0.
Venedik’ten ayrılalı çok uzun zaman olmamıştı. En son Kasım 2021’de Mimarlık Bienali’nin son haftasını görmek için gittikten sonra çok geçmeden tekrar Venedik’te buluyorum kendimi, bu sefer sadece izleyici olarak değil, bir yolculuğun parçası olarak. Bazı metinleri yazmak kadar bazı sergileri anlatmak da zor olabiliyor. İçerden bir metin kaleme almak zorlu olsa da, kimi zaman mesafelenerek bu yazıyı içerden dışarı çıkaracağım. İçerden kurulan ve sonrasında dönüşen bir izlenim metni.
1.
Füsun Onur’un Evvel zaman içinde… sergisi için çalışmaya başladığımda gireceğim dünyaya dair oldukça heyecanlıydım. Füsun Onur’un yarattığı tek bir dünya değil, bir dünyalar bütünü. Her işinde, her yerleştirmesinde yeniden kurulan birbiri ile ilişkilenen bir dilin ürünü. Serginin küratörü Bige Örer ile ilk konuşmaya başladığımızda, Onur’un pratiğinin içindeki sınırları zorlayan hali, sadece heykelin değil, heykelin bıraktığı boşluğun da eserin parçası olabileceği düşünceleri beni çok etkilemişti. Evvel zaman içinde…’nin hikâyesinin yolculuk halinin çekiciliğinin yanı sıra hikâyenin mekânla ve kentlerle kurduğu ilişki eserin ana hattını kurmaya yardımcı oluyordu. Onur’un pratiğindeki İstanbul’un etkisi, bu iş özelinde hem İstanbul ile hem Venedik ile ilişkilenmesi bana Italo Calvino’nun “Görünmez Kentleri”ni hatırlatıyor. Kentlerle ilişkimizin rüyalarla olduğu gibi olduğunu söyleyen Calvino, kentleri de rüyalar gibi arzuların ve korkuların kurduğunu ekler. Bu masalda da arzular ve korkular bir araya gelip hikâyenin ana aksını kuruyor. Onur’un pandemi döneminde evinden çıkmayarak ürettiği anlatı gelecekten geliyor. Bir gün çocuklar okuldan çıkar ve gazeteler dağıtır, gezegenin geleceğinden ötürü endişe içindedirler. Masalın baş karakterleri fareler ve kediler insanların sebep olduğu felakete karşı beraber mücadele ederler. Hayvanlar arasındaki dayanışma, başka türlerle kurduğumuz dayanışma yöntemleri şüphesiz korkularımızı aşmak için. Kaynaklar giderek azalırken, dayanışma karşılıklı sorumluların daha arttığı bir aciliyete işaret ediyor. Evvel zaman içinde… içindeki bu beklenmedik dayanışma, hem farklı farklı ilişkilenme biçimlerine dair cevaplar aramaya yardımcı oluyor, hem de bir arada yaşamak ne demek onu düşündürtüyor.
“İşte fareleri yaparken yine bu dolaşıyor. İşte niye ben bunları barıştırmıyorum dedim, barıştırdım. Çok iyi işler yapacaklar, hem de çok sadık olacaklar. Birbirlerini kırmayacaklar, hiçbir başkanı olmayacak, hiç kimse “Ben başım” demeyecek. Herkes beraber düşünecek, beraber, hangisi kazanırsa, hangisi üstün gelirse onu yapacaklar. Git ailene, arkadaşına söyle: Barış için geldim ben, savaş için değil, bundan sonra barış içinde yaşayacağız.”
Hikâyenin baş kahramanı fare ise bu dayanışmayı kurduktan sonra, hep arkadaşlarından duyduğu Venedik’e doğru yola çıkar. Venedik’te arkadaşlarıyla zaman geçirirken, aşık olur. Bu aşk bir müzik resitaline dönüşüyor ve hikâyenin arzusu burada başlıyor. Arzularının peşine düşen baş karakterin aşkı sadece gözleri kör eden bir hal değil, aynı zamanda mekânla bir birleşmesidir. Hikâyenin sonu açık biter… Bir varmış, bir yokmuş diye sonlandırır Onur hikâyesini.
Evvel zaman içinde…’ki sahneler kurulan bir kentin farklı katmanları gibi. Bulutlardan bu sahnelerin içinde Füsun Onur’un yarattığı dünyaların başka ölçekleriyle karşılaşıyoruz. Bu görece küçük ve boyutlarına rağmen “iddialı” diye adlandırılan formlar, tellerin bükülmesiyle, gündelik malzemelerle, hazır nesnelerden oluşuyor. Bu masal dünyasının her sayfası birbirine açılan bir kitap gibi yer alıyor. Beyaz düz yüzeyler, bu hikâyenin sayfaları olmakla beraber sahnelere de ev sahipliği yapıyor. Ama bir yandan da mekânın içindeki ritmik dağılımı aslında eserin içerisindeki müzikal yapıyı tekrar görünür kılıyor. Onur’un pratiğindeki uçuculuk ve kırılganlık, ışık huzmeleri ile birbirinden ayrılan bu parça bulutlarda gözükmeye başlar, mekânın içindeki hissiyat sanki bir yandan uçup gidecek gibidir.
Masalın mekânla ilişkilenmesini Bige Örer ile konuşurken, aynı sahneler gibi, mekânın da yönlerini konuşup, Venedik sahnelerinin arka planına Venedik’in gelmesini düşündük. Bu eserin aynı zamanda dış mekânlarla kurduğu ilişki görünür kılarken, bir beyaz küpün içinde değil gerçek mekânla harmanlanan bir deneyimi seyirciye sundu. Sergi mekânı bulunduğu yapının içinde bir mekânken, farklı adalara dağılmış bulutlarla çeşitli ölçeklerde ve yüzeylerde, hacmin içinde yeni mekânsal olasılıklar ortaya çıkardı. Yüzeylerin üzerine yayılan eserler kimi zaman ışıkla beraber çizime dönüşüyor, kimi zaman 2 boyutlu, 2.5 boyutlu anlatılar yaratıyor.
Açılış günlerinin de grotesk havasıyla, ana serginin tamamına yayılmış büyük boyutlu eserlerden, kalabalıktan kopup bu masal dünyasının içine girince insan, uçuculuk ve kırılganlığın ne kadar güçlü olabileceğini anlıyor. Füsun Onur, Evvel zaman içinde…’de İstanbul’u, şehirleri, aşkları, korkuları, geleceği, gezegeni birbiriyle konuşturup yeni bir dünya kuruyor. Bu dünyayı masalsı anlatılarla besleyip, sevmenin, herkesle her türle dayanışmanın, birlikte olmanın önemini ortaya koyuyor.
MİNİ MİNİ BİR DÜNYA
Sanatçı Füsun Onur’un bienal için hazırladığı yerleştirmesi “Evvel zaman içinde…”, Arsenale’deki Türkiye Pavyonu’nda sergilenmeye başlandı. Küratörlüğünü Bige Örer’in üstlendiği İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın (İKSV) koordinasyonunu üstlendiği Venedik Bienali Türkiye Pavyonu Venedik Bienali’nin 59. Uluslararası Sanat Sergisi kapsamında 27 Kasım’a kadar görülebilecek.
Füsun Onur Türkiye Pavyonu için ürettiği yeni sergisinde insanların yol açtığı ve gezegenin geleceğini tehdit eden insan odaklı yönetim anlayışına karşı birleşerek mücadele eden bir grup fareyle kedinin öyküsünü anlatıyor. Onur’un metal telleri eğip bükerek yaptığı figürleri birlikte çözüm yolları arıyor, dans ediyor, müzik yapıyor, seyahat ediyor, âşık oluyor. Bazıları boşlukta asılı kalırken, diğerleri pinpon topundan kafaları ve krapon kâğıdından renkli kıyafetleriyle bir oyunun sahnelerini canlandırıyor.
Onur’un iki yıl boyunca minimalist bir yaklaşımla, bir müzik parçası besteler gibi adım adım işlediği figürlerinin bir araya gelmesiyle ortaya çıkan yapıt, kendisine özgü, minyatür bir masal dünyasının kapılarını aralıyor. Kabul edilen doğruların sorgulandığı ve gerçeklerin altüst olduğu bu dönemde Onur, bir kez daha beklentileri bir kenara bırakıp yeni eserinde hayatın kendisine, etrafındaki nesnelere bakarak onlardan yeni bir sanat dili yaratıyor; insan olmayanların yaşantısından öğrenmek, yaşamı olduğu gibi kabul etmek, sevmek ve birlikte yaşamak üzerine bir başyapıt sunuyor.