Savaş ve siyasi ayaklanmalara dair Batı’da sıklaşan sansür mekanizmaları, gözlerden neyi kaçırmaya çalışıyor? Sanat alanında duruş gösterildiğinde bu yok sayılma, reddedilme tutumlarına karşı durmak mümkün mü? Mathaf’ta (Alap Modern Sanat Müzesi) açılan we refuse_d sergisi bu soruları akla getiriyor. 15 sanatçının işlerini bir araya getiren sergide susturulma, sansür ve yerinden edilme koşulları altında ısrar etmek, direnmek ve yaratmak kavramlarını sorgulanırken; ısrar, direniş, miras, topluluk, kolektif bakım ve onarım gibi temaları öne çıkıyor.
Taysir Batniji, DAAR (Sandi Hilal & Alessandro Petti), Barış Doğrusöz, Samia Halaby, Majd Abdel Hamid, Emily Jacir, Jumana Manna, Walid Raad, Khalil Rabah, Yasmine Eid Sabbagh, Nour Shantout, Suha Shoman, Dima Srouji, Oraib Toukan, Abdul Hay Mosallam Zarara’nın işlerinin bulunduğu serginin küratörleri Nadia Radwan ve Vasıf Kortun’la sergi sürecinden, serginin kavramsal altyapısından ve bugünle bağlarından söz ettik.
we refuse_d, 9 Şubat’a dek Katar Doha’daki Mathaf’ta görülebilecek.
we refuse_d sergisi, Salon des Refusés ve Hannah Arendt’in We Refugees adlı eseriyle bağlantılar kuruyor. Sergide ‘reddetme’ kavramı politik bir jest, sanatsal bir strateji ve bir yaşam biçimi olarak karşımıza çıkıyor. Bu referansları özellikle seçmenizin nedeni nedir? Sergiyi şekillendirirken bu farklı katmanları nasıl ele aldınız ve bunlar günümüzün savaş, yerinden edilme ve sansür gerçeklerini nasıl yansıtıyor?
Sergi, bir master plan doğrultusundan ziyade, zaman içinde aşamalı olarak sanatçılarla tartışarak gelişti. Projeyi başlangıçta, Gustave Courbet, Édouard Manet ve Camille Pissarro gibi Batı modernizminin önemli sanatçılarının katıldığı, 1863’te Paris’te düzenlenen Salon des Refusés’den çıkışla, bir “karşı sergi” olarak düşündük. Refusés, akademik sanat, klasik kanon, ana akım söylemler ve sanat pazarına yönelik bir karşı anlatı alanı oluşturmuştu. Sanatın ve zamanın Salon sergilerinin rolünü, güç ve kanonu takip etmeleriyle ile bugünün mega müze sergileri ve mega galerilerinin, iktidar, para ve egemen ideolojilerle nasıl işbirliği yaptığını, sessizliği ve tarafsızlığı seçerek toplumla olan bağlantılarını gerçekleştiremediğini tartıştık. Daha sonra, bu çizgiyi sürdürmemeye karar verdik. Coğrafyadaki salonları da inceledikten sonra, bu çizgiyi takip etmemeye karar verdik. Bu sapmanın iki nedeni vardı: Birincisi, 7 Ekim’den sonra birçok batı devletinin sergilediği ahlaki iflas, ikincisi ise projenin Batı sanat tarihi kanonuna bağlı olmasını istemememizdi. Umudumuzu koruyan sanatçıların kamusal entelektüeller olmasıydı.

“Son on yılda, çatışmalar, savaş ve siyasi ayaklanmalara ilişkin tutumları nedeniyle Batı ülkelerinde giderek daha fazla sanatçı sansürlendi…”
Son on yılda, çatışmalar, savaş ve siyasi ayaklanmalara ilişkin tutumları nedeniyle Batı ülkelerinde giderek daha fazla sanatçı sansürlendi, sanatçılar sanat fuarları, sergiler ve kamu programlarından dışlandı. Daha yakın zamanda, İsrail’in Filistin’e karşı yürüttüğü soykırım savaşının yarattığı jeopolitik bölünme bağlamında, sanatçılar, akademisyenler, yazarlar ve müzisyenler iptal edildi, sansürlendi, itibarsızlaştırıldı, tehdit edildi ve mali yaptırımlarla karşı karşıya kaldı. Sindirme ve kara listeye almak gibi işlemlerin en çarpıcı uygulayıcıları akademik kurumlar, haber kuruluşları ve kültür merkezleri oldu. Buna tepki olarak, birçok sanatçı kariyerini tehlikeye atarak sergilerden ve kültür etkinliklerden çekildiler. Bazıları için sanat yapmak acil durumlara karşı direnç göstermenin bir yolu olabilirken, kayıpların yarattığı travma da, yaratma, araştırma ve entelektüel veya sanat eseri üretmekten vazgeçme veya kapasitelerini değerlendirmemeye yol açabilir.
Hannah Arendt’in 1943 tarihli “We Refugees” (Biz Mülteciler) adlı denemesine yapılan atıf bir dayanak noktası oluşturdu. Reddetmeyi, eylem, direniş ve onarım için bir potansiyel olarak ve genel olarak reddetmeyi, irade göstermenin bir yolu olarak ele almaya karar verdik. Serginin Samia Halaby ile başlamasına ve iptal edilen retrospektifini bir şekilde yeniden ele almaya karar verdik. Tutarlı, akıcı ve dalgalı bir anlatı oluşturan, propaganda amaçlı olmayan (ki bu da sorun değil) ama her pozisyonda çeşitlilik ve karmaşıklık içeren bir sergi istedik. Böyle sanatçılarla çalışırken bunu başarmak o kadar da zor değil. Projeyi bir arada tutan görünmez iplikler var. Bunlar arasında hayati öneme sahip bir bağlantı, DAAR’ın konuk programı, Tree School ve diğer projeleri, Emily Jacir’in Dar Jacir’i, Suha Shoman’ın Darat al Funun’u, Khalil Rabah’ın Al Riwaq’ı, Yasmine Eid Sabbagh’ın Arab Image Foundation’ı ile sanatçıların, mekân, bağlam ve topluluklarına bağlı “kurum” kurucuları ve sürdürücüleri olmaya gönül vermeleri.

Giderek artan sansür ve kutuplaşmanın yaşandığı bir dönemde yaşıyoruz. Küratörlüğün, belirli anlatılara ya da sistemlere direnmenin bir yolu olarak, bir tür reddetme biçimi haline gelebileceğini düşünüyor musunuz?
Serginin etki gücünü savunmanın, dayatmalara indirgenmeyen bir ifade biçimi olarak potansiyelini kullanmanın çok önemli olduğunu düşünüyoruz. Gene de hayalperest olmamak lazım, sergileri mümkün kılan görünür ve görünmez mekanizmalar ne söyleyebileceklerinin de sınırlarını belirler.
“Avrupa’da böyle bir projeyi destekleyecek çok az kurum var ve ABD’de hiç yok.”
Sergi, sanat yapımını hem varlık hem de direniş eylemi olarak sunuyor. Bu meydan okuyan ruhu müzenin kurumsal bağlamıyla nasıl uzlaştırdınız?
Birincisi, Avrupa’da böyle bir projeyi destekleyecek çok az kurum var ve ABD’de hiç yok. Katar duruşu itibariyle doğru yerdi. İkincisi, kurumun duyarsızlaşmasına izin vermeyen, Mathaf’ın direktörü Zeina Arida’ya şükran duymak gerek. Kahramanlık yapmadık, meydan okuyan bir tavır sergilemiyoruz. Bu soruyu dünyadaki birçok kuruma yöneltip “O sırada ne yaptınız…?” diye sormak daha doğru olabilir. Walid ve Pierre’in enstalasyonunda, 50 kez üst üste yapıştırılan ve tekrardan okunamaz hale gelen vinyl duvar metninde “Ona, kurumun taraf tutmamayı tercih ettiğini söylediler.” yazıyor. Kurumlar, eylemleriyle ya da eylemsizlikleriyle yargılanır.

Sergi, 1930’lardan 1990’lara kadar uzanıyor ve politik olarak angaje sanatın sürekliliklerini ve değişimlerini izliyor. Bu dönemde nesiller arası hangi diyaloglar veya karşılaşmalar ortaya çıktı?
Evet, farklı pratikleriyle ama dayanışma içinde olan dört farklı nesilden sanatçılar var. Her biri politik olarak angaje olmayabilir; akıl sağlığımızı korumak, topluluk duygusunu teşvik etmek, uygulamalarımızla farklı ifade biçimlerini ortaya koymak, tarihimize bağlı kalmak, tarihte yerimizi bulmak ve bu yeri canlı tutmak, bugünün merceğinden yeniden gözden geçirmek gibi yaklaşımlarla elimizden geleni yapıyoruz. Taysir, Majd, Oraib ve Khalil kendilerinin ve izleyicilerinin akıl sağlığını korumaya çalışıyorlar. Nour, Abdelhay Mosallam, Yasmine, DAAR, Suha, Jumana ve Emily, bugüne seslenmek için bireysel tarihten toplumsal tarihe uzanıyorlar. Abdelhay Mosallam, Jumana ve Oraib şiir ve yazıyla uğraşıyorlar. Bunlar sergiyi bir arada tutan ipliklerden bir kısmı.
“Sergiyi, izleyiciyi mağduriyetin seyircisi haline getirecek şekilde kurgulamayı reddettik.”
Serginin Gazze’de devam eden soykırıma yakınlığı göz önüne alındığında, sergiyi hazırlarken ne tür etik veya duygusal zorluklarla karşılaştınız?
Sergi çok yüklüydü —yutkunması zor anlar, sessiz ve görünür gözyaşları, kucaklaşmalar. Bir Türkiyeli ve bir Mısırlı-İsviçreli küratör olarak bizler kenardayız; sanatçılar ise bunu yaşamış ve yaşıyorlar. Kayıpların bireysel hikâyelerinin detaylarına girmemek en iyisi; bu pornografik olur ve eserler ile izleyici arasında derin bir uçurum yaratır. Sergiyi, izleyiciyi mağduriyetin seyircisi haline getirecek şekilde kurgulamayı reddettik.
Yerinden edilme ya da susturulma deneyimlerine aşina olmayan izleyiciler için, we refuse_d‘’nin onlara nasıl hitap etmesini umuyorsunuz?
Yerinden edilme, sürgün ve susturulma deneyimlerini hiç yaşamamış olanlar, gezegenin çok küçük bir kısmını oluşturuyor. Ancak bu kavramları genelleştirmemeli veya pasif bir şekilde yorumlamamalıyız. Önemli olan empati, dayanışma ve harekete geçmek.


