“Yazarlık Mülteciliktir.”

/

Adını Türkçe’ye “Bir Ülkeyi Nasıl Kaybedersiniz: Demokrasiden Diktatörlüğe 7 Adım” olarak çevirebileceğimiz, Ece Temelkuran’ın yeni kitabı How to Lose a Country: The 7 Steps from Democracy to Dictatorship ilk kez İngilizce ve ardından İspanyolca, Almanca, İtalyanca ve Fransızca dillerine çevrilerek yayımlandı. Ancak Türkiye’de yayımlanacak mı, belli değil. Türkiye’de olup bitenleri ABD ve İngiltere’deki sağ popülist siyasetin yükselişi ile karşılaştırıyor Temelkuran. Son 20 yılda olgunlaşan bu tecrübelerden tüm dünyanın dersler çıkarabileceğini söylüyor. Daha doğrusu, bir an önce bu derslerin çıkarılmasını umut ettiğini belirtiyor. Temelkuran ile hem yeni kitabını hem de bir kez daha Türkiye’den uzak kalmanın ne demek olduğunu konuştuk.

Bu kitabı neden İngilizce yazdınız? Yazmaya nasıl karar verdiniz? Türkiye’de ne zaman yayımlanacak?
Yıllarca Türkiye’de yaşanan politik ve ahlaki çılgınlığın nevi şahsına münhasır olduğuna inanarak dünyada kendimizi çok yalnız hissettik halk olarak. Üstelik yılarca başımızdaki bu belanın harika bir şey olduğunu söyleyen uluslararası bir basın da vardı. Biz “Türkiye’de tarif edemediğimiz bir tür faşizm yaşanıyor” dedikçe onlar “Hayır bu demokrasi” dediler. Harvard’dan London School Of Economics’e kadar birçok yerde bu uluslararası “entelijansiya” ile tartıştığım için kişisel olarak da gözlemlemiştim bu durumu. Belki hatırlarsınız, Zizek’e açık mektubum yayımlanmıştı, kendisinin Türkiye’deki rejimi övdüğü 2013 yılında. Bizim tek başımıza mücadele ettiğimiz bu politik delilik şimdi bütün dünyaya yayıldı ve biz ne yaşadıysak –şaşkınlık, başkası adına duyulan utanç, kaypak siyasal baskı vs.– onlar da yaşıyor. Kitabı İngilizce yazmamın sebebi, bu ortaklaşma. Neoliberalizmin canavar çocuğu olan neo-faşizm uluslararası bir olgu ve bunu yenmek için ulusal düzeyde verilen mücadeleler işe yaramayacak. Ancak uluslararası bir dayanışma ile bunun üstesinden gelebiliriz. Bu mesajı iletebilmek için İngilizce yazmak gerekiyordu.

Böyle kitaplar tahmin edersiniz ki neşe ile karşılanmaz. Tereddüt, reddediş, “Yok yahu o kadar değildir” gibi bir saklanma duygusu

Kitabınız özellikle ABD’de ve İngiltere’de nasıl karşılandı? Muhafazakâr popülizmin ciddi bir yükseliş trendi gösterdiği bu ülkelerdeki okurlarınızın kitapta dile getirdiğiniz karşılaştırmalara ve çıkardığınız derslere yanıtı ne oldu? 
Dünyada yaşanan karmaşayı yalınlaştırıp bu karmaşanın ardındaki temel mekanizmayı deşifre ediyor kitap ve dünyanın bu derdini yedi ana başlıkta anlatıyor. Böyle kitaplar tahmin edersiniz ki neşe ile karşılanmaz. Tereddüt, reddediş, “Yok yahu o kadar değildir” gibi bir saklanma duygusu… Kitap bazı okurlarda bunu yarattı.
Ama dünyaya bütün gözleriyle bakanlar neyden bahsettiğimi biliyor. Philip Pullman,Margaret Atwood, Benjamin Rhodes, Mohammad Hanif ve daha birçok aklı başında insan neo-faşizm hakkında yazılmış en iyi kitap olduğunu düşünüyorlar. Zaten bu konuda dünyada da henüz fazla insanın tartışmaya cesaret ettiği konular değil. İşin sonunda neo-liberalizmi, kapitalizmi eleştirme zorunluluğu var ne de olsa. Türkiye’de
de “İşler kötüye gidecek” dediğim yıllarda (2000’lerin başı) aynı reddedişle karşılaşmıştım. Şimdi durumu herkes görüyor. Sevindiğim şey şu; Tanzanya’daki okurla İspanya’daki okur, İngiliz bir okurla Türk bir okur vs. konuşmaya başladılar ve yaşanan felaketin kendi ülkelerinin öznel koşullarının ötesinde olduğunun farkına
varıyor insanlar. Zaten kitabın amacı da buydu. Bir süredir Türkiye’yi uzaktan seyrediyorsunuz. Bu sizin için ne demek, nasıl bir duygu, kişisel öykünüzde nereye oturuyor bu dönem? Bu ilk değil. Daha önce de Tunus’ta uzaktan izlemek zorunda kalmıştım. Kişisel olarak bu durumu kendime daha önce de başka ülkelerde yaşadığımı –İngiltere, Lübnan vs.– söyleyerek aşmaya çalışıyorum. Yazarlık mülteciliktir zaten özünde, daimi bir evsizliktir. Ben kendi yaşadığım meseleleri tarihe bakarak çözerim. Politik birey olmak bunu gerektirir. Nihayetinde bu durumu yaşayan ne ilk ne de son kişi benim, çok abartmamak lazım. Bir de şöyle düşünmek insanı ahlaken eğitir; “Benim Suriyeli yoksul mülteciden tek farkım ne hissettiğimi birilerinin soruyor olması.”
Yazarların, aydınların sürgünlüğünün bir tür aristokratik süslemeyle diğer sürgünlerin kaderinden ayrılmasını görgüsüzce bir ben-merkezcilik olarak görüyorum.

Giden için dönmek diye bir şey yok aslında. Bir kere evi terk eden artık evsizdir, nokta. Gidecek olanlar bunu hesaba katsın, derim.

Şu an nerede yaşıyorsunuz? 
Zagreb’de; ama insan bir kere evden ayrılınca nerede yaşadığının çok önemi kalmıyor. Bu sorunun tek bir gerçek cevabı var aslında: Hiçbir yerde.

Bütün bu süreç zarfında ev, yuva, ülke kavramlarınız ne tür bir dönüşüm geçirdi? Geri dönmek, yeniden Türkiye’ye yerleşmek istiyor musunuz? Dönebilmeniz için nelerin değişmesi gerektiğini düşünüyorsunuz?
Giden için dönmek diye bir şey yok aslında. Bir kere evi terk eden artık evsizdir, nokta. Gidecek olanlar bunu hesaba katsın, derim. Hatta şunu hesaba katsınlar; bir kere giden için artık yerleşmek diye bir şey kalmıyor. Bu yüzden artık benim evim azıdır, başka bir yer değil. Bunu edebi bir söz söylemek için söylemiyorum ve
sadece gidenlerin ne kadar acı bir şey söylediğimi bilebileceğinin farkındayım. Ben kendi hikâyemi yazıyorum. Düğümlere Üfleyen Kadınlar’da yazmıştım bunu, “Kendi hikayesini kuranlar tanrılardan merhamet beklememeli. Tanrılar kendilerine meydan okuyanlara merhamet etmezler.” Kaldı ki çok yakın zamanda bütün dünya için ev kavramı değişecek. Ev, artık toprağa bağlı bir kavram olmaktan çıkacak. Sanırım bu
deneyimin öncüleri mülteciler.

İlginizi çekebilir:  Ekin Bernay "Resilient Responses" ile Tate'de

Bir Türkiye yurttaşı olarak dünyada, Türkiye hakkında yazarken, konuşurken kendinizi nasıl hissediyorsunuz?

Doğruyu, tüm doğruyu ve sadece doğruyu söylemekten başka bir yük hissetmeden konuşmam gerektiğini kendi kendime söylüyorum. Benim gibi insanların –öyle sanıyorum ki– yıllar içinde insan sevgisiyle biçimlenmiş vicdanlarından başka nirengi noktaları olmamalı. Devir romanı benim ülkeyle ilgili son sözümdü bir bakıma.
İçimden söylediğim son söz. Romanın başındaki Sait Faik alıntısı da bunu işaret eder. “Küçük şeyleri unutmayanlar, en geri hatıraları da unutmayanlardır. Hafızalarının bu bahtsız kuvveti karşısında hiçbir memleket, hiçbir vatan tutmadan her yeri, her şeyi severek öleceklerdir.” Bir gün, ben öldüğümde biri tutup da benim yazdıklarımı kronolojik olarak ve tür ayrımı yapmadan okursa uzun bir anlatı görecektir. Bir kadının, bir insanın ülkesiyle, eviyle kurduğu belalı ve hep yeniden seven bir ilişkinin uzun anlatısıdır bu.

Peki karamsar mısınız? Eğer değilseniz sizi bu karamsarlıktan alıkoyan şey ne?
Ne ülkeyi, ne tarihi ne de geleceği bu tür duygularla görüyorum ben. Bunlar işe yaramayan duygular. İnsanın politik bir özne olduğunu, bir iradesi olduğunu unutturacak duygular. Ben “elinden geleni yapmaya” ve “devam etmeye” inanıyorum. Felsefe ve politik tarih okuyan insan bu meselelerle ilgilenmez. Ne oluyor, ne olacak ve ne yapmalı sorularıyla ilgilenir. Bu sorular etrafından ilişki kurar ve eyler. O zaman da zaten bu tür duygular önemsizleşir.

Kitabın girişinde 15 Temmuz darbe girişiminin yaşandığı geceyi anlatıyor, ardından 1980’e gidiyorsunuz. 1980 sonrası aklınız ermeye başladığında nasıl bir Türkiye tahayyül etmiştiniz?
Elbette her çocuk gibi haksızlığın herkes tarafından görüleceğini ve herkesin aklı başında davranacağını hayal etmiştim. Çocukken elinde fazla olan şeyden başkasına vermemeyi anlayamaz insan, bunu büyüdükçe öğrenir.

 Popülizm organize ve mobilize cehalet demek.

Popülizm ne demek? Dünyanın her yerinde neden muhafazakârdır popülizmler? Bir yerlerden bir sol popülizm çıkabileceği ya da çıkması gerektiği konusunda siz ne düşünüyorsunuz? Sağ popülizmin çaresi sol popülizm mi? 
Popülizm; organize ve mobilize cehalet demek. Benim için tanımı budur. Bir ideoloji değil, bir politik araçtır; herkes tarafından kullanılabilir. İkinci sorunuz da buradan hareketle şöyle cevaplanabilir; eğer popülizmi kullanan bir Sol varsa ona Sol diyemeyiz. Çünkü Sol –en kaba anlamıyla– doğanın ve insanın temel çalışma
mekanizmasını anlamakla ilgilidir.

Demokratik olsalar da demokrasilerinin geleceği ile ilgili endişeleri olan ülkeler neden Türkiye’yi daha iyi çalışmalı ve anlamalı?
Çünkü biz en iyisini yaptık!

Son yıllarda, bir zamanlar “kötülük” olarak etiketlenen davranışların iktidar tarafından onaylandığını, açıkça suç teşkil ettikleri durumlarda bile hiç yoksa cezalandırılmadığını gördüğümüz pek çok vaka yaşadık. Kötülüğü övünülecek, övülecek bir nitelik olarak görenlere bile şahit olduk. Muhafazakâr popülizm için ahlak ne demek ve nasıl bir işlev görüyor? Bu aracı muhafazakâr popülizmin elinden almanın, geri talep etmenin bir yolu var mı?
İnat etmek. Vicdanlı kalmakta inat etmek. Başka bir yolu yok. Kaldı ki hadise muhafazakârlıkla ilgili değil, muhafazakârlık bir araç sadece. Bizim yaşadığımız, bütün dünyanın yaşadığı bir ahlaki çöküş temelinde neo-liberalizmin bize dayattığı değerler sistemiyle ilgili. Ve şimdi göreceğiz ki iklim kriziyle, dev yer değiştirmelerle
bu sistem kendi kendini öğütecek. Başka yaşama yolları, başka bir ahlak ve dolayısıyla başka bir politika icat edeceğiz. Bu yüzden de uluslarüstü bir dayanışmaya ihtiyacımız var.

Her iktidar kendi seçkinini üretir, RTE rejimi de üretti. Sizce RTE’nin yönetiminde nasıl bir farklılık vardı arzu ettiği yurttaşı üretirken? 
İhtiyarlar hatırlar, eskiden Zeki Alasya, Metin Akpınar 1980’de üretilen insan tipiyle dalga geçen kabareler yapardı. Şimdi yeni üretilen insan tipiyle ilgili böyle bir mizah mümkün mü? Sanmam. Din, kusursuz bir dokunulmazlık zarıyla örtüyor bu yeni tip insanı, şaka bile yapamıyorsun. Fakat bu yeni insan tipinin bir dünya tasavvuru ve kendine has bir kültürü yok. İnternette dolaşan garip, komik, lümpen görüntüler sergileyen videolar var. Genç muhafazakârların pop şarkılarıyla klip yaptığı, el hareketi çektiği videolar. Mükemmel bir akademik makale konusu esasında. Güç isteyen ama güçle kuracağı yeni dünya hakkında hiçbir fikri olmayan bir insan tipi bu. Bu yüzden de yok olup gidecek.
Türkiye’de siyasi mizah durdurulamaz bir gelişme ivmesi sergiliyor. Bir yandan direniş yöntemi olan mizah bir yandan da her şeyi normalleştiriyor olabilir mi? Mizahın siyasi işlevi de bir miktar değişmiş olabilir mi son yıllarda? 
Kitabın bir bölümünü sadece bu konuya ayırdım. Çünkü mizahın otoriter rejimlerde nasıl çalıştığı, ne işlev gördüğü karmaşık bir konu. Başlangıçta, evet, korkuyu öteleyen ve dayanışma için imkân yaratan bir araç. Fakat daha sonra bir sığınağa dönüşüyor ve “gülebildiğimiz sürece işler o kadar da kötü olamaz” gibi bir yanılsamanın temelini oluşturuyor. Üstelik bu mizah kendimizi kapattığımız “gülme odalarında” bir süre sonra birbirimize karşı kullandığımız bir silaha da dönüşüyor.

RTE gerçekten bir ülke inşa edebildi mi, maya tuttu mu? 
Gölün tuttuğu kadar.

Previous Story

Kitabı Daha Güzel(di)?

Next Story

Mamut Art Project 2020

0 0,00
02_ArtDog_CD_Logo_RGB_Black

BÜLTEN

Türkiye ve dünyadan haftalık kültür-sanat haberleri, inceleme yazıları, sergiler ve etkinlikleri takip et.

Bülten aboneliğinde ArtDog Istanbul’un gizlilik sözleşmesini kabul etmiş olursunuz.