1. göbekli tepe
Bilim insanları, araştırmacılar, tarihçiler, antropologlar her ne kadar Göbekli Tepe’deki kalıntıların M.Ö. 10.000 civarında inşa edilmiş tapınaklarıyla ilk ve karanlık bir dinin kanıtı olduğu konusunda anlaşmış görünseler de, bu tür metafizik bir yaklaşımı bilimsel olarak destekleyecek hiçbir delil yoktur. Eğer ki bilim bu tür metafizik endişelerle bir gerçeklik anı yakalayabiliyorsa, Göbekli Tepe -ve bilimsel araştırmayı da dahil edebiliriz buna- hakkındaki herşeyin tartışmaya açık (bir kurgu) olduğunu iddia edebiliriz. Öznenin ifadesi ve onu sarmalayan uçsuz bucaksız “bilimsel” araştırmaların mümkün kıldığı böylesine bir kurgunun varlığından yola çıkarak, bölgenin yapısını kuran ve Göbekli Tepe hakkında elimize kalan tek şey olan taşları tartışarak konuya başlamak gerektiğini düşünüyorum.
Bilimsel çevrelerce, Neolitik dönemde insanımsı toplulukların avcılık ve toplayıcılıkla yaşadıklarına ve ancak yerleşik bir hayata geçip hayvanları ehlileştirip tarımla uğraşmaya başladıktan sonra bir toplum içinde yaşayabilmenin etik değerlerini, özellikle dinle ilgili değerleri üretmeye başladıklarına inanılırdı. Göbekli Tepe kazıları ilerledikçe ortaya çıkan sarsıcı keşif ise, araştırmacıların “tapınak” adını verdikleri yapıların insanlar henüz yerleşik hayata geçmeden, hâlâ avcılık ve toplayıcılık dönemindeyken, Stonehenge (M.Ö. 3000) ve Mısır piramitlerinden (M.Ö. 2500) çok daha önce inşa edilmiş olmasıydı. Benim bu bilimsel skandalı yeniden ele almamın nedeni bu durumun Göbekli Tepe’nin keşfine kadar beşerî bilimlerin içine düştükleri yanılgıyı gözler önüne sermesinden çok bu skandalı örtbas etmek için sanki bugüne kadar katlandığımız metafizik bizi yeterince bunaltmamış gibi daha da çok metafizik üretilmesi olmuştu. Örneğin, Karşılaştırmalı Dinler Profesörü Karl W. Luckert, Göbekli Tepe sakinlerinin M.S. 1400’lerde yaşamış Navajo yerlileri ve M.S. 13. yüzyılda ortaya çıkmış Sibiryalı şamanlarla benzer yaşam biçimlerine sahip olduklarını iddia edecek kadar tarihsel yanılgılarla dolu iddialarda bulunmuş; kalıntıların, insanların toprak anadan vahşice sömürdükleri kazanımlar karşısında gitgide içlerine yerleşen bir suçluluk duygusundan kaynaklandığını söyleyecek kadar ileri gitmişti. Suçluluk duygusu mu? Homo-sapiens’de böyle bir suçluluk duygusu var mıydı gerçekten? Luckert’in savunduğu gibi insanlar bu duyguyu hayvanları gözlemleyerek mi öğrenmişlerdi? Ah Mircae Elida! Ah Nietzsche! Acilen koşun yardımıma! İnsanlar hayvanları gözlemleyerek azımsanmayacak kadar çok alışkanlıklar edinmiş olabilirlerdi ancak suçluluk duygusu onlardan öğrenebilecekleri son şeydi. Nietzsche’nin çok sonra 19. yüzyılda önerdiği gibi suçluluk duygusu tek tanrılı dinler, özellikle Hristiyanlığın etkisi altında sadece insan türünde gelişen bir duyguydu. Öyle görünüyor ki gırtlağımıza kadar metafiziğe gömülmüş durumdayız. Kökeninde biçim ve biçimdışı, yakın ve uzak, figürsel ve figürsel olmayan, taş olan ve taş olmayan arasında gidip gelen insanca mücadelemize aşkınsal özellikler yüklemeden yapamıyoruz.
Şimdi biraz sabırlı olalım ve Göbekli Tepe’deki taşların üstüne kazınmış figürlere bir göz atalım. Neolitik çağ dönemi insanlarını, avcılar ve toplayıcılar olarak bilinen, el+alet ya da el+taş organizasyonunun ve aynı zamanda el+temsil organizasyonuna geçişin ilk örneği olan toplulukları hayal etmeye çalışalım. İleride “insan”a dönüşecek, genel anlamda evrenin öznesi olacak yaratığın ontolojik olarak ortaya çıkışını hazırlayan el+taş organizasyonuna içkin olan tahrip etme gücünü… Öznenin ortaya çıkışı tahrip etme gücüyle orantılıydıysa, insan Göbekli Tepe’deki taşların üstüne tahribin figürlerini kazımaya başladığında ne olmuştu? Normalde düşmana atmak için kullanılan taş, bir başka tahrip etme biçiminin başlangıcı olabilir miydi? Temsil etme girişimi doğadan Homo-sapiens’e geçişin ilk delili olabilir mi? Homo-sapiens, yani özne olacak insan doğaya, hayvanlara ve insanımsılara uyguladığı tahrip etme gücünün benzerini en başta kendisine, kendisini kendisine temsil etme zorunluluğu yüzünden şiddet aracılığıyla uygulamış olabilir miydi? Bu noktada taş bir daha önem kazanır: Bir zamanlar tahrip etme aracı olan şey şimdi temsil edebilmenin aracına dönüşmüştür. Dünyanın sonunu taş mı getirecektir? Tahrip etme ya da temsilin aracı olarak?
Bütün bu yukarıdaki soruları sormamın amacının tartışmayı dinden çıkartıp temsil, sanat ve taş konularına yönlendirmek olduğu sanırım artık açıktır. Göbekli Tepe araştırmalarına odak olarak din yerine temsil, sanat ve taş konuları tercih edilecek olduğunda, yeniden değerlendirme çabamıza çok farklı konularla devam edeceğiz demektir. Bir başka deyişle, “actio in distans” ki birbirinden ışık yılları ötede olan cisimlerin birbiri üstünde yarattığı, nasıl gerçekleştiği gözlemlenemeyen etkiler anlamına gelir. Durum kara büyünün işleme biçimlerine benzer. Bu aşamada tartışmamıza büyüyü davet etmek çok da verimli sonuçlara yol açmayacaktır çünkü büyünün en kötü yanı ara sıra çalışmasıdır. Bu aşamada aslında çalışmayan bir şey bulmamız gerekmektedir ya da etkisi sadece sonuçlarında gözlemlenebilen ancak bu sonuca neden olmuş şeyin de gözlemlenemez olduğu bir şey. Temsilin amacı uzak olan bir şeyi yakın kılmaksa, şöyle de sorabiliriz: Göbekli Tepe’deki T biçiminde yekpare taşlara kazınmış figürler Homo-sapiens’in özne olabilmek için önce kendi üstünde uyguladığı vahşetin aynısını, herşeyi manipüle edebilmek ve baskı altına alabilmek adına bütün doğaya uyguladığını göstermek için mi orada durmaktadırlar? Durum böyleyse, M.Ö. 10.000 ve 8.000 arasında inşa ettikleri “tapınak” katmanlarını niçin art arda toprağa gömüp sırra kadem basmışlardır? Bütün bunlar, temsilin tahmin edilemeyen sonuçlara, zaman içinde muazzam bir tahribe yol açmış olabileceği anlamına gelebilir mi? Göbekli Tepe sakinleri temsil etme girişimlerinde korkunç ve katlanılmaz bir şeyler gözlemlemiş, bunun sonucunda – son katmanı M.Ö. 8000’de toprağa gömüp – T biçiminde yekpare dikmekten vazgeçmiş olabilirler mi?
Göbekli Tepe sakinleri temsil sorununu ehlileştirmenin ve sanatı tahripkâr olmaktan çıkarmanın yollarını bulamamış olabilirler mi?
Göbekli Tepe sakinlerinin keşfettiği ve gömdüğü sanat özünde tamamıyla tahripkâr olduğu için mi bugün elimizde sanat diye bir şey vardır?
2. taş
Özellikle Flemenk resim sanatında 15. ve 17. yüzyıllar arasında bilhassa delilik ve simya ile ilişkilendirildikleri için taşlara duyulan tuhaf bir ilgi oluşmuştu. Bir dizi ressamın işlerinde, örneğin, Hieronymus Bosch (1450-1516), Jan Sanders Van Hemessen (1519-1564), Pieter Huys (1519-1584), Pieter Quast (1605-1647) sürekli tekrarlanan, bir hastanın kafasından delilik taşının çıkarılışını konu alan bir sahne vardır. Dönemin genel inanışına göre, aptallık ya da deliliğin nedeni hasta kişinin kafatası içinde bulunan bir taştı ve bu bozukluklar taşın kafatasından çıkarılmasıyla tedavi edilebilirdi. Bir dizi resimde temsil edilmiş olmasına rağmen, bu tür operasyonların yapılmış olduğunu kanıtlayacak hiçbir bilimsel delil olmadığı için, örneğin, Erwin Panofsky konuyla ilgili olarak şöyle demişti: “Hayal gücümü aşan şeyler oldukları için bu konuları es geçmeyi tercih ediyorum”.*
Bu tablolardan birine, örneğin, Bosch tarafından resmedilmiş Deliliğin Tedavisi (1494) adlı işe yoğunlaşacak olursak, sahnede bir cerrah bir neşter aracılığıyla bir adamın kafasından birşey çıkartmakta ve bir rahip ile rahibe sahneye şahitlik etmektedir. Cerrahın kafasında ters çevrilmiş bir huni, rahibenin kafasındaysa bir kitap durmaktadır. Tabloda tuhaf görünen nesnelerden bir ötekisi ise adamın kafasından çıkarılmakta olan laleye tıpatıp benzeyen, masada duran bir başka laledir. Bütün sahne teleskop ya da mikroskoptan izleniyormuş gibi dairesel bir alan içinde resmedilmiş ve daireyi çevreleyen siyah dikdörtgen alanda ise şöyle denmektedir: “Usta, hemen çıkar şu taşı – benim adım Lubbert Das”.
Tablonun dönemin genel ahlak, özellikle Hristiyan ahlak kuralları çerçevesinde yapılmış olabileceği düşünülse de, kafatasından çıkarılan nesnenin neden taş değil be bir lale olduğu sorusu karanlık kalmaktadır. Örneğin, kafasının üstünde kitap taşıyan rahibe ve ters dönmüş bir huniyle resmedilmiş rahibin dönemin Hristiyan ahlakı ile ilgili şifreli mesajlar taşıdığını düşünebiliriz. O zamanlar din ve tıbbıyenin birbirinden henüz net bir şekilde ayrılmamış bilgi alanları olduğu gerçeğini göz önünde bulundurarak, kişinin kendini aptallık ya da delilikten kurtarmaya çalışma yolunun kafatasından taş çıkartmakla değil Rönesans ideallerine uygun olarak eğitim ve aydınlanma ile gerçekleşeceği sonucunu çıkarabiliriz. Öte yanda, kilisenin o dönemlerde dünyevi zenginliğe, refaha duyduğu ilgiyi dikkate alacak olursak, din ve simyanın aynı sikkenin iki yüzü olduğu gerçeğine ulaşabilir, Bosch’un eleştirisinin dünyevi zenginliğin kilisenin çatısı altında birikmesine ilgi duyan din adamlarına yöneltilmiş olduğunu düşünebiliriz. Yoksa, hiçbir şey rahip ve rahibenin niçin bu sahneye dahil edildiklerini, özellikle rahibenin kitap okuyarak değil de kitabı başının üstünde taşıyarak aydınlanabileceğine olan inancını bize açıklayamaz.
Bu sahneyi yukarıda söz ettiğimiz ahlaki değerlere göre, iyi ve kötü arasındaki mücadele bazında ne kadar yorumlamaya çalışırsak çalışalım, hiçbir sonuca ulaşamayacağımız ve sonunda bir taş, bir “aporia”, bir mezar taşı, bir belki duran uçurumsal bir merakın içine dalacağımız kesindir. Foucault’ya göre delilik, normalite ve rasyonelliği kuran dispozitifler karşısına dikilen tarihsel engellerin görünürlük kazandığı andır. Deleuze’e göreyse, aptallık insanlığın en büyük düşmanıdır çünkü klişeden başka bir şey üretmez. Delilik normalite sınırları dışında düşünebilmeyi gerektiriyorsa, aptallık tercih edilmemesi gereken bir durumdur çünkü sonuçta sadece klişelerin çoğalmasına yarar. Buna rağmen, Deleuze’ün aptallığı kavramsallaştırmasında, aptallığı alternatif bir anlayışa açabilecek bir arka kapı vardır: “radikal aptallık”.** Aptallık ve deliliğin bu yeniden değerlendirmelerinden sonra şöyle sorabiliriz: Bosch ve benzeri ressamların delilik ya da aptallık taşının çıkartılma sahnesini resmeden tablolarında ne olmaktadır? Kafasından delilik taşının çıkarıldığı kişi iyileşecek midir? Bu operasyon sayesinde, Deleuze’ün tanımladığı gibi, özne klişe üretmekten kurtulacak mıdır? Tedaviyi delini kafatasından bir taş değil de bir lale çıkarımıyla resmeden bu görsel bulmacanın anlamı ne olabilir? Adı Lubbert Das olan bu kişi neden taşın kafasından acilen çıkarılmasını talep etmektedir? Tarihsel bağlamı gözden geçirdiğimizde görürüz ki taş simyagerlerin yüzyıllar boyunca bulmaya çalıştıkları, cıvayı gümüşe, bakırı altına dönüştürmeye yarayan “filozof taşı” ile de ilişkilidir. Kafadan çıkarılan şeyin taş değil de bir çiçek, bir lale olarak resmedilmesinin nedeni, orta çağlarda “filozof taşı”nın bazı zamanlar “akıl çiçeği” olarak anlamlandırılmasında bulunabilir. Fakat durum böyleyse, aptal ya da deli olan kişinin kafatasından “akıl çiçeği”nin çıkarılması ne anlama gelebilir? Bunun nedeni, aklın taş-çiçek-lalesi kafatasında kaldığı sürece ancien régime tarafından tercih edilen aptallık ya da deliliğin, yani klişe üretiminin engellenecek olması olabilir mi? Göründüğü kadarıyla, çok şey bağlıdır “taş”a.
* Erwin Panofsky, Early Netherlandish Painting: Its Origins and Character, New York: Harper & Row, 1971, s. 358.
** Bu alternatifi aşağıdaki makalelerimde “cutupidité” (parçaptal) olarak tanımlamış-tım: “Cutupidité: Devenir-Radicalement-Stupide” (Revue Chimères, No:81, Paris: Şubat 2014); “Cutupidité: Becoming-Radically-Stupid” (Rhizomes No:28, Bahar 2015, http:// rhizomes.net/issue28/aracagok/index.html); “Parçaptal: Radikal-Aptal-Oluş” Express, No:137, Istanbul: Ağustos, 2013). İnsan ve hayvan arasındaki fark form yaratabilme kapasitesi üstüne kuruludur ki bu sayede insan birey olmanın tek kaynağını oluşturur. Aptallık her düşünme eylemi sırasında düşüncenin form yaratmada çuvallaması demektir ve klişeler üretmekle, sonuçlanır. Despot ve kölesi arasında yankılanan baskıcı bir düşünce yapısıdır. Öte yanda “cutupidité” (parçaptal) ise sadece klişenin değil, aynı zamanda, formun da üretilmesini reddeden, savunulabilir bir hayvan pozisyonudur: bireykal karşısında bireykaç.