Kemal Tizgöl

Sanatın Kolektif Gücüyle “160 m2” Sergi

Boş bir dairenin etkileyici boşluğundan ilham alarak yola çıkan Nezaket Ekici, Antalya’daki 160 m2’lik alanı, yedi sanatçının bir araya geldiği kolektif bir yaratım sahnesine dönüştürüyor.

/

Ansızın filizlenen bir fikirle Nezaket Ekici’nin bir anda kolektif bir sergiye dönüştürdüğü 160 m2, yedi sanatçının harmonik buluşmasına ev sahipliği yapıyor. Antalya’daki boş bir daire, geleneksel sergileme mekânlarının sınırlarını aşarak, kolektif bir yaratım alanı haline geliyor. Bu sergide, sanatçılar evin her bir birimini, her köşesini sanatsal bir diyalog için kullanıyor. Bu ev, izleyicileri sadece bir sergi deneyimine davet etmiyor, aynı zamanda bir topluluk hissiyle ve ortak bir yaratım ruhuyla ağırlıyor ve gerçek anlamda misafir ediyor. Resimden enstalasyona, performanstan videoya uzanan çeşitli disiplinler, izleyicilerin katılımıyla yeni anlam katmanları kazanıyor. 160 m2, sadece bir sergi değil, sanatın kolektif gücünü, mekânın ruhunu ve insan ilişkilerini yeniden harmanlayan yenilikçi bir deneyim olarak gündeme geliyor.

Tuğçe Arslan: Sizin yine aniden gelişen bir fikirle gerçekleştirdiğiniz ilginç deneyimlerinizden biri 160 m2, biraz bu serginin nasıl geliştiğinden ve sergiyi nasıl bir motivasyonla oluşturduğunuzdan bahsedebilir misiniz?

Nezaket Ekici: Aslında şöyle başladı. Benim Antalya’da bir dairem var, kısa süre önce satılığa çıkardım, o yüzden daire şu an boş. Ben de geçtiğimiz hafta Antalya’ya aile ziyaretine gittim. Gittiğimde de bu bahsettiğim dairemi görmek istedim. İçine girince 160 m2’lik dairenin boşluğu beni çok etkiledi. Satılmadan önce burada bir şey yapmalıyım dedim. Zaten Berlin’den gelirken belki bir şeyler yaparım diye yanımda bir performansımdan kostüm getirmiştim. Fazla zamanım yoktu Antalya’da, oradan hemen Sinop Bienali’ne geçmem gerekiyordu, çünkü orada açılışta bir performans sergileyeceğim. Neyse bu kısa zamanda, getirdiğim bu kostümün ait olduğu performans olan Tube’u (Tüp) yapmaya karar verdim ama bu büyük ve boş mekanda sadece kendim bir performans sergilemeyi değil, bir grup sergisi yapmayı da düşündüm.

“160m2” sergisi sanatçıları.

Kendime bu kadar kısa sürede hangi sanatçıları davet edebileceğimi sordum. Sonra 2017’de küratör ve akademisyen Ebru Nalan Sülün tarafından sunum yapmam için Akdeniz Üniversitesi’ne davet edildiğimi hatırladım, Ebru beni Üniversite’deki meslektaşları ve sanatçılarla tanıştırmıştı. Hepsiyle arkadaş oldum, o zamandan beri iletişim halindeyiz. Sonra, Ebru çoğumuzu yıllar içinde Antalya’daki bazı sergilerinde bir araya getirdi. Burada tanıştığım sanatçı arkadaşlarım Handan Dayı, Kemal Tizgöl, Işık Aslıhan, Ilgaz Özgen, Gül Yasa ve genç bir sanatçı olan Güneş Aslıhan’ı bu projeye davet ettim. Hepsine bir ses kaydı gönderdim. Evi, düşüncelerimi vs hızlıca anlattım ve çok zamanım olmadığını, eğer katılım sağlamak isterlerse hemen bana dönmeleri gerektiğini söyledim. Birden bana tık tık mesajlar gelmeye başladı, ilgileniyorlardı fikrimle. Sonra o akşam ve sonraki akşamlarda da çevirim içi olarak görüşmeler yaptık ve detayları konuştuk.

Başta zaman darlığından dolayı hepsi tedirgindi. Bu yüzden bir Pop Up sergi olmasına karar verdik. Pop Up’lar Berlin’de çok yapılıyor aslında, bakalım Antalya’da nasıl olacak diye düşündük. Sonra oturduk sergiyi detaylıca belirledik. Amacımız resim, fotoğraf, enstalasyon, heykel, video ve canlı performans gibi farklı mecraları bir araya getirmekti. Tabii bu arada ben komşulara gittim, tek tek kapılarını çalıp ‘ben böyle bir şey yapacağım ve hepinizi davet ediyorum’ dedim. Onlarda çok ilgi uyandırdı bu proje ve hepsi de geldi, çok beğendi. Kısacası benim bu evi boş görmemle başladı her şey. O, 160 m2’lik dev boşluk beni cezbetti ve burası sanatsal bir biçimde değerlendirilmeli diye düşündüm.

T.A: Serginin ana teması ve ilham kaynağı bu ev sanıyorum? O halde ‘ev’ kavramının bu sergi özelinde nasıl bir yere temas ettiğini sizden duymak isterim?

N.E: Öncelikle şunu söyleyeyim sadece bir ‘White Cube’ (Beyaz Küp) olmaması önemli. Burası bir ev, geleneksel sergileme mekanlarından ayrı bir parça. Bu noktada daha önce kimler oturdu, yaşadı, içine sindi bu evin gibi şeyleri düşünmek de çok ilginç. Dolayısıyla evin karakteri var, bu önemli bir şey. Ev; müze ve galerilerden farklı bir şekilde içine alıyor herkesi. Bir salonu var, balkonu var, banyosu, mutfağı var… Özel bir alan burası ve bu özel alana kabul ediyor gelenleri. Tıpkı misafir ağırlamak gibi. Sıcak, samimi bir davet. Bu bakımdan izleyici için daha içten yani kelimenin tam anlamıyla ‘iç’ten bir yer. Ben daha önce de ev konseptiyle çalışmıştım: New York’ta ve Almanya’da First Contactı yapmıştım. Bunun yanı sıra 2000’de Berlin’de ilk kişisel sergim olan Werkschau’yu hatırlıyorum, Galerie Weisser Elefant’taydı, orası benim dairem gibiydi, boş bir daire sergi alanıydı. Tabii bu bahsettiğim performanslar daha farklıydı, burada ise boş bir mekan olmasıyla önemliydi ev, ama bir yandan da yaşanmışlıkla dolu bir aurası vardı. Herkes için dinamik, enerjik ve yeni bir yerdi, başkaydı. Sanatçılar olarak ev sahibi gibiydik ve bir sergileme alanında ziyaretçilere hoş geldin diyorduk: Kapıda karşılıyor ya da kapıya kadar yolcu ediyorduk. Bu sergi mantığı açısından sanatçı ile izleyici arasında farklı bir ilişki kuran bir sergileme modeli oldu.

T.A: Siz bu sergide Tube (Tüp) performansınızı yeniden icra ettiğiniz. Kısaca performansın temasından bahsedip, bu mekandaki tekrarın nasıl bir süreci ve etkiyi ortaya çıkardığını anlatabilir misiniz?

N.E: Tube (Tüp) ilk kez 2008 yılında Kanada’nın Toronto kentinde yaptığım bir performanstı. Malum, ben sanat tarihi eğitimi almış bir sanatçı olarak sanat tarihi temalarından çok faydalanırım. Bu performans da Otto Dix’in 1925 tarihli Anita Berber adlı tablosundaki kadın imgesinden esinli. Tube (Tüp) zaman kavramını da içine alan bir iş: Geçmiş, şimdi ve gelecek uzamına yerleşiyor. Bu performansı Toronto’da sergilediğimde bu uzamı verebilmek için performans sırasındaki imgemi geçmişte tekrar eden bir video filmle birlikte sundum. Ayrıca ışık ve gölge tekniği de kullanmıştım. 160 m2’de de bunları yapmaya çalıştım. Tabi evin salonu ile sergi salonu aynı değil, bir kere büyük bir salon ama ne de olsa bir sergi mekanı kadar büyük değil, dolayısıyla kısıtlı bir mekan vardı. Fakat burada başka bir his açığa çıktı. Önce ondan bahsedeyim: İlk olarak, ev mantığıyla benim Tube (Tüp)’de giydiğim kostüm ilişkiliydi. Çünkü kostüm ya da kıyafet dediğimiz şey, bedeni saran, bir dereceye kadar bedenimizi korumak için giydiğimiz bir şey. Görsellerden de anlayacağınız üzere; Tube (Tüp)’de böyle bir mantıkla sarıyor kostümüm bedenimi. Öte yandan ev de öyle bir hisle sarıyor insanı, insana özel olan ve onu dış dünyadan içine alıp saran koruyan bir şey. Böylece ev fikri Tube (Tüp)’e başka bir hayal dünyası açtı. Evin salonunda yaptım bu performansı, adeta orada, öylece ağırladım ziyaretçileri. Bununla birlikte Tube (Tüp)’de kullandığım video filmi de, bir evin salonunda sergilemiş oldum. Evlerin salonlarında televizyon olur ve aileler burada birlikte film izlerler. Burada da benim projeksiyonla yaptığım şey öyle bir birleşme anı yarattı. Bir evin salonunda adeta bir canlı performanslı ‘home cinema’ (ev sineması) yarattık ve hep beraber benim karlı bir mekandaki video filmimi izledik. Tabi şunu da son olarak ekleyeyim. Benim karlı bir manzaradaki video filmimin aksine performansı yaptığım yer epey sıcaktı. Malum, Antalya bu mevsimde hala yaz gibi. Dolayısıyla filmdeki imge ile gerçeklik arasında bir tezatlık da oldu.

T.A: Sergide yer alan sanatçılarla iş birliği süreciniz nasıl gelişti ve bu süreçte hangi ortak temalar üzerinde durdunuz? Tabii bu sırada ev çalışmalarınızı nasıl şekillendirdi ve onları sergilerken nasıl bir işlev gördü?

N.E: Az önce bahsettiğim gibi benim aklıma gelen bir fikir üzerine haberleştik, programladık. Ardından ben boş evin videosunu çektim ve sanatçı arkadaşlara gönderdim. Bu videoyla birlikte, bu sergi için evin her yerini kullanmaya karar verdik. Ev tamamen kullanılmalıydı, boş bir yer kalmamalıydı. Videodan faydalanarak fikirler üretilmeye başlandı. Ilgaz banyoyu istedi örneğin; onun çalışması için banyo çok uygundu. Salonu isteyenler de oldu ama salonu ben kullanmalıydım, çünkü elbisem çok uzundu ve salondan başka bir yere sığamazdım onunla. Handan için koridor çok uygundu, çünkü aile fotoğraflarının geçmişten günümüze sergilenmesi bakımından koridor duvarları bu görevi hep üstlenmiştir. Yine Işık’ın balıkları evin suyu da barındıran bir mekan olması mantığıyla bağdaşıyordu. Bu yüzden Işık’a önce mutfak dedik ama sonra balkonda karar kıldık. Gül’ün, resimleri ve karikatürleri nedeniyle daha büyük bir odaya ihtiyacı vardı. Ayrıca Kemal’in taşlara sarılı büyük bir kumaştan ve büyük fotoğraflardan oluşan bir enstalasyonu vardı ama evde tüm bunlar için çok fazla yer yoktu. Projeksiyonla yansıtılan Güneş’in çalışmasının ise samimi bir alana ihtiyacı olduğunu düşündük ve böylece ona küçük bir oda vermeye karar verdik. Süreç hemen hemen böyle ilerledi. Herkes kendi işinin temasıyla evin bölümlerinden birini bağdaştırdı ve hem bu bağdaşma haline hem de çalışmalarımızın ihtiyaçlarına göre konumlandık 160 m2’de.

Handan Dayı

T.A: Handan Dayı, sizin aile fotoğraflarınızdan oluşan Zamansal adlı çalışmanız, şeffaf dokudaki fotoğraflardan oluşuyor. Bu transparanlık aslında tam da zaman kavramına temas eden bir yapı, çünkü imgelerin bir var, bir yok halleri; zamanla yok oluş ama diğer taraftan asla tam anlamıyla bir yok oluşun olmama halini de gündemde tutuyor. Aslında bu çalışma; yaşanmışlık, gidenler ve yeni gelenler bağlamında ‘ev’ kavramıyla doğrudan ilişkileniyor. Çalışmanızın 160 m2’deki kurulumunu ve bu ilişkiyi ele alış biçimini biraz açabilir misiniz?

İlginizi çekebilir:  2. Kommagene Bienali Başlıyor

Handan Dayı: Ben üniversitede fotoğraf eğitimi aldım. Benim için fotoğrafın en büyüleyici yanı zamanla olan ilişkisini keşfetmemdi. Belki de bu nedenle zaman konusu, üzerinde çok düşündüğüm meselelerin başında geliyor. Zamansal adlı bu çalışmam da dört nesil aile fotoğraflarımdan oluşmakta. Şeffaf vinil üzerine basılı fotoğraflar, kronolojik bir sırayla koridorda asılı olarak sergilendiler. Senin de yazdığın gibi burada varlık-yokluk kavramlarına gönderme yapılmaktadır. Birbiri içinden görülebilen portreler, bazısıyla hiç tanışmadığım ama genlerini bedenimde taşıdığım aile bireylerim. Onların dünyadaki varoluşları benim bedenimde varlıklarını sürdürmeye devam ediyor. Böyle bir içkinci bakış ölüme de başka türlü bakmayı sağlıyor. Bu arada, iyi ki fotoğrafları var. Sergileme için koridorun dar ve uzun mekanının tercih edilmesi, izleyicinin interaktif şekilde tüm aileyle tanışmasını zorunlu kılıyor. Aynı zamanda koridorun uzun mimari yapısı bir ‘passage’ (geçit) gibi uzanarak zamanın ontolojik varlığına da gönderme yapıyor. Bu anlamda izleyici fotoğraflar içinden zorlukla geçerken hayatın geçiciliği, varlık ve yokluk üzerine düşünmeye davet ediliyor. Serginin yapıldığı bu boş evdeki yokluk durumu, varlığı, yokluk üzerinden yeniden düşünmemize de olanak tanıyor.

T.A: Kemal Tizgöl, siz Unfamiliar (Yabancı) adlı çalışmanızı daha önce açık bir alanda, bir sahilde sergilemişsiniz. Bu iş, bir kumaşın belirli mesafelerde bir arada tuttuğu taşlardan oluşan ve taşların katı maddesine rağmen onları belirli aralıklarla kavrayan kumaşın esnekliği sayesinde kıvrılabilen; farklı ve alternatif alanlarda, yine farklı ve alternatif biçimlerde yerleştirilebilecek bir çalışma. Bununla birlikte Unfamiliar (Yabancı) adından da anlaşılacağı üzere; yabancılık ve yabancılığa binaen aidiyet, tüm bunlara içkin olarak da kimlik kavramlarıyla ilişkili. Çalışma bu ilişkiyi, bu sergideki kurulumuyla nasıl yansıtıyor sizce?

Kemal Tizgöl: Unfamiliar (Yabancı) taşıdığı yüklerle bulunduğu ortama uyum sağlamaya çalışan, bulunduğu ‘yer’e göre şekil alan bir canlıyı andırıyor. Hiçbir yere tam olarak ait olamayan bu nesne, bulunduğu mekanla geçici bir ilişki içinde her zaman.  Açık, uçsuz bucaksız bir sahilde bir kayayı çevreleyebileceği gibi, terkedilmiş bir evin boş bir odasında da kendine yer bulabilir. Varlığındaki taşın sert ve ağır yapısıyla, kumaşın inceliği ve hafifliği büyük bir çelişki yaratıyor. İzleyicinin eseri deneyimlemesine de yansıyan bu karşıtlık, yabancılık duygusunu pekiştiriyor. Kurgusunda otobiyografik ögeler barındıran bu çalışma, bireyin içinde yaşadığı toplumla bir uzlaşı yolu arama, bir yer edinme/edinememe deneyimlerini sorguluyor.

Işık Aslıhan

T.A: Işık Aslıhan, sizin Balıkların İzinde: İnsan ve Su adlı çalışmanız, yapay balıklardan oluşuyor. Burada soruma geçmeden hemen şunu teslim etmek isterim ki; doğa ve insan arasındaki ilişkiyi ele alırken, canlı ya da ölü bir hayvan yerine onun imgesini kullanmanızı son derece tutarlı buluyorum, zira insan merkezci dünyanın sorgulanması durumlarında bazı sanatçıların, bu sorgulamaya çok ters bir hareketle, insanın üzerinde baskı kurduğu canlı ya da ölü hayvanları sanat malzemesi haline getirmek gibi bir tutarsızlıkları var. Çalışmanıza dönersek; hareketsiz halde duran gri balıkların arasında tek bir kırmızı balık çırpınıyor. Bu bir yandan onun gri ve solgun balıklar arasındaki tek canlı balık olduğunu düşündürüyor, ancak diğer yandan balık imgelerinin bir insan bedenini oluşturacak şekilde yerleştirilmiş olması, insanın gri buhranlarında adeta her daim bir kıpırtı, bir heyecan ya da bir çıkış olasılığının da barındığını hissettiriyor. Çalışma, doğa ve insana dair nasıl bir ilişkiyi merkezine alıyor ve siz bu çalışmada; insan, su ve doğa arasında nasıl bir noktaya temas ediyorsunuz?

Işık Aslıhan: İnsan oğlu kendini dünyanın merkezine oturtarak her var olanın kendisi için yaratıldığına inanır. Bu nedenle, doğaya uyum sağlamak yerine akılsızca doğaya şekil vermeye çalışır. Neticede ortaya çıkan sonuç, büyük bir kayıptır. Aslında doğanın yok olması demek insanlığın yok olması demektir. Yaşamın en önemli unsuru da sudur, su yok olmaz fakat yaşamsal kalitesini yitirir. Su yoksa yaşam da yoktur. Su ve insan ilişkisini balıklardan oluşan bir figür düzenlemesiyle anlatmaya çalıştım. Gri balıklardan oluşan bedende hareket eden tek bir balık, ölmekte olan insanın kalbini simgeler. Ya yaşamını yitirecek ya da yaşamasına izin verilip çoğalıp yaşamın devamlılığını sağlayacaktır. Bu çalışma izleyiciyi kendi yansımalarını sorgulamaya iter. Bu yansıma, insanın doğaya olan bağlılığını ve onunla olan ilişkisini yeniden değerlendirmesine olanak tanır.

Ilgaz Özgen Topçuoğlu

T.A: Ilgaz Özgen, 160 m2’de evin banyosunda yer alan Dışarıdan, İçeriye Kendi İçime… adlı yerleştirmenizde çeşitli ayak figürleri belirli bir dizilimde yer alıyor. Bu ayak imgelerini yerleştirmek için özellikle banyo birimini seçtiniz. Dolayısıyla, ayaklar eve dair özel/mahrem mekanlar olan banyo ile insan bedeni arasında bir ilişki kuruyor sanıyorum. Burada arınma ve insanın kendisiyle kalması durumları da gündeme geliyor. Bu iş, arınma ve beden konseptleri üzerine nasıl bir noktaya işaret ediyor?

Ilgaz Özgen Topçuoğlu: Dışarıdan, İçeriye/Kendi İçime.., isimli enstalasyonda ayak imgesi günlük yaşamımızın izleri ve bedenimizin taşıyıcısı olarak orada durur. Ayrıca bir evin özel alanı olan banyo da bu enstalasyonun bir parçası olmuştur. Bildiğimiz gibi, sanatsal yaratım sürecinde içinde yaşadığımız çağ ile birlikte, sanatçının kendi yaşanmışlıkları da yerine göre sanatsal ifade biçimine dönüşmektedir. Bu bağlamda ayak imgesi hem bedenimizin hem yaşamımızın izleri hem de kendi yaşadıklarımın bir taşıyıcısı ve parçasıdır. Ayrıca genel olarak ayak imgesi benim için otuz üç yaşında kılcal damar hastalığından kangren nedeniyle el ve ayak parmaklarını kaybeden, hastalığı nedeniyle yaşadığı tüm acılara rağmen dimdik ayakta duran ve yaşamımda özel bir yeri olan ablam Gülgez Özgen’in bir tür portresidir. Enstalasyona dönüşmüş ve bir evin kendimizle baş başa kaldığımız özel bir alanı olan banyo, bu çalışmada su aracılığıyla günlük yaşamımızdan da bir bakıma arınma, kendimizle yüzleşme ve sorgulamaya yönelik ‘anı-bellek’ alanı olarak ele alınmıştır.

T.A: Gül Yasa, Mee Kuşağı biraz ironik bir isim. Bu alaycı başlık çalışmanızı tepkisel bir sese dönüştürüyor sanki. Kaldı ki siz de içinde bulunduğumuz çağda politik yanlışlara ve baskılara dair tepkilere ve tepkisizliklere işaret etmek istiyorsunuz. Özellikle çiftlik hayvanlarına işaret etmeniz topluma dair bir ‘güdülme’ fikriyle mi bağdaşıyor?

Gül Yasa: Evet, güdüleme ve güdülenme diyebilirim. Ben bu çağın (kuşağın) ‘Empoze- dayatma’ ve ‘taklit’ kuşağı olduğuna inanıyorum ve üretimlerimi bu düşünce üzerinden şekillendiriyorum. İnsanların son dönemdeki kültürel duruşlarını, tepkilerini ve tepkisizliklerini hayvan portreleri aracılığıyla vurgulamaya çalışıyorum. 160 m2’de, bağımsız alanlarda yerleştirdiğimiz işlerin ortak paydası insan ve insana dair olanlardı, ben de günümüzde hemen hemen her alanda yapılan empoze ve dayatmalara karşı çok büyük bir çoğunluğun kabullenişine dair eleştiri niteliğinde olan hayvan portreleri ile sadece izleyen ve taklit hareketlerle benzer katılımlarda bulun büyük çoğunluğa işaret etmek istedim. Teşekkür ederim.

Güneş Aslıhan

T.A: Güneş Aslıhan, siz 160 m2’de, İstemsiz adlı enstalasyonunuzla yer aldınız. Vermeer’in İnci Küpeli Kız adlı tablosundan yola çıkan bu çalışma için; ‘bedenin istemsiz hareketlerinin toplumsal ve sanatsal kabullerle çatışmasını ele alıyor’ demişsiniz. Bunu biraz açarak; toplumsal ve sanatsal olanın bedenle nasıl bir ilişki kurduğundan kısaca bahsedebilir misiniz?

Güneş Aslıhan: Toplumsal normlar, bedeni belli kalıplara ve davranış biçimlerine sokarak ‘uygun’ olanı tanımlar, bu da çoğu zaman bedenin hareketlerine, duruşuna ve hatta ifade biçimlerine yansır. Klasik sanatta da kusursuz, ideal beden ve hareket biçimleri yaratılır; bu, bedeni bir gösteri nesnesi haline getirir ve onu estetik bir nesneye dönüştürür. İstemsiz enstalasyonumda bu ikilemi irdeleyerek, bedenin istemsiz hareketinin sanatsal ve toplumsal beklentilerle nasıl çatıştığını vurguluyorum.

T.A: Peki toparlarsak; 160 m2 sergisinin izleyici üzerindeki etkisi hakkında ne düşünüyorsunuz?

N.E: Çok etkilendiler! Bunu net olarak söyleyebilirim ki, gerçekten çok etkilendiler. Performans gösterimi yapılan bu sergi, saat 16.00-20.00 arası ve toplam dört saat sürecek diye duyuruldu. Bu duyuruya rağmen seyirciler daha önceden bile geldi, hatta gidip geri gelenler oldu, sanırım günün sonunda yaklaşık üç yüz kişi bu sergiyi ziyaret etti. Komşular, komşulardan duyanlar geldi. Bu insanların bir kısmı, böyle bir şeyle ilk kez karşılaştılar. O yüzden deneyimledikleri şeyin heyecanı yüzlerinden okunuyordu. Ayrıca ev olması, onları müze ya da galeri gibi tedirgin etmedi, dışarıdan biri gibi hissettirmedi. Hepsi dahildi bize, misafirlerimizdi. Gerçek anlamda misafirlerimizdi. Ayrıca sanatçı arkadaşlarımın bir kısmı Akdeniz Üniversitesi’nde akademisyen olduğundan onların öğrencileri de geldiler. Öğrenciler için de farklı, ufuk açıcı, heyecan verici ve belki de ilham olacak bir deneyim olduğuna inanıyorum.

Previous Story

Kim Hyunsik ile Boşluğun Sanatı İstanbul’da

Next Story

Vuslat Saraçoğlu’yla “Bildiğin Gibi Değil”

0 0,00
02_ArtDog_CD_Logo_RGB_Black

BÜLTEN

Türkiye ve dünyadan haftalık kültür-sanat haberleri, inceleme yazıları, sergiler ve etkinlikleri takip et.

Bülten aboneliğinde ArtDog Istanbul’un gizlilik sözleşmesini kabul etmiş olursunuz.

Verified by MonsterInsights