İMALAT-HANE’nin yeni sezon açılış sergisinde küratörlüğünü Duygu Demir’in üstlendiği 10: Soyutlamalar, İmalar, Mütalaalar sergisi, disiplinler arası pratiklerde son on yıl içinde üretilmiş olan yapıtlardan bir seçki sunuyor. Sergi, Ahmet Doğu İpek, biriken, Burak Kabadayı, Cevdet Erek, Deniz Aktaş, Hakan Topal, Hale Tenger, Hasan Özgür Top, Huo RF, İnci Furni ve Özlem Günyol – Mustafa Kunt’un eserleriyle, 2013 – 2023 yılları arasına toplumsal, politik ve düşünce temelli bir yaklaşımla muğlak bir nabız tutma eylemini aktive ediyor. İMALAT-HANE’de 2 Aralık tarihine kadar devam edecek olan 10: Soyutlamalar, İmalar, Mütalaalar sergisinin küratörü Duygu Demirle konuştuk.
Duygu, yoğun bir çaba ile üzerine çalıştığınız 10: Soyutlamalar, İmalar, Mütalaalar sergisi nasıl bir kavramsal anlatı ile şekilleniyor?
Aslına bakarsan kavramsal bir çatı kurup buna göre işler seçerek sergi kurgulamak yerine daha basit bir fikirden yola çıktım. Birçok başka yerde nabız tutmak adına yapılan sergilere benzer bir şey yapmak istedim. Zaman olarak son on yıla odaklanmaya karar verdim, 2013-2023 Gezi ile başlayan ve bu seneki genel seçimlerle biten kendi içinde sosyo-politik olarak da bir kırılma ve o kırılma sonrası akisleri görmeye izin veren bir döneme denk geldi. Aslında sergi de Mayıs’ta olacaktı ama deprem nedeniyle sonbahara kaldı. Zaten bu on yıl da, insan eliyle üretilen çeşitli felaketlere iyice odaklandığımız ve her türlü hayatı askıya alan ertelemelere, sapmalara ve beklenmedik kaymalara şahit olan bir on yıl olduğundan, serginin kendisinin de böyle bir gecikme ile açılması, tabiri caizse yerinde bile oldu. Bir sonraki adım, belli bir aralıkta belli bir yerde üretilen işler bir araya geldiğinde o zamana ve yere dair bir şey de söyler mi sorusuydu. Benim buna kendi tamamen sübjektif gözlemlerim üzerinden cevabım olumlu. Benzer olmasa da çeşitli ortaklıklar içeren bir dil oluştuğunu düşünüyorum, daha örtük bir dil. Söylemek istediğini göze parmak sokarak değil daha endirekt bir yerden söyleyen, yaşananları daha mesafeli bir yerden görüp zaman ve mekân ötesi ortaklıklar kurabilen bir ifade biçimi olduğunu gördüm ya da görmeyi seçtim. Bu bana göre bir soyutlama biçimiydi. Reelpolitikten soyutlanma biçiminde akis bulan bir soyutlamanın aksine onun içine tam dalıp oradan bir şeyler çıkarabilen, metaforun, şeklin ve malzemenin diliyle bunu ifade etmeyi seçen bir yaklaşım diyebilirim. İma ve mütalaa da aslında bu genel soyut düşünmeyi seçme tavrının üzerinden devam eden kelime oyunları.
ArtDog Istanbul basılı dergi satış noktalarını görmek için tıklayın.
Kapak Görseli: Mustafa Kemal Atatürk, Ankara’da açılan bir sergide heykeli incelerken, 1934, BYEGM
Kapak Tasarımı: Burcu Ocak
Serginin oluşum süreci, sanatçı ve eser seçkisinden söz edebilir misiniz? Yapıtlar nasıl bir küratöryel kurgu ile yan yana geliyor?
Benim bu sergideki kurgum aslında kronolojik, ama işlerin üretildiği tarihler değil de hisler ve tecrübeler kronolojisi. Çok kişisel bir tarafı da var, 90’ların sonu 2000’lerin başında “genç” olanların yakalayabileceği bir pozisyonlanma var. Bu biriken’in arabasıyla başlıyor, ama sonrası yaş ayrımı pek yapmıyor. Hale Tenger’in Gezi öncesi-sonrası videolarıyla bir staccato yapıyor, sonra Ahmet Doğu İpek’in karelerinde karanlığa gömülüyor. İnci Furni’nin engellerinde içinde ufaktan umut da barındıran bir hüsran var. Özlem ve Mustafa’nın işi tamamen bir araya gelememe, getirilmeme üzerine. Sonra kat kat üst üste binen bir hareketlilik, zorunda hareket, göç teması var. Hepimizin hayatına giren ve ülkenin de demografisini değiştiren Suriye Savaşı, DAEŞ’in yükselişi ve ülke içi rotalar sırasıyla Hasan Özgür Top, Huo RF ve Hakan Topal’ın işleriyle deşiliyor. Hakan Topal’ın işi aslında kuşlar üzerinden müthiş bir devlet alegorisi aynı zamanda, o devletin en karanlık tarafları da serginin en sonunda Burak Kabadayı’nın deliklerinde ve Deniz Aktaş’ın manzaralarının tekinsizliğinde kendini iyice hissettiriyor. Ben bina cephesindeki mekâna göre yeniden uyarlanan cephe işini ise serginin aslında son sözü gibi görüyorum. Artık soyutlamanın neler olup bittiğini algılamamızın önüne geçen, algoritma kaynaklı bir tehlikeye kaydığı, medya, internet gibi çeşitli aracılar üzerinden artık gerçeklik algısının iyice elimizden kayıp gittiği ve ne olup bittiğini analiz edemediğimiz noktası olduğunu düşünüyorum. Seçim süreçlerinin kendisi de belli bir coğrafyada yaşayanların nasıl yönetilmek istediğine dair bir soyutlama değil mi? Belki de bu sonuçlar aslında direkt demokrasinin mümkün olmadığı düşünülürse içinde yaşadığımız propaganda, algoritma mekanizmalarının ve günlük kazanımların bir soyutlamasıdır. Benim hâlâ okuyamadığım ama bakakaldığım bir resim İmalat-hane’nin cephesindeki eğlenceli gözüken bu renkli dikdörtgenler.
Kişisel bir hipotez kapsamında, yaşadığımız bugünün sosyo-politik ve kültürel bir çarpışma ile en az on yıl sonrasının olasılıklarına kapı açtığı gibi bir yaklaşım üzerine düşünüyorum son yıllarda. Bu noktada sizin de sergi metninizin son cümlesinde söz ettiğiniz “son on yılda yaşananların sadece bir kısmına değebiliyor, anlatılabilecek ve kayda geçmesi gerekenlerden ufak da olsa ortak bir damara işaret etmeye, yaralara ve kabuklara dokunmaya ve tecrübe edilen his yelpazesinin ufak bir kısmını da olsa hatırda tutmayı umuyor” cümlesi ile bitiriyorsunuz. Bu noktada tarih, yaşam, sosyo-politik geçmiş, sınırlar ve olanlar kayıt altına alınıyor. Sergi toplumsal bir düzende ne gibi değişimlerin, nasıl siyasi yıkımların ya da sosyolojik okumaların altını çiziyor?
İşte buna dair sergiye gelenlerin bir şey söylemesini tercih ederim. Ben hazır okumalar servis eden işlerden hazzetmiyorum açıkçası, bu sergiye de bu tavrı pratiğinin dışında tutan işler seçtim, bu yaklaşımı benimsemiş sanatçıları dahil ettiğimi düşünüyorum. Yani bir iş bence sosyolojik bir okuma yapmaz, iyiyse ucu açıktır. Ders vermez, dert anlatmaz. Size bir tecrübe yaşatır, sonra o okumaları siz kendiniz yaparsınız, o tecrübeye kendi getirdiklerinizle. O bir aracıdır. Son sözü söyleyen değil. Kahin de değil. Geçmiş ve geleceğe dair bir şeyler barındırır tabii ki ama onu size hazır tepside pişmiş bir fikir olarak sunmaz, denemedir, acabadır, sorudur.
İyiye niyet eden olasılıklar yanında zihnin derinliklerinden prangası kurtulmuş olan suikastler, yavaşça değiştirilen haklar, aidiyet ve özgürlük temaşaları, üretimsel yöntem içinde sizi nasıl tetikliyor? Apolitik ve politik olabilme karşısında zorunlu bir politizm mihrabına tutularak kaçışsız perspektiften bir on yıl öncenin kolektif iyileşme, kurtarma ve inanma ruhu üstünden bugüne bakıp, bir on yıl sonranın ihtimallerini nasıl seziyorsunuz?
Serginin bu çağrışımları yapmasına ve üretim koşullarını düşündürtmesine sevindim. Tam da bunu demek istiyordum aslında, son on yılın koşulları üretimimizi ve düşünce şekillerimizi etkiledi, değiştirdi, dönüştürdü. Bu politizmedüşme zorunluluğu konusu da hem Türkiye’de yaşayanların çok aşina olduğu bir konu, hem de şimdi İsrail ve Gazze’de yaşananlar ve kültür kurumlarına ve çalışanlarına yapılan pozisyon alma çağrıları düşünülünce çok da geçerli. Ben artık bir şey sezmek istemiyorum ve böyle bir kapasitem olduğuna da fazla inanmıyorum açıkçası. Öyle bir pozisyonda görmüyorum kendimi. Sadece şu an inandıklarımı ve düşündüklerimi söyleyebilirim. İnsanları kamusal alanda (ya da sosyal medyanın garip kamusallığında) politik pozisyonlar almaya zorlayan garip bir ahlak polisliği yayılmış durumda sanat dünyasında. Kolektif iyileşme adına bana çok olumlu şeyler söylemiyor. Dünyada her gün korkunç şeyler yaşanıyor, sanatla yaşamayı seçmenin kendisi bence bir baş etme yöntemi. Bunu durduralım, şimdi önemi yok sonra döneriz gibi söylemleri çok daha tehlikeli buluyorum açıkçası. İyileşme de öyle gelecekte falan bir şey değil bence, her gün kırılıp dökülüyor ve toparlanıp devam etmeye çalışıyoruz. İyileşme bir hayatta kalma becerisi zaten. Sanat sırf hayatta kalmaktan başka dertleri olan kafalara ve bedenlere mahsus bir şey. Bu anlamda seçilen bir lüks aslında. Bu aralar devam eden tartışmalar bunları düşündürüyor ve felaketler silsilesinin içinde kendime göre erdemli bir biçimde yaşamaya çalışmanın ötesinde yapabilecek bir şey yokmuş gibi geliyor. Sanatsal üretim içinde rol almayı seçerek kendi hayatımı anlamlandırmaya dair bir yöntem olarak yaşadığımı –bütün ayrıcalıklarıyla– kabul ve itiraf etmekten başka bir şey diyemeyeceğim bu konuda, ileriye dair hiçbir kehanetim olamaz, kafam böyle çalışmıyor açıkçası, ben hâlâ başımızdan neler geçtiğini ve düşünce biçimlerimizi nelerin şekillendirmiş olabileceğini anlamaya çalışıyorum.