-
Baksı’da süren “Gözlemevi” isimli serginiz kapsamında ilk aklıma gelen soru şu oldu. Baksı’nın kurucusu Hüsamettin Koçan da siz de Anadolu çocuğusunuz; bu anlamda bir benzerlik var diyebilir miyiz?
Çok farklı karakterleriz. Hüsamettin sosyal; ben utangaç, işlerinin arkasına saklanan biriyim. Baksı’da sergi açmak çok hoşuma gitti çünkü orası bir hayalin gerçekleşmiş, vücut bulmuş hali. İşlerimi ortaya koyduğum andan itibaren çok yakınlaştık Hüsamettin ile. Bana “Benim sergim dahil burada açılan en güzel sergi seninki oldu,” dedi. Beni misafir olarak kabul etmesi çok cömertçe bir tavırdır, her sanatçı yapmaz bunu. Ayrıca hayalini gerçekleştirmiş olması: Müzenin doğduğu yer Bayburt’ta olması… Ben dünyada benzeri bir yer bilmiyorum. İkimiz de zirai bir kültürden geliyoruz, o anlamda benzerlik var tabii.
-
Siz de kırsalda doğdunuz, büyüdünüz.
Ben toprağı bilirim. 8 yaşımda ağaçlara aşı yapmasını öğrendim. Ellerim küçük olduğu için güzel aşı yapardım. İncecik bir çocuktum. Babam çiftçi olmam gerektiğini söylerdi. Çobanlık yaptım çocukken, sabahın köründe kalkarsınız yollara düşersiniz. Ama ben bu işin çok zor olduğunu görünce okumak istedim. Okuyacağım diye tutturdum, ağlayıp sızlanmaya başlayınca babam beni anladı. Okumaya başladıktan sonra yazları köyüme döner çalışırdım. İki köy arasında biri vardı; ona yemek taşırdım, sonra da ellerini yıkasın diye ibrikle su götürürdüm. Çok masallar dinledim küçükken, hikâyeler anlatılırdı köyde. Hüsamettin de ben de o kültürün son yaşayanlarıyız galiba.
-
Bu anlamda o kültürün ve köy yaşantısının bitmiş olması üzücü değil mi?
Olmaz mı? “Çobanın Kabusu” adlı işim buna göndermedir. Ben sabahları beşte kalkıp kuzuları gütmeye giderdim. Sonra o kuzular bir yaşına geldiğinde benim süslemek için kınaladığım postlarını araba sırtında görünce ne ağlardım. Çok acıklıdır. Bu anıyı “Çobanın Kabusu” adı altında işe çevirdim; o hayvanların öldürülüyor olması, dahası bunun hâlâ devam ediyor olması çok üzücü.
İnsan denen yaratık her şeye hükmettiğini sanıyor. Ağaçları keselim ev yapalım, hayvanları kesip yiyelim, üstlerine binelim bizi taşısınlar. Bu yüzden dünyanın sonu geliyor diye düşünüyorum.
Yaşam denilen şey her anlamda trajiktir. Yaşamaya devam etmek için öldürmek… Sanatın var oluşu da bu çelişkiden doğar. Yaşayabilmek için en sevdiğin hayvanı, en sevdiğin bitkiyi öldürmek çelişki değil de nedir? Ben şu an Fransa’da yaşıyorum; bir dönüm bahçemde kabaklarım, domateslerim, şeftali ağaçlarım var. Ama ağaçları budarken bile acıyorum onlara. Sevdiğin bitkiyi öldürmek nedir? Yaşam trajiktir. Sanat da buradan çıkar. Hep şunu söylerim: Biz ölmemek için, ölümsüz olma için hikayeler anlatırız.
-
Nasıl?
Bakın ben hep soranlara “Ben unutulmuş ortak belleklerin arkeolojik araştırmasını yapıyorum” derim.
-
Sizin işlerinizde ana malzeme demir değil mi? Neden demirle ifade etmeyi seçtiniz kendinizi?
Gazi Eğitim’denim ben. İlk yıllarda resim yaptım. Gazi Eğitim’de okurken ağaç atölyesi vardı, maden atölyemiz vardı. Mesele şu, ben bu malzemelerle zaten çocukluğumdan beri haşır neşirdim. Gazi’den sonra Fransa’ya ihtisas yapmaya gittim. Türkiye’ye döndüm, Bursa’da resim hocası oldum. Ama aslına bakarsanız Türkiye’yi terk ederken resmi de terk ettim.
-
Neden?
Bilmem. Elimin altına başka malzeme vardı ona yöneldim. Yaşarken o akış içinde oldu. Şunu düşünüyorum sanatçılar aslında zamana şekil verir, biçim verir.
-
Kaç yıldır Fransa’dasınız?
‘71 yılından beri.
-
Türkiye sizin için ne ifade ediyor, uzaktan baktığınızda nasıl görüyorsunuz merak ediyorum?
Ben her sabah kalktığımda Türk gazetelerine bakarım internetten. Size bir fıkra anlatayım. Bir adam varmış, her sabah gazeteciye gidermiş, gazeteleri alıp şöyle bir bakarmış ve çöpe atarmış. Büfede çalışan adamcağız bir gün dayanamamış sormuş “E madem atacaksın, niye alıyorsun?” “Ölüm haberini bekliyorum” demiş. Bilirsiniz ölüm haberleri arka sayfalarda olur ama benim beklediğim haber birinci sayfada olacak.
-
Ama Türkiye’ye geliyorsunuz ve atölyeniz Ankara’da değil mi?
Evet. Ostim’de.
-
Neden Ankara?
Çünkü benim gözüm Ankara’da açıldı. İlk defa orada âşık oldum vesaire. Ben bir ağaçsam köküm Türkiye’de ama meyvelerim buraya düşüyor. Avrupa içinde belki ürettiklerimiz taze kan, başka fikirler. Hoş biliyor musunuz, seneler önce Milliyet gazetesinde bir eleştirmen benim işlerimin üçüncü derecede kopya işler olduğunu yazdı, ama benim işlerim Avrupa’da müzelerde. İşte bizde sanat eleştirisi böyle bir şey maalesef. Türkiye’yi sormuştunuz nasıl görüyorum diye. Bence bir korku var.
-
Nasıl?
Türkiye’nin ruhuna işledi bu korku son zamanlarda. Bunu işlediler. Ben çocukken de vardı ama bugün başka bir boyutta bu korku. Mesela Türkiye’deki kadınları hep kardeşim olarak görüp korumak isterdim, üzerlerinde bir baskı var sanki. Fransa’da da yok değil bu, dünyada kadınların üzerinde bir baskı var. Aslında evet, burada da kadınlar kendilerini azınlık olarak hissediyorlar. Erkek egemen bir dünya.
Osman Dinç: “Sanatta da bilimde de sezgi çok önemlidir. Sanat da bilim de çağdaş insanlık mitolojisini yapar.”
-
Siz uzun yıllar Larousse ansiklopedi için illüstrasyon yaptınız değil?
Evet. 12 yıl sürdü. Sabah 09.00’dan öğlen 15.00’e kadar. O dönem sergiler de açıyordum. ‘80’li yıllarda burada adı geçen, bayağı popüler bir sanatçıydım.
-
İllüstrasyon yaparken neler çizdiniz? Bir örnek verir misiniz?
Mesela bir nükleer santral çizdim.
-
Bu iş size göre sıkıcı mıydı, yoksa zevk aldınız mı?
Orada çalışmış olmamın getirdiği bir şey var, titizliği öğreniyorsunuz. Çok şey kattı bana. Bilim merakım da arttı o dönem. Sanatta da bilimde de sezgi çok önemlidir. Sanat da bilim de çağdaş insanlık mitolojisini yapar.
-
Gelelim sergideki işlerinizden birine. “Boşa koyuyorum olmuyor, doluya koyuyorum almıyor” adlı bu iş çelikten bir yatak. Yastığında meme başları ve yatağın üzerinde delikler ve o deliklerin üzerinde toplar var.
Gece yattığımızda hepimiz düşünürüz, birçok sorunumuz olur. Saatler geçer bazen uyuyana kadar. Sonra bazen o çözemediğimiz düşüncelerimiz gelir uykularımıza girer. Ve rüyalarımızda düzeltiriz meselelerimizi bazen, başkalaşım geçirirler, düzeltiriz, böleriz parçalarız… Bu iş aslında otobiyografik bir iştir. Öteden beri böyle sıkıntılar yaşayan biriyim; yatağa yattığımda düşünüp dururum.
-
Ama galiba insanlık böyle?
Doğru böyledir. Yataktaki o delikler gözlerdir. Herkesin gözü üzerinde diye bir laf vardır ya; işte o hisse göndermedir.
-
Bu serginin adının “Gözlemevi” olmasını insanın kendini evrenin merkezi sanmasıyla ama aynı zamanda aynı evrenin bir parçası olmasıyla izah ediyorsunuz sergi kitabında.
İnsanın geçmişi ve geleceği yoktur. Sadece ‘şimdi’si vardır. Bu anlamda şimdi sonsuzluktur. Öyle bir yerdedir insan. Geçmiş ve geleceğin arasına sıkışmıştır ve bu da onun başka bir trajedisidir.
-
Sergide “Orada bir Ev var Uzakta” adlı bir işiniz daha var, sanki insana huzur veriyor. Çelikten, çatısı üçgen bir ev heykeli bu; penceresinden ışık süzülüyor ve yanında bir servi ağacı. Hepimizin kağıda karaladığı, çocukken çizdiğimiz evlere benziyor. Seyirciyi bir anlamda çeken bir iş bu, sizin için ne ifade eder?
İnsanoğlu prematüre doğar. Bu yüzden ev yapmak zorunda kalmıştır. Buzağı sabah doğurduğunda öğlen vakti yavrusu ayaklanır. İnsan bu aşamaya 16-18 yaşında gelir. Ev mevhumu önemlidir insanlık için. Hep deriz ya “Başını sokacak bir yerin olsun”. Ev başını soktuğun sığınaktır, ev önemlidir. Bizim hanım duymasın, Türkiye’de deniz kenarında bir ev alalım demişti. Ben yaparım dedim o evi. Aspat’ta yaptım bir arazi üzerine. Tapusu da bende. Bu ev heykeli oradan çıktı.
-
Baksı’da müzenin girişindeki sevimli Kangal köpeği Dost su içsin diye daimi olarak oraya bıraktığınız kayık şeklinde bir heykeliniz var, değil mi?
Evet, sürekli tazeleniyor, su dolduruluyor.
-
Bir de “Tor” adını verdiğiniz uçan daire formunda, yine çelikten işleriniz var. Çok matrak bir duruşları var sanki onların. Nereden çıktı o formlar?
Ankara’da Ostim’de sanayi bölgesinde atölyemin olduğu yerde çok enteresan şeyler yapıyorlar. Orada gördüklerimden esinlendim. Yahu adam orada kalça kemiği yapıyor bildiğin!
-
Siz Ankara’dan pek vazgeçmeyecek gibisiniz?
Orada gözüm açıldı dedim ya hem de Türkiye’deki tek mal varlığım oradaki atölyem.
Ankara benim için çok önemli, üstelik çalışma açısından çok rahat ve pratik. İstanbul’da öyle yaşayamazsın, kıymetini bilmek lazım.