlerini. Maşuk da öyle olmalıydı, ilk önce “Boyasam mı,” dedi, o boya tutmasın diye dualar ettim. Sonra “Hayır, dikeceğim,” dedi. Neler yapabileceğini bildiğim insanların yaratım sürecine karışmayı sevmiyorum. Zaten yapacağını yaptı. Şahane bir maşuk çıktı ortaya. Işıl ışıl, beni de var üstelik. Adı “Hilal’in uğuru.”  İlk kostümü getirdiğinde gördüm ve verdiğim tepki “Eee, bana kimse bakmayacak,” oldu. Ben de çok beğeniyorum, kostümün bir ruhu ve karakteri var. Her giydiğimde çok mutluyum.

  •  Ekip kalabalık olsa da sahnede tek başına yer almak ve farklı roller arasında duygusal ve görsel bir geçiş sunmak sana ne hissettiriyor?

Orçun Ucal: Tek kişilik bir oyunda oynamanın kendine has zorlukları vardır; benim ilk deneyimim. Sahneye çıkana kadar “Oyy, ben ne yapıyorum, ne ettim,” diyorum, fakat çıktığım anda bir şey oluyor ve bizim mesleğin büyüsü orada gizli aslında. Fotoroman Kralı’nı oynamak o kadar keyifli ki… Oyunda bir sürü renk var, hepsi cıvıl cıvıl. Onların içlerinde olmak, renklerin arasında dolaşmak mutluluk verici. Bir yerlere dokunmak, bir şeyler söylemek sanatçı olarak beni son derece iyi hissettiriyor.

  • Role hazırlık sürecinden bahseder misin? Provaları nerede yaptın, nasıl geçti?

Orçun Ucal: İlk önce yönetmen Ahmet Şeninak ile karakterlere çalıştık. Karakterlerin renkleri, dönemin insanları, sesleri, bedenleri, konuşma biçimleri… Hepsinin üzerinden geçtik, denemeler yaptık, sonrasında ayaklanmaya başladık, ayaklandıkça başka şeyler de çıktı ortaya. Ahmet ne istediğini biliyordu, ben de onun isteklerine yaklaşmaya çalışıyordum. Bazen farklı önerilerle geliyordum, tam bir arayış süreciydi ve çok keyifliydi. Bizim ekip olarak bir acelemiz yoktu açıkçası, içimize sinene kadar çalıştık, ara verdik, demlendik, yine çalıştık. Son derece güzel ve öğretici bir prova sürecimiz oldu. Provalarımızı Kozyatağı Kadıköy Belediyesi Meclis Binası’nda ve Pat Atölye’de yaptık, iki tarafa da sizin aracılığınızla tekrar teşekkür etmiş olalım.

Fotoroman Kralı oyunundan
  • Fotoroman Kralı oyunun yaratım sürecinde yazarla ve oyuncuyla nasıl çalıştınız?

Ahmet Şeninak: Aslında oyuna en son dâhil olan kişi benim. Ali Cüneyd Kılcıoğlu bu oyunu Orçun Ucal için yazmış. Orçun bana oyunu ilk anlattığında çok heyecanlandım, metni bir an önce okumak istedim. Okuyunca heyecanım katlandı. Orçun’a “Bunu senden başka kimse oynayamaz,” dedim. Yoğun bir uğraş sonucunda yazılmış bir metin vardı elimde. İlk olarak yazarın ve sonra tabii ki Orçun’un ne hayal kurduğunu öğrenmek istedim. Aslında ortak bir hayalde birleşiyorduk. Orçun’la okuma provalarına başladığımızda yavaş yavaş karakterleri oluşturduk. Yazarımız Ankara’da yaşadığı için çalışırken denk geldiğimiz, düşündüğümüz karakterlerin hemen hepsini ses kaydı alıp atmaya başladık. Yol içinde bunlar değişip şekillendi. Yönetmen olarak asıl hedefim üçümüzün de içine sinen bir iş ortaya çıkarmaktı. Sonuçta üçümüzün de hayali gerçekleşti.

  • İlk yönetmenlik deneyiminin Fotoroman Kralı gibi tek oyuncunun birçok role girdiği müzikli bir oyun olması senin için ne anlama geliyor?

Ahmet Şeninak: Bu oyunu yönetmek hiç aklımda yoktu. Aslında genel olarak oyun yönetmek de yoktu. Orçun ile sınıf arkadaşıyız. Dört sene boyunca beraber aynı sahneyi paylaştık. On bir yıllık arkadaşım. Ona yazılmış harika bir metin önüme geldiğinde, bir de hikâyedeki şarkıları, dansları, karakterleri görünce heyecanlandım ve oyunu yönetmeyi ben teklif ettim. Çok eğlenceli ama bir yandan da hem oyuncu için hem de yönetmen için çeşitli zorlukları olan bir oyun. Seksen dakika boyunca sekiz farklı karakter oynayıp altı şarkıyı dans ederken canlı söyleyip üzerine bir de Aşuk-Maşuk dansı etmek her ne kadar keyifli olsa da bizi biraz zorladı. Bu zorluğa rağmen, ilk yönetmenlik tecrübemi bu oyunla yaşadığım için kendimi şanslı addediyorum.

  • Politik bir duruşu olan bu oyunda yönetmenlik seçimlerini belirleyen özel durumlar oldu mu?

Ahmet Şeninak: Oyunun anlattığı zamanın üzerinden neredeyse elli yıl geçmiş olsa da, bugün yaşadıklarımıza baktığımızda pek bir şey değişmemiş görünüyor. Gönül isterdi ki bu oyunu izleyenler “Vay be, zamanında neler olmuş; artık çok daha umutlu yarınlara bakıyoruz,” diyebilsin. Cem’in, İrfan’ın, Ayı Bayram’ın, Esengül’ün başına gelenler insanların başına hâlâ geliyor. İçinden geçtiğimiz tüm sıkıntılara rağmen, belki birçoğumuzun aksine Cem’in bir umudu var. Politik düzlemde de, aşk düzleminde de umutlu. Bu nedenle, dönemin ağır politik atmosferine rağmen, yönetmen olarak tercihim, Cem’in olanları olağan bir yerden hikâye etmesiydi. Çok normalmiş gibi anlatmasına rağmen Cem karakteri sistemli bir şekilde işkence görüyor. İşkence sonrasında ise sağır kalıyor.

Auschwitz toplama kampında işkence gören, ailesi katledilen Yahudilerle ilgili bir belgeselde bunu yaşayan insanlar başlarından geçeni öyle sıradan bir dille anlatıyordu ki dehşete düşmüştüm. Cem karakterinde de esas hedeflediğim buydu ve rejiyi bunun üzerine kurdum.

  • Kalabalık bir ekiple çalışmak nasıl bir süreci beraberinde getiriyor? Dramaturg Nevra Ayşem Savaşçı ile nasıl bir dramaturji kurguladınız?

Ahmet Şeninak: Hayalimiz konusunda hemfikir olduktan sonra işler kolay ilerledi, diyebilirim. Koreografi, şarkılar, kostüm, her şey istediğimiz gibi oldu. Fotoroman Kralı’nın birçok belirleyeni var. Birinden biri kötü olsaydı hayal kırıklığına uğrardık. O yüzden titiz ve özenli bir süreç izledik. Bunu kalabalık ekibimiz sayesinde gerçekleştirebildik. O yüzden bu vesileyle bütün ekip üyelerimize bir kez daha teşekkür ediyorum. Tiyatro Alesta kurulduğundan bu yana, bütün oyunlarını takip ediyorum. Ayşem’in başarılı bir dramaturg olduğunu biliyordum. Fakat beraber çalışma fırsatımız olmamıştı. Bütün provalarda Ayşem ile beraberdik. Metnin altını üstüne getirdik. Orçun’u zorladık ama sonuçta değdi. Dediğim gibi, Ayşem’in şahane bir gözü ve zekâsı var. Puzzle gibi metni kurdu ve bazen eklediği tek bir kelimeyle bizi rahatlattı.

İlginizi çekebilir:  Bergama Tiyatro Festivali 26-29 Ağustos'ta
Fotoroman Kralı oyunundan
  • Oyun metninin trajikomik niteliğinden ötürü güldürüyle dram iç içe geçiyor. Bu noktada nasıl bir reji uyguladın?

Ahmet Şeninak: Hepimizin hayatı çoktandır trajikomik bir hâl aldığı için çok zorlanmadım. Pandemi yüzünden tüm hayatımız değişti. Etrafımızda birçok insan öldü. Sevdiklerimizi günlerce göremedik. Hastalık korkusuyla yaşadık ki hâlâ yaşıyoruz. Dünyanın senelerdir içinde bulunduğu iklim krizi tehlikesi, savaşlar, açlıklar, aktif olmayan ama patlayası tutan volkanlar, içimizde patlayan volkanlar, depremler, seller ve daha nice felaketler… Her şeye rağmen yaşıyoruz. Cem gibi hâlâ bizler de eve gidince bir çay koymanın derdindeyiz. Bu süreç içinde gülüyor, ağlıyor, dans ediyoruz. Şarkı söylüyoruz, hayallerimiz var, onları gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Fotoroman Kralı da tam olarak böyle bir reji üzerine kurulu. Korkunç bir dünya içinde aşkını ve umudunu koruyan, kalkıp dans eden, şarkı söyleyen, sevdiğinin arkasından el sallamak zorunda kalan ama asla vazgeçmeyen bir insanın, yani hepimizin hayatının rejisi.

  •  Fotoroman Kralı’nı hangi düşüncelerle yazdınız?

Ali Cüneyd Kılcıoğlu: Fotoroman meselesi kendi içinde ilginç bir kuramsal alan barındırıyor. Yetmişli yılların bu kurgusal, fotoğraflı filmleri döneminde ciddi bir okuyucu kitlesine hitap etmiş. Gazetelerde, dergilerde, kitaplarda ciddi tiraj artışlarına yol açmış. En önemlisi çok sevilmiş. Sinemaya göbek bağıyla bağlanmış. Kimi filmler önce fotoromanmış mesela ya da fotoromanlar önce filmmiş. Tam da dönemin gerekliliğinden ve içinden çıkmış. Diyaloglu fotoğraf kareleri tam da Roland Barthes’in, Ulus Baker’in üzerine yazılar yazabileceği bir alan. Bunun üzerine yazılmış bir oyun veya film olmadığını görünce yazmak istedim ve fotoromanlar dünyasında buldum kendimi. Opera Mundi adı verilen İtalyan fotoroman türüyle başlayıp kendi ürettiğimiz fotoromanlara kadar güzel bir araştırma serüveni oldu bana. Geriye bunu oyunlaştırmak, fotoromanları değil ama fotoroman ruhunu yansıtmak kaldı.

  • Oyun metnini yazarken 1970’ler Türkiye’sine ve siyasi atmosfere yönelik nasıl bir araştırma sürecinden geçtiniz? Neler okudunuz, hangi arşivleri taradınız?

Ali Cüneyd Kılcıoğlu: Ben Mülkiye’nin Mülkiye olduğu yıllarda okudum. İyi eğitim alma imkânım oldu. Çok kıymetli hocalardan, hukukçulardan, tarihçilerden dersler aldım. Yetmişli yıllar için nerelere bakmam gerektiğini biliyordum. Bunun üzerine kitaplar okuyup, belgeseller izledim ama ben en çok tanıklıklara yöneldim. Dönemin anı kitaplarına, kurgusal olmayan söyleşi ve belgesellere baktım. Kişisel bilgimi genişleten keyifli bir süreçten geçtim. Hele ki dönemin fotoromanlarını okumak kalemimi de geliştirdi.

 

  • Türkiye’de bir yandan hak odaklı çalışmaların sivil toplumda yükselişe geçtiği, öte yandan cinsiyet kimliklerine yönelik nefret söyleminde de artış görülen bir dönemde iki erkeğin aşkını konu alan bir metin yazmak üzerine neler söylersiniz?

Ali Cüneyd Kılcıoğlu: Bu oyunu yazarken cinsiyet ve kimlik meselelerine eğileceğimi biliyordum. Okumaya Judith Butler’dan başladım. Queer teori ve cinsiyet üzerine okudum. Ama uzun bir süre oyun için tek kelime yazamadım, cinsiyet meselesine nereden yaklaşacağımı bilemiyordum. Bizden olan farklı bir kapı aralığı bulmam gerekiyordu. Sonra birden, bizden bir hikâyenin peşine düşmek için seyirlik oyunlarımızdaki cinsellik, cinsiyet bozumu, cinsiyetsizlik, cinsel şakalı oyunlar aklıma geldi. Köy, kasaba ve şehir meydanlarında oynanan Aşuk ve Maşuk oyunu ilgimi çekti, çünkü karşımızda bir kadın (Maşuk) ve bir erkek (Aşuk) kılığına giren iki adam var. Bu iki erkek, kadın erkek sevgisini/kurlaşmasını yansıtan seyirlik bir oyun oynuyor ve bu cilveleşme hâli seyirciyi güldürüyor. Aslında alt akıntıda birbiriyle cilveleşen iki erkek var. Bu erkeklerden biri kadın kılığında.

Tüm bunlar bir seyirci grubunun (düğün/bayram/eğlence seyircisi) önünde oluyor. Seyirci tabii burada iki erkeğin cilveleşmesine bakmadan o büyük görkemli kıyafetlerdeki Aşuk-Maşuk cilveleşmesine, toplumsal cilveleşmeye gülüyor. Öte yandan eskiden bu erkeklerin göbeklerinin açıkta olup Aşuk ve Maşuk’un yüzlerinin çıplak erkek göbeklerine çizilip oynandığını da biliyoruz. Aşuk ve Maşuk iki erkek göbeğinin tensel temasıyla öpüşüyor. Nereden bakarsak bakalım ilginç bir durum ve kültürümüzün bir parçası olması açısından kıymetli. Bu durumu görünce Aşuk ve Maşuk kıyafetleri içine saklanıp aşklarını yaşayan iki erkeğin hikâyesini yazmak istedim. Öyle ya, hepimiz dünyada saklanacak ve özgürce yaşayacak bir yer arıyoruz. Keza alt metnin iyice diplerinde tuhaf bir soru da var, illa iki erkeğin aşkında birinin kadın, diğerinin erkek gibi mi gözükmesi lazım, iki erkeğin “erkek” kalarak da aşkını yaşaması mümkün olamaz mı?

Özetle, bu Aşuk-Maşuk meselesiyle katmanlı bir cinsiyet sorunsalına kapı açmak istedim, isteyen istediğini istediği şekilde düşünsün diye, belki bu konuda birilerine ilham olur, daha da derinleşmeye alan açarız diye. Bu araştırmaları, okumaları ve heyecanla keşfettiğim Aşuk-Maşuk dansını önce Orçun ile, sonra Tiyatro Alesta ekibiyle paylaştım, onlar da çok heyecanlandı ve bana bu oyunu yazmam için büyük bir serbestlik tanıyarak güç verdiler. Bu sayede güzel bir yazım süreci yaşadım.

Fotoroman Kralı oyunundan
  • Afişte de yer alan tavuskuşu imgesinin oyundaki yerini açar mısınız?

Ali Cüneyd Kılcıoğlu: Tavus kuşu bir metafor değil ama bir taşıyıcı. Hepimizin istediği o “güzel hayat”a dair bir taşıyıcı. Bazı anlar olur ki hayatta kaldığımızı göstermek için bütün renklerimizi açmamız gerekir, çünkü insan denen canlı güzeldir. Tavus kuşunun tüyleri bir insan güzellemesidir. Umudu nerede aramamız gerektiği sorusunun cevabıdır. Çünkü umudun insanın kalbinde, arkadaşlıkta, dostlukta, paylaştığı ekmekte, istediği dünya için omuz omuza verdiği mücadelede olduğunu hatırlatır. Bunları oyunda da görüyoruz.

  • Çocukluğunda efsunlu ilan edilen Cemin ailesinin istismarına uğraması, Aşuk ile Maşuk oyunları oynayan dansçıların tacize uğraması, devrimci fotoroman çeken oyuncuların polis sorgusunda verdikleri ifadenin çarpıtılarak kayda geçirilmesi gibi birçok Türkiye gerçeğini çok yönlü olarak işliyorsunuz. Toplumsal gerçekçi boyutu bakımından bu oyun nasıl bir yerde duruyor?

Ali Cüneyd Kılcıoğlu: Bu benim yazarlık tavrım. Yazdığım oyunlar toplumsal gerçekçi, kara komedi oyunlarıdır. Meselesini slogan atarak anlatan kurguları sevmiyorum. Bana göre kurgu, meselesini gündelik gerçekliğin içinden alır. Böyle bir şey yaşanmamış olabilir ama yaşanması muhtemel görünmelidir. Kurgu, gerçeğini hayatın içinden, sokağın dilinden, dönemin ruhundan, insanın kalbinden almalıdır. İnsan ilişkilerine, dönemin şarkılarına, eşyalara, her yere yayılan hikâyeler var, o hikâyelerin nefesini hissettiğinizde bunlar zaten toplumun nefesine dönüşüyor.

  • Toplumsal gerçekçilik dedik ama oyunlarınızda güçlü bir mizah duygusu da bulunuyor. Metnin ve oyunun öne çıkan özelliği karakomik bir niteliğe sahip olması. Fotoroman Kralı’nda oyuncu Orçun Ucal’ın performansıyla seyirciyi “ağlanacak hâline güldüren” bir izleme deneyimi oluşuyor. Bu tercihiniz Cem’in iç ısıtan neşeli karakteriyle örtüştüğü kadar, 1970’ler Türkiye’sinin karanlık atmosferiyle de çelişiyor. Oyunun dramatik omurgasını kuran bu güçlü tezat hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ali Cüneyd Kılcıoğlu: Çünkü hayat biraz böyle bir şey. Ağladığın yerden seni güldüren, güldürürken kalbini sızlatan, karanlıktayken umudun aydınlığına tutunmanı zorlayan, çıkışsız sokaklarda çaldığın ıslık, tutunduğun bir şarkı, mutsuzken aklına çağırdığın bir anı… Yaşamak denen şey karanlık bir yol. Dünyayı aydınlatan ışıklara ihtiyacımız var. Fotoroman Kralı’nı böylesi bir karanlıkta yolumu bulmaya çalışırken yazdım. Maalesef günümüzde, ülkemizde insanların kendini umutsuz hissettiği zamanlardan geçiyoruz, ben de sahneden seyirciye bir kahkaha fırlatmak ve onu paylaşmak istedim çünkü gerçekten kahkahanın birçok şeyi değiştirebileceğine, yıkabileceğine, çıkışın ilk adımı olabileceğine inanıyorum. Devrimi devrimin silahlarıyla yapamazsınız, düzenin aşina olmadığı silahlarla yapmak zorundasınız, kahkaha da böylesi bir güç. Yolların tuzaklarla örülü olduğu bir dönemden tezatlıkların kaynaşmasıyla geçebileceğimizi düşünüyorum.

OYUN KÜNYESİ

Yazar: Ali Cüneyd Kılcıoğlu

Yönetmen: Ahmet Şeninak

Oyuncu: Orçun Ucal

Dramaturg: Nevra Ayşem Savaşçı

Kostüm Tasarım: Hilal Polat

Işık Tasarım: Utku Kara

Müzik: Onur Keskin

Koreograf: Seçil Demircan

Resim Tasarım: Hamit Mert Ulcay

Afiş Tasarım: Umut Ertung

Asistan: Hamza Zeyrek

İletişim Danışmanı: Zeynep Nur Ayanoğlu

Previous Story

Yeni Yılda Sergiler

Next Story

Dayanışmanın On Yılı: SAHA

0 0,00
02_ArtDog_CD_Logo_RGB_Black

BÜLTEN

Türkiye ve dünyadan haftalık kültür-sanat haberleri, inceleme yazıları, sergiler ve etkinlikleri takip et.

Bülten aboneliğinde ArtDog Istanbul’un gizlilik sözleşmesini kabul etmiş olursunuz.