2018 yılında Ayça Ceylan tarafından kurulan, direktörlüğünü ise Emel Pilavcı’nın üstlendiği uluslararası performans sanatı platformu Body in Perform, yayınladığı açık çağrı ile performatif üretimleri yayınlamayı sürdürüyor.
“Beni ait olduğum eve götür!” projesi aynı zamanda, yönetmen Pelin Kaçar’ın yürütücülüğünde, duygularını beden diline dönüştürebilen herkesin katılımına açık bir belgesele dönüştürülüyor. Ayça Ceylan, Emel Pilavcı ve yönetmen Pelin Kaçar’la performans sanatını, açık çağrı ile belgesel sürecini ve performans sanatının geleceğini masaya yatırdık…
- Performans sanatında sanatçı ve izleyicilerin fiziksel olarak aynı mekanı paylaşması büyük önem taşıyor. Bu anlamda pandemi, performans sanatı ve sanatçılarını nasıl etkiledi?
Ayça Ceylan: Performans sanatı tarihsel bağlamı ve barındırdığı hissiyat gereği interaktif bir etkileşim barındırıyor. Şu sürece kadar, ben de işlerimde somut mekanlarda izleyen ve izlenilen rollerinin değiştiği ve izleyicinin katılımcıya dönüştüğü performanslar ürettim. Öte yandan pandemiyle beraber performans sanatının olmazsa olmaz beşlisi (beden, mekan, zaman, izleyici ve anlatacak şeyiniz) üzerine tekrar tekrar düşündüm. İnsanların dünyanın birçok yerinde neredeyse eş zamanlı olarak evlere çekilmesi, sosyal mesafesinin korunması gibi kolektif eylemler doğal olarak performans sanatı ve kolektivite üzerinden birçok okumayı içeriyor. Burada performans sanatının çıkışına minik bir bakış atmakta fayda var.
“Beden Varsa Her Şeyle Mücadele Edilebilir, Kaybedilen İnşa Edilebilir”
2. Dünya Savaşı ve etkileri, ailenin bir ferdi gibi geldi masanıza oturdu. Yerinden edilenler, evleri yerle bir olanlar, eserleri yok edilenler, sevdiği şeyleri geride bırakanlar için devam etmenin bir yolu vardı: Bedenlerini sanat nesnesi olarak kullanmak. Performans sanatının çıkışı direnmenin halidir. Beden varsa her şeyle mücadele edilir, kaybedilen tekrar inşa edilebilir. Geride kalan bedenler, mekanın sınırları derken dijital sistemler onlarla pek haşır neşir olmayanları bile daha aktif kullanıcılara dönüştürdü. Yaşamın evi bedeni, kendine sanat alanı olarak baz alan bir disiplin olan performans sanatı da dijital ile olan etkileşimini daha da arttırdı. Instagram canlı yayınları, IGTV videoları performans sanatçıları tarafından yeni mekanlar olarak algılanmaya ve kullanılmaya başlandı. Platformumuza gelen birçok üretim önerisi de bu düşünülenleri kısmen olumlar yönde. Tabii ki tamamen dijital mekanlara uyumlanan bedenlerden bahsetmiyorum, zaten algılama sürecimiz de böyle inşa edilmedi. Birtakım negatiflikler de barındırıyor. Örneğin Instagram canlı yayınında izleyici kameranın çekim noktasına göre o performansı deneyimliyor, ancak somut bir mekanda olsaydınız belki etrafında dönecektiniz ve deneyimleme alanınızı kendiniz seçecektiniz. Negatif örnekler çoğaltılabilir, fakat her şeyin sadece negatifini belirtmek ve çözüm önermemek böyle zorlu anlarda insanlığa pek de bir şey katmıyor. Bu yüzden en azından platformumuz adına şunu diyebilirim ki birçok ülkeden birçok sanatçı ile iletişime girdik, üretimlerini deneyimleyebildik ve tüm bunların nasıl sağaltıcı olabildiğini hissettik.
- “Beni ait olduğum eve götür!” açık çağrınızın ne zamana kadar süreceği ve kimlerin başvurabileceği hakkında kısaca bilgi verebilir misiniz?
Emel Pilavcı: Çağrımızı nisan sonunda açtığımızda, bu projenin hem performans sanatıyla ilgilenen izleyiciler hem de sanatçılar için karantina günlerinin boğucu atmosferinde farklı üretimleri görecekleri, yabancı evlere, süreçlere ve ilhamlara misafir olabilecekleri; ortak bir dönemden geçerken beslenebilecekleri bir üretim yolculuğu sağlayabilmesini hedefledik. Performanslar da buna cevap olurcasına, dünyanın farklı yerlerinde yaşanan karantina süreçlerini yansıtmalarının yanı sıra sanatçıların olağan sosyal koşullarını, bulundukları toplumla ilişkilerini, önceliklerini, coğrafyanın bulundukları fiziksel ve zihinsel alanlara etkilerini de taşıyordu. Dünyanın yeni normale uyum sağlamaya çalıştığı günlerle beraber, odağımızı ve heyecanımızı artık açık çağrının dönüşeceği dijital arşive yöneltiyoruz. Ve dijital bir platformun, bu noktada erişilebilir, arşivlenebilir, katılımcı beden politikaları üretebilir olmasını ve kalıcı olasılıklar yaratmasını değerli buluyoruz. Açık çağrıyı, ağustos bitiminde sonlandırmayı düşünüyoruz. Ancak yine de ilk kez deneyimlediğimiz bu belirsiz dönem nedeniyle tarihleri esnek tutmaya karar verdik, bununla ilgili güncellemeleri @bodyinperform Instagram sayfamızdan yapmaya devam edeceğiz. Bu tarihe dek, farklı disiplinlerde çalışan sanatçıların, karantina günlerini veya bulundukları içsel/fiziksel koşulları bir performans üretimine dönüştüren herkesin başvurularını bekliyoruz.
‘Ev’ Hissiyle İlintili Olması Önemli
* Yayınlamayı seçtiğiniz performanslarda, seçim sürecinde hangi kriterleri baz alıyorsunuz?
Emel Pilavcı: Performansları yayınlarken, performansın orijinal bir dile sahip olmasını, fiziksel-duygusal bir ‘ev’ hissiyle ilintili olmasını, performansın karantina dönemi çıktılarıyla üretilmiş olmasını önemli buluyoruz. ‘Ev’ kavramını kimi sanatçılar beden üzerinden okuyor, kimi coğrafya, ülke, kimi oda, kimi ise duyumlar. İzlemekten ve paylaşmaktan keyif aldığımız işler metni çok katmanlı, zengin ve çapraz bağlantılara sahip işler oluyor çoğunlukla.
Belgesel Projesi İki Aşamalı Olacak
* Proje aynı zamanda bir belgesele dönüştürülecek. Çekimler başladı mı?
Pelin Kaçar: 12 Nisan Pazar günü Ayça ve Emel’in bodyinperform üzerinden paylaştığı “Take Me Home Where I Belong” karesini gördüğüm an, bu projenin ne kadar önemli olduğunu ve ne kadar büyüyebileceğini anlamıştım. İzolasyon süreci boyunca insanlar tarafından pek çok fikir denendi fakat hep bir ölçekte takılı kaldı. Takılı kalmasının sebebi projelerin yeterlilik seviyesinden ziyade global ölçekte baktığımızda din, dil, ırk, yaş ve meslek gruplarına ayrılmadan, herkesin ortak hislerine hitap etmemekten kaynaklanmaktaydı. Projeyi belgesele dönüştürme fikri işte bu noktada ortaya çıktı. “An Isolated Documentary” hiçbir ayrım gözetmeksizin herkesin duygularını paylaşabildiği platformu bütünleştirerek kalıcı bir forma sokmayı hedeflemekte. Belgesel süreci, projeleri üzerinden değerlendirip kabul ettiğimiz katılımcılar ile yaptığım Skype görüşmeleriyle başlıyor. Her katılımcının performansı ve bu performansının formatı çok farklı. Bu yüzden belgesel formatına uyarlanması gereken projeleri, birlikte tamamen online olarak yeniden yapılandırıyoruz. İki aşamadan oluşacak belgeselin birinci aşaması tamamen Skype görüşmeleri ve performanslardan oluşuyor. Belgeselin online formattan çıkıp gerçek ortama dönüşmesini planladığımız 2. aşaması olacak. Ortalama 1 yıl içerisinde bitirmeyi hedeflediğimiz belgeseli tüm dünyaya ulaşabilmesi adına festivallerde gösterilebilecek bir uzunluğa getirerek finalize edeceğiz. Şunu da eklemek isterim ki benim açımdan her şeyiyle çok farklı bir deneyim oldu ve olmaya devam ediyor. Her Skype görüşmesiyle dünyada belkide asla tanışamayacağım insanlarla tanışıyor ve üretim yapıyorum. Dijital dünyanın sınırları yok. Neredeyse her gün yeni bir katılımcı ile tanışıyorum ve onların dünyasına dahil oluyorum. Bu belgesel umarım çoğu insana ilham olur. Yapmak istediğimiz her ne ise, imkansızlıklar içinde bile mutlaka bir imkan mevcut.
“Canlı’ Kavramı Üzerine Düşünmek, Beraberce Yol Almak En İyisi”
- Performans sanatının izleyicide bıraktığı his önemli. Kayıt altına alınmasının bile performans sanatının değerini düşürdüğüne dair yorumlar hep vardı. Girdiğiniz yeni dünyada pandemiye karşı kısıtlamalarla birlikte bu hissi nasıl vereceksiniz? Bu anlamda sizler de bir öğrenme sürecindesiniz diyebilir miyiz?
Ayça Ceylan: Her zaman öğrenme sürecindeyiz. Bir şeylerin “Tamam oldu, ben biliyorum” kısmına pek tamah etmiyorum. Bu konuda da dünyada ilk örnek değilim tabii, bir topluluğun parçası olmak güzel. Performans sanatı gibi kendine bedeni sanat nesnesi olarak seçen bir disiplin de koşullar ne olursa olsun kendine çıkış noktası bulur. Her türlü kısıtlamaya karşı da kendince hack’leri vardır diye düşünüyorum. Açıkçası virüsle ilgili her hafta değişen birçok açıklama duyuyoruz, açıklamalar birbirleriyle çatışan ifadeler de barındırıyor. Bu noktada alınan önlemlerin kalıcı veya değişmez olduğunu düşünmüyorum. Zaten performans sanatı da yaşayan bir sanat olduğu için durumlar karşısında çok hızlı konum alan bir disiplin. Kaldı ki performans sanatı video, fotoğraf ve çeşitli materyaller üzerinden uzunca bir süredir kayıt altına alınıyor. Bu konuda zaten bir aşinalık var. Sadece canlı performans kavramındaki “canlı” kısmına odaklanmak ve bununla ilgili çeşitlemelere açık olmak lazım. Burada devreye simulakrdan tutun da yaygın sosyal medya kullanımıyla görme biçimlerimizin nasıl değiştiğine dair birçok ifade girebilir. Üzerine tartışmak, konuşmak, beraberce yol almak en iyisi gibi. Yaptığımız açık çağrı ve tanıştığımız sanatçılarla uluslararası ölçekte “canlı” kavramı üzerine hep beraber düşünüyoruz ve sınırlar-sınırsızlıklar, beden politikaları, dijital ağlar temas ettiğimiz kavramlar. Son olarak iyi ki performans sanatı var olmuş!