Stiletto, Altın Portakal’dan sonra BFI London ve Güney Kore, Almanya festivalleri ile yolculuğuna devam edecek. Film, arzuları ve toplumun kuralları arasında sıkışıp kalmış taksi şoförü Halil’in stiletto düşlerine ortak ediyor bizi. Ters köşeleri bol “Stiletto”yu konuşmak için Münih’te yaşayan yönetmeni Can Merdan Doğan’a Zoom’dan bağlandık.
-
Neden ‘Stiletto’?
Benim için hem varoluşsal hem de politik bir çok sebebi var. Ama kısaca şunu söyleyebilirim: Kimlik politikalarının bizi getirdiği noktanın korkutucu olduğunu düşünüyorum; çünkü artık insanlar bir başkasıyla, cümleye ya da soruya onun kim olduğunu anlamak ve onu kafasındaki şablonlardan birine sığdırmak için iletişime geçiyor. Amacım, insanın bir nesne üzerinden kimliğinin anlaşılamayacağı iken, aynı zamanda kim olduğumuzun cevabının verilemeyecek kadar absürt bir soru olduğunu tartışmaktı. Çünkü ben de varoluşsal olarak hep, her şekilde bir kimliğe ait olmak ve kendimi açıklamak zorunda hissederek büyüdüm ve büyütüldüm. Başkası, ötekisi olarak görülen insanların aramızda en özgün haliyle var olması özlemiyle çektim bu filmi. Bu hem umudum hem de motivasyonum.
-
Hasan’ın var oluşu ne erkek ne de kadın olmak üzerine, doğrudan ‘öteki’liğin temsili bir karakter. Hasan ile gerçekte de tanıştın mı?
Hayır, tanışmadım ama tanışmayı çok isterdim. Hatta dertleşmeyi… Taksisine binip uzun uzun sohbetler etmek keyifli olurdu.
-
Ezberin bozulduğu, tuhaflaştırılmış bir erkeklik görüyoruz Hasan’ın bedeninde ve bu tuhaflık o kadar güzel ki, onu sevmemek, beğenmemek imkânsız kalıyor. Bu bakışı özellikle yaratıyorsun sanki; Hasan’ı, Hasan’ları izlemenin güzelliğini görelim ve anlayabilelim istiyorsun. Anladığımızda her şeyin çözüleceğini…
Hasan’ı dikkati çekmeyecek biri olarak kurmak istedim. Belki göz temasından kaçınan, bir yandan da bu sıradanlığın içinde bıkkın biri gibi. Ama bu ilk bakışta bakıldığında olağandışı bir bıkkınlıktan ziyade, sanki meselesi bir sonraki ayın kirası, çocukların servis ücreti gibi görünsün istedim. Yani tuhaflığı aslında normal olmasında. Dışarıdan bakıldığında öyle görünmesinde. Normlara uygun yaşamasında. Dediğin gibi kesinlikle arzum, bu kadar basit; sıradan olması her şeyin. Hepimizin varoluşunun deşilmeye, ötekileştirmeye, dedikodusunun yapılmaya, şiddet göstermeye değmeyecek kadar aslında sıradan olduğunu anlatmaya çalıştım.
-
Hasan’ın bir taksi şoförü olması ve işçi sınıfından gelmesi ne kadar önemli sence, burjuva sınıfında da aynı Hasan olur muydu ve Aysel ona yine ‘İbne’ der miydi?
Derdi kesinlikle; ama, içinden… Sesli söylemezdi, ama bunu düşünürdü. İşçi sınıfı hep daha dürüst bu yüzden.
“İnsanın Aslında O Kadar Kutsal ve Dokunulmaz
Olmadığını Fark Ettim”
-
Ters köşelerle dolu bir film Stiletto. Onu bu kadar oyuncaklı kurarken nelere baktın, ya da neler okudun?
Çok yoğun bir şekilde teorik okumalar yaptığım bir dönemdi. Doktora tezimin teori bölümünü tamamlamam gerekiyordu. Özellikle kuir teori ile ilgili çok okumalar yapıyordum. Bu hikâye bir gün sokakta koşarken bir anda zihnimde hortladı diyebilirim. Almanya’da ‘Zu Verschenken’ diye bir olay var. İnsanlar kullanmadıkları her şeyi, kutulara yerleştirip, binalarının önüne koyuyorlar. Bu bir kıyafet, kitap, ayakkabı olabilir. Sokakta gördüğüm bir stiletto zihnimde bir kıvılcım çaktı. Hikâyeyi çok çabuk yazdım, sonra tekrarları yazdıkça inceldi. Ama şunu söyleyebilirim ki hikâye ilk aklıma, finaliyle beraber geldi. O yüzden filmin birçok ters köşesi ya da sürprizi bilgisayarın başına oturduğumda zaten belliydi, bu da benim için yazarlık deneyimi açısından bir ilkti. Çünkü ben yoğun bir ön hazırlık sürecinden sonra yapıyı kurmaya çok alışık biriyim.
-
Bir yandan da doktora yapıyorsun ve popüler kültür ve kuir alanında çalışıyorsun. Okudukların ve altını çizdiklerin Stiletto’yu yazarken sana nasıl bir yol gösterdi?
Kuir okumalar sınırlarımı, önyargılarımı, kendimi sürekli tanımlama çabamın dışına çıkmamı ve ‘size ne!’ dememi sağladı. İnsanın kendiyle derdi bitince üretim koşulları rahatlıyor, cesurlaşıyor. “Stiletto”yu yazarken de bu farkındalık eşlik etti bana. Bu dünya tahayyülünün ve inşasının nasıl bir düzmece olduğunu fark edince insan, onu yeniden farklı biçimde kurabileceğini de fark ediyor. Montaj kavramı bu yüzden önemli, çünkü sinema aracılığıyla hayalindeki dünyayı tekrar ve tekrar kurabiliyorsun. Ama önce yapıyı sökmek gerek. O sökümü yalnız teorik metinler aracılığıyla değil, insanın kendi hayatında da yapması gerek. Değer verdiğimiz, kutsadığımız birçok kavramın, insanın aslında o kadar kutsal ve dokunulmaz olmadığını fark ettim ben de. Çok irkildim, ama bu irkilme hali üretime dönüştü. Butler forever!
-
Türkiye’de özellikle erkek oyuncuların kuir rollerden ne kadar uzak durduğunu çoğu ilgisiz açıklamalarla biliyoruz. Hatta bir ara erkek aktörlere ‘Gey rolü oynar mıydınız’ diye sormak çok popülerdi. Murat Kılıç’ın Hasan’ı kabul etmesi nasıl oldu ve birlikte nasıl çalıştınız?
Murat’a uygulayıcı yapımcımız aracılığıyla ulaştım. Murat plastik olarak kafamdaki Hasan’la birebir aynıydı. Bu benim için bir şanstı. Senaryoya nasıl bir tepki vereceğini kestiremiyordum. Okur okumaz ikna olması ve senaryoyu çok beğenmesi beni gerçekten havalara uçurdu. Murat çok tatlı bir insan. Sette çok rahattı. Taleplerim konusunda benden daha rahattı diyebilirim. Bu da benim içim huzurlu bir set geçirmeme sebep oldu. Sanırım set sırasında kasılan bir oyuncuyla Hasan karakterini çıkarmaya çalışsaydım bu iş çıkmazdı ve çok tatsız olurdu. Çok başarılı bir oyuncu Murat ve karakteri çok ince bir yerden çıkardı.
“Hasan’ı dikkati çekmeyecek biri olarak kurmak istedim. Belki göz temasından kaçınan, bir yandan da bu sıradanlığın içinde bıkkın biri gibi”
-
Şimdi de uzun film geliyor…
Evet; yine kuir, yine ters köşeli bir hikâye. Medya temsilleriyle ilgili.
-
Peki ya herkes stilettosunu giyse neler olurdu?
Herkesin biçimli bacakları olurdu. (gülüyor.) ‘Öteki’ diye bir şey olmazdı sanırım.