Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin (TBMM) 1924 ile 1960 yılları arasında hizmet veren binasının olağanüstü durumlarda milletvekillerinin çalışmalarına devam etmesi için yapılan sığınağı restore edildi. “Sığınak”- Sanat ve Teknoloji için bir Alan Ankara Ulus’ta bulunan günümüzde Cumhuriyet Müzesi olarak kullanılan 1960 yılına kadar TBMM’ye hizmet veren binanın sığınağı, Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü’nce restore edildi.
Mayıs sonuna kadar Sığınak’ta yer alan Marcus Graf’ın küratörlüğünü üstlendiği “Belki Sonra”, adlı sergi korku ve umudun, rüya ve kabusların, ütopya ve distopyanın kesişiminden doğmuş. Bunaltıcı kriz dönemlerinde nasıl daha parlak bir gelecek, daha güzel bir yarın, daha iyi bir “sonra” yaratılabileceği sorularını soruyor. Ardından sığınakların içinde her zaman bulunabilecek bir ışık olduğunun altını çiziyor. “Belki Sonra” krizler, travmalar ve öfke ile olduğu kadar umut, düşler ve karanlık sonrası yeni başlangıçlarla ilgilenen sanatçılara ev sahipliği yapıyor. Sergi yaşayış biçimlerimizi eleştirel şekilde incelerken, gerçekliği algılayış biçimlerimize ve nasıl olumlu yönde değişim yaratabileceğimize dair alternatif bir bakış sunuyor.
Marcus Graf’ın küratörlüğünü üstlendiği sergide Ahmet Duru, Beyza Boynudelik, Fırat Engin, Genco Gülan, Hakan Özer , Luca Bolognesi, Melis Buyruk, Mert Acar, Mustafa Akkaya, Nesrin Demirel, Nina Lassila, ODDVIZ, Rudolf Reiber, Sina Barlas ve Şükran Moral’ın işleri yer alıyor.
Ankara tarihi açısından yeni bir araştırma ve çalışma alanı açan, “Sığınak: Sanat ve Teknoloji için Alan” adlı mekânı, içinde yaşadığımız dünyayı ve sığınağın ne anlama geldiğini Marcus Graf ile konuştuk.
-
Bu sığınak fikri ilk olarak 1936 yılında Almanya’dan bir uzman ile planlanmış ve yapı 1942 yılında tamamlanmış. Binanın kendisi ilk bakışta pek çok duygu ve düşünceyi çağrıştırıyor. Sığınağı görünce sanki bir tehlike hissi ile beraber derin bir hüzün duygusu da yaşadım. Garip çocuksu bir keşif ve merak hissinin yanı sıra endişe de hissettim. Binayı ilk gördüğünüzde sizin tepkiniz ne oldu?
Açıkçası bu sığınağın bir sanat merkezine evrilmesinde en büyük rolü oynayan CerModern Direktörü Zihni Tümer bana yapıyı ilk gösterdiğinde çok etkilendim. Sığınak – “Sanat ve Teknoloji Alanı” adı altında sığınağı bir sanat alanına dönüştürmek fikri müthiş. Fiziksel gücü, modern mimari minimalizmi ve Ankara’da Ulus’un tam kalbindeki konumu olağanüstü etkileyici. Ayrıca, yapılan restorasyon sonrası sığınağın durumuna şaşırmamak elde değil. 80 yıl önce yapılmış bir mekân ama sanki dün yapılmış gibi.
Sığınağa girdikten sonra kendinizi bambaşka bir dünyada buluyorsunuz. Kalın metal kapılarından içeri girdiğiniz ve 1,5 m kalınlığındaki beton duvarların arkasından yürüdüğünüz andan itibaren ses, ışık ve dış dünya kesiliyor. Barınak çok büyük, yaklaşık 1400 metrekarelik bir alana yayılıyor. Tavan yüksekliği koridorda yaklaşık 3m’den merkezde yaklaşık 6m’ye kadar uzuyor. Gerçekten ziyaretçilerine sıra dışı bir mekânsal deneyim yaşatan eşsiz bir yapı.
-
Peki kavramsal olarak?
Bütün bunların yanında sığınağın kavramsal anlamı da büyüledi beni. Sığınak ihtiyaç dahilinde inşa edilen bir yapıdır ama bir taraftan insanlar böyle bir duruma hiç gereksinim duyulmamasını dilerler içlerinden. Sığınaklar en kötü senaryoya hazırlıklı olma zorunluluğu üzerine inşa edilmiştir: Savaş! Annem ve babam İkinci Dünya Savaşı’nın dehşetini yaşamışlardı. 1939-1944 yılları arasında sığınaklarda kalmışlar. İşte o sığınaklar benim Almanya’da doğduğum ve büyüdüğüm kasabada hala duruyorlar. Çocukken her gün o sığınakların önünden geçerken, gökten bombalar düşerken o barınaklarda olmanın nasıl bir his olduğunu anlamaya çalışırdım. Sığınaklarla ilgili hikayeleri de hatırlıyorum; onların içinde kalmanın ve çevrende olup bitenlerle ilgilenmenin nasıl bir şey olduğunu. Annem bir keresinde sığınağa girmek için çok geç kalan ve sığınağın kapanan kapısının hemen önünde ölen arkadaşının hikayesini anlatmıştı bize.
-
Siz savaş yaşamadınız değil mi?
Ben hiç savaş yaşamadığım için bir sığınağa girmek zorunda kalmadım. Ama sığınaklar içinde büyüdüğüm toplumun ortak hafızasının dolayısıyla benim hayatımın bir parçası oldular. Bugün Avrupa’daki pek çok sığınak sanat ve kültür mekânlarına dönüştürülmüş durumda. Bu binaların tarihsel dokuları asla kaybolmuyor. Hümanizm ve barış yerine şiddete ve saldırganlığa yöneldiğinde neler olabileceğine dair hatıraları barındıran uyarılar olarak duruyorlar.
İşte bu yüzden Ankara’da ki bu sığınak beni çocukluğumun gençliğimin sığınak hikayelerine döndürdü. Zaten bu anılar “Belki Sonra” başlıklı serginin kavramsal ve fiziksel çıkış noktasını oluşturdular.
Ankara’da bulunan bu sığınak beni mimarisinin ve somut işlevinin ötesinde düşündürdü. İnsanlara devasa duvarlarının içinde koruma sağlayan, mikro bir özgürlük alanı yaratan ama dışı düşmanlık, yıkım ve ölümle dolu olan bir mekân. Bu özel yer bir kasırganın gözünü andırıyor, etrafındaki her şey hızla ve şiddetli bir şekilde dönüşmek için fırtınaya çekilirken, hiç hareketsiz duran oldukça sakin bir yer. Sığınaklar sürekli değişen ve dönüşen bir dünyada eski düzeni korumaya yararlar. Fırtına geçtikten ve kan denizi toplumun yıkıntıları arasında yanmış toprağa gömüldükten sonra, önceki hayatlara geri dönmeyi mümkün kılmak için varlardır, eski statükonun devamını sağlamaya çalışırlar…
“Bir sığınak sakinlerine içinde bulundukları anda nasıl hayatta kalacaklarını ve gelecekte nasıl devam edeceklerini yeniden düşünmeleri için zaman verir.”
İhtişamlı ve devasa yapısına rağmen, bir sığınak doğası gereği “geçicidir”. İnsanlığın tarihi, kanlı savaşlarla şekillenirken, işgalciler bir toplumu kuşatmışken, sığınaklar kalıcı yerler olarak işlev görecek şekilde tasarlanmamıştır. Aslında var olmayan bu mekânlar bir toplumun geçmişi ve geleceği arasında bir yerde dururlar. İşte bu yüzden sığınaklarda zaman donar. Sığınaklar zaman ve mekânın genel akışından kopuktur, bu yüzden araf ve limbo gibi yerlerdir. (katolik ilahiyatinda cennet ile cehennem arasındaki sınıra verilen isim)
Bir sığınak sakinlerine içinde bulundukları anda nasıl hayatta kalacaklarını ve gelecekte nasıl devam edeceklerini yeniden düşünmeleri için zaman verir. Kalın ve penceresiz beton duvarlarla dış dünyadan izole edilmiş haliyle onlara hayatın anlamı üzerinde düşünmeleri için bir alan sağlar.
Pandemi Boyunca Evlerdeydik…
Küresel salgın boyunca evlerimiz bizim için birer sığınak vazifesi gördüler. Benzer kriz anlarında zaten göç edecek yerler buluyoruz. Sonuçta zihnimiz de bir sığınağı andırıyor çünkü güvenli bölge anlamına geliyor, özgür olabileceğimiz, canımızın istediğini yapabileceğimiz ve kim olmak istiyorsak O olabileceğimiz bir yer. Burada barınak ve zihin arasında paralellikler olduğunu ve insanlara dış dünyadan geri çekilme olanağı verme gibi ortak işlevlerinin olduğunu görüyoruz.
Ben sığınaklar ve sanatçı stüdyoları arasında da bir bağ olduğunu düşünüyorum. Sığınaklarda da sanatçı atölyelerinde de dışa yarı kapalı bir dünya, bir çeşit yalnızlık ve izolasyon var. Bu izolasyon alanlarından yeni fikirler ve gerçeklik üzerine yeni bakış açıları doğabileceğinden fikirlerimizi ve yaşama şeklimizi yeniden gözden geçirmemize de imkan tanırlar.
-
Sergiyle ilgili notlarınızda “Sığınak, pasif bir korunma yeridir. Sanat, aktif iyileştirme/iyileştirme ile ilgilidir,” diyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
Tanım olarak, bir sığınak, sizi saldırganlardan koruduğu için ‘Pasif Korunma’ yeri olarak adlandırılır. Yine de içeride pasif kalırsınız çünkü tehlike geçene kadar beklemekten başka yapabileceğiniz bir şey yoktur. Bunun tam tersine sanat, kültür ve topluma aktif bir katılım gerektirir. Elbette çeşitli işlevleri vardır. Genel olarak sanat, bilginin üretildiği ve paylaşıldığı, çoğunlukla alternatif yollarla, sanatçıların bilinenin ötesine geçtiği bir alandır.
Sanat eserleri hafıza üretimi, eğitim, iletişim, ruhsal paralel dünyaların yaratılması, eleştiri, araştırma, eğlence, entelektüel ve ekonomik büyüme için araçlardır. Bütün bu faktörler, sanatın toplum içinde, onu daha iyi ve daha hümanist bir toplum inşa etmeye iten önemli işlevleri olduğunu zaten göstermektedir. Tıp alanındaki son araştırmalar da sanatın fiziksel, nörolojik ve psikolojik iyileşme bağlamında somut ve olumlu etkileri olduğunu kanıtlamıştır. Sanat alanında eski doktora öğrencim Şebnem Füge Demirok, Yeditepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Bölümü’nde sanat ve şifa üzerine bir tez yazdı ve bu araştırmaları çok iyi ortaya çıkardı. Dolayısıyla sanatın bireysel olduğu kadar toplumsal Aktif Rehabilitasyon, İyileştirme ve İyileştirme (“Aktif İyileştirme”) için de bir araç olduğunun pek çok kanıtı var.
İyileşmek ve gelişmek için, arada sırada, yaşam biçimimizi yeniden gözden geçirmek ve değiştirmek için kendi kişisel alanımıza ihtiyaç duyarız. Zihnimiz bize kendimizi ve çevremizi daha iyi anlamamız için alan sağlayabilir. Kişisel olduğu kadar toplumsal iyileşme ve gelişme sürecinde sanat, daha iyi bir insan ve daha iyi bir toplum olmak için hümanist ve sağlıklı bilgi ve deneyimler kazanmak için önemli bir araç işlevi görebilir.
-
Bu sığınağın, evlerimizde geçirdiğimiz ve dünya ile sanal bağlantılar kurduğumuz karantina dönemlerini ele alarak yaşadığımız zamanların aktif bir sembolü olabileceğini söylediniz. Sığınağın bu açıdan nasıl bir temsili olabileceği hakkında daha fazla ayrıntı verebilir misiniz?
Bir sığınak korkutucu bir yerdir. Muazzam, acımasız ve ezici bir mimarisi vardır. Savaş bağlamında düşünülünce bir sığınağın sadece olumsuz yönlerine odaklanabilirsiniz. Tabi aynı zamanda sığınak ihtiyaç duyulan bir yerdir. Ama biz bu sergide sığınağın sadece olumsuz yanlarına değil, insanlara koruma sağlayan ve düşüncelerini gözden geçirmesine olanak veren olumlu yönlerine de bakıyoruz.
“Sergimiz dünya ile nasıl yeni bir ilişki kurulabileceğini soruyor. Doğa, kültür, siyaset, şehir ve diğer insanlarla olan ilişkimizi gözden geçirmemizi sağlıyor.”
Şu anda hala küresel salgının kişisel alışkanlıklarımız ve çalışma ortamımız üzerindeki etkisini, çeşitli sosyo-politik, ekonomik ve ekolojik krizlerle birlikte yaşıyoruz. 2020 ve 2021 boyunca, özellikle kapanmalar sırasında evde kalmak, evde çalışmak ve diğer insanlarla doğrudan temastan korkmak zorunda kaldık. İnsanlara yaklaşmak tehlikeli olmaya başlamıştı. Bu yeni izolasyon biçimi, modern insanın doğadan, toplumsal bir arada var olmaktan ve yaşamın kendisinden kopuşunun mevcut doruk noktası olarak anlaşılabilir.
İşte tam bu sıralarda “Yeni Normal” denilen kavramla ilgili tartışmalar gündeme geldi. Gerçekten de, herkesin şu anda “Yeni Normal”e ihtiyacı var. Bu ifade, alternatif yaşam tarzları yaratma şansımızın olduğunun altını çiziyor. Yine de, bu “Yeni Normal”in ne olması ve nasıl görünmesi gerektiğine hep birlikte karar vermeliyiz. Sanatçılar, klişelerin, popülizmin ve polemik sloganların ötesine geçen bilgiler ürettikleri için bu “Yeni Normal”in oluşturulmasına yardımcı olabilirler. Aynı hataları bir daha yapmayalım diye eleştirel bir bakış açısı da sağlarlar.
Ben her krizin aynı zamanda değişim için bir şans olduğuna inanıyorum. Bu değişikliğin bizi daha insancıl bir sosyal bütünlük inşa etmek için daha sağlıklı zeminlere götüreceğini içtenlikle umuyorum. Bu bağlamda, “Belki Sonra” da dünyada var olan statükonun ötesine geçmek ve “Daha İyi Normal” için yeni olasılıkları keşfetmek için alternatif anlayışlar sunuyor.
Sergimiz dünya ile nasıl yeni bir ilişki kurulabileceğini soruyor. Doğa, kültür, siyaset, şehir ve diğer insanlarla olan ilişkimizi gözden geçirmemizi sağlıyor. Bu nedenle bu sergi, yeniden doğayla nasıl bağlantı kurabiliriz, toplumla yeniden nasıl bütünleşebiliriz ve yaşadığımız gezegenle nasıl yeniden bağlantı kurarız gibi çok kritik soruları sormaya davet ediyor.
-
Beş küçük odası olan koridor ve yıldız şeklindeki ana salondan oluşan sergi alanı iki bölüme ayrılıyo. Ziyaretçiler önce ana salonu çevreleyen koridora yöneliyorlar. İşte bu bölümdeki işler korku, tehlike ve vahşeti konu alıyor.” Burada yer alan eserlerden örnekler verebilir misiniz?
Sığınağın ortasındaki büyük ana salonu çevreleyen oldukça dar ve uzun bir koridor var. Koridorda beş küçük ayrı oda bulunuyor. Koridor kırmızı ışıkla, odalar mavi ışıkla aydınlatılmış, böylece içinden geçtiğinizde bir tekinsizlik ve rahatsızlık hissi ortaya çıkıyor.
Burada ziyaretçilerin karşısına ilk çıkan eser Finli sanatçı Ninan Lassila’nın öfke ve şiddeti konu alan videosu. Videoyu görmeden önce, öfkeyle bir şeye vurma sesini duyuyorsunuz. Ses, bu sergide büyük rol oynuyor, ziyaretçilere rehberlik edip tüm eserleri birbirine bağlıyor. Genellikle bu sesler oldukça korkutucu. Yan odada, Genco Gülan’ın Brezilya ve İstanbul sokaklarındaki insanların kameraya çığlık attığı “Çığlık” adlı eserini görmek mümkün. Bireysel çığlıklar, toplumun haykırışlarının simgesi haline geliyor. Sina Barlas’ın yapay bir evrimi konu alan işinden önce seslerini duymak mümkün. Koridorun ortasında, tüneli andıran dar bir odada Şükran Moral’ın işi yaşam biçimimize yönelik bir eleştiri sunuyor.
Moral’ın eserinde normalde tiksindiğimiz bir hayvan olan fare ile rolleri değiştirdiğimizi ve bu sefer insandan iğrenen farenin suratımıza tükürdüğünü görüyoruz. Fare yargılayıcı, yıkıcı ve zararlı olduğu için insanoğluna tükürüyor. Rudolf Reiber’in ses enstalasyonunun bulunduğu oda ise tıpkı Mozart’ın zihninde duyduğu son notanın boşlukta süzülmesine gönderme yaparcasına boş. Bu nota müzisyenin ölüm döşeğinde yazdırdığı son notadır. Koridorun sonunda, Luca Bolognesi’nin video çalışmasında uzun burnunu yok etmek için defalarca ve şiddetle başını kameraya vuran bir Pinokyo görüyoruz. Bu eylem sırasında Pinokyo’nun burnu bozulur ve en sonunda kafatası çatlar. Ömür boyu söylediği yalanlardan kurtulmak için burnunu vururken kendisini yok eder.
İşte bu koridorda, içinde yaşadığımız dünyanın şiddet ve ölüm temalarını işleyen eserleri görüyoruz. Mekânsal durum, ışık tasarımı ve sergi kurgusu bu duyguları destekliyor. Mekân ve işlerin birbirine bağlanmasıyla bir kaos, tehlike ve tekinsizlik duygusu hakim.
-
Serginin ikinci bölümündeyse, ana salonda, umut ve hayallere odaklanan işler yer alıyor. Zaten sergi metninde mekânın merkezinde olumlu çağrışımlar taşıyan işler varken, mekânın dışa yakın kısımlarındaki eserlerin insanları saran saldırganlığa işaret ettiğinin altını çiziyorsunuz.
Serginin bu bölümünde mekân değişirken işlerin kavramsal çerçeveleri de değişiyor. Ana salondaki mekân geniş, geniş ve yüksek tavanlı ve orada ışık oldukça parlak. Eserleri üç bölümde inceleyebiliriz. ODDVIZ, Mert Acar ve Ahmet Duru’nun çalışmaları, kentin insanoğlunun yaşam alanı haline dönüşmesini konu alıyor. Soylulaştırmanın etkisiyle kentlerin kimliği değişirken, çalışmalar kimliğimizin ne kadarının değiştiği sorularını da gündeme getiriyor. Eserler, insanların evrim sırasında ustaca geliştirdiği iki özellik olan değişim ve adaptasyonun gerekliliğine işaret ediyor. Sina Barlas, Beyza Boynudelik, Hakan Özer, Nesrin Demirci ve Mustafa Akkaya, çocukluk, kimlik ve kişilerarası ilişkilerimizin mevcut durumunu tartışan figüratif eserler yaratıyor. Fırat Engin gündelik hayatın sıradan öğelerinin anlam ve önemini sorgularken, Melis Buyruk’un işleri insan, hayvan ve bitkilerin birbirine bağlı bir yaşam alanı oluşturduğu dünyaya bütüncül bir yaklaşım öneriyor.
-
“Mekânsal yapısıyla sergi ve sığınağın kendisi, bugün bireysel ve toplumsal deneyimlerimizin bir alegorisi haline geliyor” diyorsunuz. Bu konudaki yaklaşımınız hakkında daha fazla bilgi verir misiniz ?
Bu sergi hayat denen madalyonun iki yüzüne de ışık tutuyor. Olumlu boyutları kadar olumsuz yönleriyle de ilgileniyor. Sergi, kriz zamanlarında bile hayatın devam ettiğini gösteriyor. Öyleyse biz de devam etmeliyiz. Sığınağın karanlığında, sığınağın ‘tecrit’inden çıktıktan sonra bir süre için toplumu yeniden inşa etmek için stratejiler geliştirmenin yanı sıra aktif olarak ışık aramamız gerektiğinin altını çiziyor.
Bunaltıcı kriz zamanlarında, hayatta kalabilmek adına alternatif stratejiler geliştirmek için korunma yerleri ararız. Günlük hayatımız daimi olarak hem kişisel hem de toplumsal baskıların etkisi altında olduğundan, “Belki Sonra” sergisi bu sığınak ile birlikte daha iyi bir geleceğin nasıl yaratılacağının güçlü bir sembolüdür.
-
Ne yazık ki, Rusya-Ukrayna savaşının ortasında olduğumuz için bu sergi ve sığınak daha da anlamlı hale geliyor. Küratöryel metninizde “Savaşın dramatik sonuçlarını yaşamım süresince tecrübe edecek miyim bilmiyorum ama umarım ailemin İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya’da yaşadıklarını yaşamak zorunda kalmam,” diyorsunuz. Savaşın kendi aileniz üzerinde gözlemlediğiniz yıkımı ve sanatçıların savaş denen ve tarih kitaplarında unuttuğumuzu sandığımız bu olguya nasıl karşılık vereceği konusunda ki fikirlerinizi paylaşır mısınız?
Bu sergi üzerinde çalışırken, ortada bir Rusya-Ukrayna savaşı yoktu. Orta Doğu’daki krizler ve bir yandan küresel salgın gündemdeydi. Yani bu sergiyi yapmak için bana ilham veren yeterince başka krizler de mevcuttu. Rusya-Ukrayna savaşı, sergiyi ve sığınağı hiç olmadığı kadar güncel hale getirdi ve sergiye çok çağdaş bir karakter kazandırdı. Bu bana, serginin ve mekânın bir bakıma insanlığın karşı karşıya olduğu evrensel sorunların zamansız sembolleri olduğunu gösterdi. Her zaman olağanüstü haller ve krizler içindeyiz.
Mikro düzeyde, açgözlülük, saldırganlık, şiddet, kıskançlık, narsisizm ve ego kişilerarası insan ilişkilerinde krizlere yol açıyor. Bunları makro düzeyde büyütürseniz, savaşa yol açarlar. İnsanlık tarihinde bu her zaman böyle olmuştur ve büyük olasılıkla böyle devam edecektir. Dünya tarihi, dört bir yanında savaş meydanlarında can veren yüz milyonlarca insanın kanıyla yazılmakta.
Keşke sığınakları hiç kullanmak zorunda kalmasak ama sanırım bu ütopik olmaktan da öte. John Lennon, istersek savaşın biteceğini söylemişti. Savaş şart değil! Diğer tüm seçeneklerden vazgeçmenin sonucudur! Bazı insanlar kendi çıkarları için savaş isterler ve maliyeti umurlarında değildir. Black Sabbath’ın War Pigs şarkısını hatırlayın. Ozzy Osbourne güç, savaş ve halk arasındaki ilişkiyi sert sözlerle ifade eder. Gerçi haklıdır.
Yine de pasifistler olarak çoğunlukta olduğumuza inanıyorum. Yeter ki bir araya gelip sesimizi yüksek sesle duyuralım. Burada da sanatın toplumsal birliktelik yaratmanın bir aracı olabileceğine ve insanların sesini duyurmasına yardımcı olacağına inanıyorum ben. “Belki Sonra” sergisi ve Sığınak’ın sergi mekânı olarak açılması, pes etmemenin ve teslim olmamanın simgeleridir. Ayrıca eski bir sığınağı bir sanat mekânına dönüştürmek, saldırganlıktan yaratıcılığa geçişin büyük bir alegorisidir. Bir Alman atasözü şöyle der: Sonunda her şey yolunda. İyi değilse de bu son değil. Öyleyse iyi olalım!
Savaşın İzleri
Çocukluğumda ve gençliğimde, İkinci Dünya Savaşı sırasında olanları ailemden ve etraftaki insanlardan dinledim. Dedemin İkinci Dünya Savaşı’na gittiğini ve hayatını kaybettiğini, iki amcamın Sibirya’da esir düştüğünü, Babamın 1944 yılında 15 yaşındayken nasıl zorla cephede savaşmaya yollandığını ve esir düştüğünü öğrendim. Düşünün 15 yaşında bir çocuk, savaşın tüm vahşetine tanık olmak zorunda kalıyor. Babam ciddi şekilde yaralanmış, esir düşmüş ve daha sonra memleketine dönmüş, doğduğu büyüdüğü sokağın yerle bir olduğunu görmüş. Küçük kardeşini yıkıntıların arasında bulmuş ve birlikte annesini, erkek kardeşini ve kardeşlerini aramaya başlamışlar. En sonunda başka bir şehirde bulmuşlar ailelerini. Film gibi değil mi? Ama maalesef gerçek ve bütün bunlar milyonlarca insan tarafından yaşanıyor.
Kişisel Tarih
Annemin savaş zamanlarında annesi ve diğer kardeşleriyle nasıl hayatta kaldığını dinlediğimi hatırlıyorum. Açlık, korkudan ve vahşet içinde nasıl acı çektiklerini… Babam ve annem bu zor zamanlar hakkında pek konuşmazlardı, özellikle babam oldukça çok sessiz sakin bir adamdı. Sanırım savaş onu bu hale getirmişti, çünkü yaşadığı travmayı kelimelere dökmesi imkânsızdı.
Belki de Ankara’daki bu sığınağın bana bu kadar çekici gelmesinin sebebi bunlardı. Belki de sırf bu yüzden, sanat ve kültürle daha sağlıklı ve daha insani bir toplum yaratabileceğimize inanıyorum. Hatta öğretmemin, yazmamın ve küratörlüğümün nedeni bunlar olabilir. Kim bilir? Size naif gelebilir ancak sanatın iyileştirme, insanın hayatına anlam katma ya da en azından toplumu anlamamıza olanak verecek alternatif anlayışlar sağlama potansiyeli olduğuna inanıyorum.