Ertuğrul Berberoğlu / “Numen; Görünenin Ötesi”

Numen; Görünenin Ötesi: Mutlak gerçeğin renkleriyle

/

EArt Galeri yeni sanat sezonunda, Ertuğrul Berberoğlu’nun “Numen; Görünenin Ötesi” kişisel sergisine ev sahipliği yapıyor. Ertuğrul Berberoğlu’nun, sanatının güncel estetik durumunu ve entelektüel dayanağını sunan “Numen; Görünenin Ötesi” adlı seçkisi Marcus Graf’ın küratörlüğünde izleyiciyle buluşuyor. Son yıllarda çağdaş soyut resmin önemli bir temsilcisi hâline gelen sanatçı, Marcus Graf’ın sorularını yanıtladı.

 Sevgili Ertuğrul, konuşmamıza işinizin biçimsel, estetik ve kavramsal konularına genel bir girişle başlayalım. Görünüşe göre mevcut seride resim, kabartma ve heykel arasındaki eşikte duruyorsunuz. Yapıtlarınızın bu olağanüstü hale nasıl geldiğini merak ediyorum. İşinizin şekli ve konsepti ile ilgili genel fikirleri kısaca açıklayabilir misiniz?

Çocukluğunda, bir ebeveyn yönlendirmesinin olmadığı gibi kültürel temasa geçebileceğim hiçbir atmosferi deneyimleme şansım bile olmamasına rağmen bugün düşündüğümde anlayabildiğim, plastik sanatlara yatkınlığımı ve heyecanımı çok küçükken keşfettim. Hayatımın dönüm noktasının bu süreçle başladığına inanıyorum.

İmkânlarımın kısıtlı olması sebebi ile doğal malzemelerle resim-heykel yapmaya başladım. Hatta ilk eserlerimi yere dökülen ıslak çimento zeminlere yapmıştım. Tabi gelen mala izleriyle yitip gitti. Bunu da bugün gülümsemeyle anarım… Son dönemlerde çalışmış olduğum konulara bakacak olursak hayatımın tüm sürecini tüm detaylarına kadar tekrar ele aldığımı görürüz.  Bu sebeple eserlerimdeki form, renk ve malzeme ilişkisinin bendeki psikolojik yansımalardan ortaya çıktığını görürüz.

Sanatımın düşünce pratiğini oluşturan en önemli nokta, kendi sınırlarım ile olan çekişmem ve savaşımdır. Ölüme uzanan yaşamda bu sınırlardan azade bir yeni yaşam arzusu… Bu ana konu üzerinden yaşadığım zamanın, mekânın, coğrafyanın ve çağın bilişsel ve duygusal tüm etkilerini, ulaşabildiğim tüm malzeme olanaklarıyla bir vücuda, bir eserde oturtabilmektir.

Duvarlar, benim eserlerimde öz benliğimizi tutsaklayan, maskeleyen personalarımızın bir imgesidir. Yaşam kendi akışıyla her birimizin yaşamını inşa ederken benliğimizin derinlerinde bir yerler edilgen kalmakta. Gerçek arzuların, istek ve tutkuların, kendimize yakıştırdığımız yahut yakıştıramadığımız istemlerin hapsedildiği yerler… Bu yeri duvarlar arkasına tutsak eden bizden başkası değil. Bu duvarların tüm tuğlaları ellerimizle örüldü. Öz benliklerimizi kapısız duvarlar arasına gömüp, uyumun gerektirdiğince bir yaşam sürmeye çalışıyoruz. Ben eserlerimde bu kapısız odaya bir kapı, bir geçit yaratıyorum. İzleyicilerin kendi sınırlarını aşmasına, duvarlarını yıkmasına ve kendi gerçeklikleriyle kavuşmasına, buluşmasına bir olanak yaratıyorum. Bu düşünsel sancılı yola, estetiğin paha biçilemez hazzı ve cazibesi ile duvarlarını soyut bir tahribata uğratarak davet ediyorum. Bu çıkış noktasından hareketle eserlerin kendi fiziki durumlarında bu tahribat elbette kaçınılmaz olarak izleyicilere yansımakta… Renklerimse sınırların ötesindeki yeni yaşamlarımızı müjdeler.

Cevabınızda biyografik ve sosyal konulara, kişilere ve biyografilere atıfta bulunuyorsunuz. Yine de şu anda soyut sanat alanında çalışıyorsunuz. Normalde cevabınızdan figüratif bir yaklaşım beklenir. Öyleyse, yukarıda bahsettiğiniz konuların ifadesi için neden soyutlamayı seçtiniz?

Çalışmalarımda kullandığım malzemeleri ışık, gölge ve renkle birlikte yeni bir form haline getiriyorum. Getirdiğim bu formun arka tarafında tek bir renk hâkim. Ben buna mutlak gerçeklik diyorum. Bu mutlak gerçeklikten koparak bize doğru yaklaşan ya da kendisine bir yer edinme çabası gösteren  bir form var.

Bu formlar değişkenlik göstererek, her izleyicide farklı etkiler yaratacak ve ancak kendi duygu, düşünce, bilgi ve estetik algısı kadar kapı aralayacaktır. Bu kapılardan her geçtiğimizde yeni bir kapıyla karşılaşacağız. Amaç renge ulaşmak ve rengin ahenginde vücut bulmak. Bu mümkün mü bilmiyorum. Ama bu kapıları aralamaya ve geçmeye devam edeceğim.

Zihnimin fısıltılarını, görülerini ve hayallerini tutsaklıktan kopardığım yerde soyut sanat ile özgürleşiyorum ve özgür bir varlık alanı yaratıyorum. Bu yaratımı izleyenlerin de deneyimlemesi en büyük arzum…

Resminizin arka planındaki yapısal varlığın somut gerçekliğe atıfta bulunduğundan bahsettiniz. Burada, çalışmanızın felsefe ile güçlü ilişkileri olduğu ortaya çıkıyor. Şu anki eserlerinizin Immanuel Kant’ın saf aklın eleştirisi kavramından etkilendiğini biliyorum. Çalışmanızla Kant’ın akıl kavramı ve dış dünyamızı anlama ilişkisini açıklayabilir misiniz?

Benim için Immanuel Kant’ın bu çözümlemelerini anlamaya çalışmak başlı başına çok büyük bir çalışmayken, sözlü bir şekilde anlatmaya çalışmak çok daha meşakkatli…

Bu soruyu cevaba geçerken, Belçikalı sanatçı Rene Magritte tarafından hazırlanan, “İmgelerin İhaneti” adlı seri eserlerden biri olan, “Bu Bir Pipo Değildir” (Ceci N’est Pas Une Pipe) eserinden bahisle başlamak istiyorum. Magritte’ in bu tabloda ele alıp incelemek ve seyirciyi üzerinde düşünmeye zorlamak istediği ana fikir; bir pipo imgesi gösteren resmin, her ne kadar gerçekçi olarak çizilip renklendirilmiş olursa olsun, gerçekten bir pipo olmadığıdır. İmge, sadece bir gerçek temsilcisi olup bir gerçek değildir yani gerçekten içi tütünle doldurulup, yakılıp, tütün dumanı çekilebilecek bir pipo değildir.

Buradan hareketle, benim çalışmalarımda bu durumu başka bir boyuta taşıdığım görülebilir. Ben, gerçekçi bir pipo resmi yapmak yerine piponun kendisini tuval üzerine yerleştiriyorum. Sanat, estetik ve felsefenin öğeleri ile başkalaşım yaşatıyorum. Amaç; mutlak gerçekliği, yani rengin kendisini anlamak ya da algılamak…

Dolayısı ile çalışmalarım üzerinde kullandığım her şey, mutlak gerçekliği açığa vurmak ya da yöneltmek için kullandığım nesneler bütünlüğü haline geliyor.

Eserlerimdeki nesnelerin mutlak gerçekliğin, yani rengin kendisinin algılanmasının imkânsızlığına iten her şeyin bizim personalarımızda oluşan imgeler bütünlüğü olduğunu söyleyebilirim. Bu nesneler bazen renkle birlikte uyum içerisinde görünse de, tek başına renkten apayrı bir gerçeklik barındırır. Nesnelerin kendi gerçekliği vardır. Rengin de kendi gerçekliği vardır. Rengin kendisini algılamak için önce personalarımızın oluşturduğu imgeleri çözümlemek ya da çözümlemeye çalışmakla birinci adımı atmış oluruz.  Kendi deyişimle birinci kapıdan geçmiş oluruz.  Renkle nesne arasındaki en kısa mesafeyi aramak, benim sanat ve estetik anlayışımı gösterir.

Bu süreçte Kant’ın “Saf Aklın Eleştirisi ” adlı eserindeki çözümlemelerinden ya da eleştirilerinde kullandığı metotlardan faydalandım. Mutlak gerçekliğin (rengin) algılanamaz olduğunu kabul edip, yine de ulaşmaya çalışma durumunun gerekliliğini estetik açıdan değerlendiriyor ve iki gerçeklik (renk – nesne) arasındaki en kısa mesafeyi arayarak, yeni bir gerçekliği gün yüzüne çıkarmaya çalışıyorum.

Bu yeni gerçeklik nedir?

İnsanın, oluşların gerçekte var olduğu şeklini algılaması yani personalarda oluşan imgeler bütünlüğünden kurtulması sonrasında, salt bir duruma getirmesi ve bu durum sonrasında bilinemez ya da algılanamaz olan mutlak gerçeklikle arasındaki mesafeyi en kısa hale getirmesi…

Bu en kısa mesafeyi bulma çabası, insanoğlunun var olduğu zamandan bu yana en büyük derdi olmuştur.  Ama her an çoğalarak gelen imgelerin gücüne yenik düşüp her seferinde eksik kalmıştır.

Renge odaklanmanız, resmin özüne ve esasına ulaşma çabası mıdır?

Bu soru üzerine çok düşündüm ve çok çalışma yaptım. Çok sayıda çözümlemeler yapmakla birlikte yazılar da yazdım ama bilinmezliğin sadece hissediliyor olması ve kavramlara sığdırılamıyor olması durumu beni, söze dökülmüş cümlelerle hiçbir zaman tatmin etmedi.  Bu nedenle bu soruya 3-4 gündür bir şekilde cevap yazmadım. Hiçbir cevap beni tatmin etmedi.

Şuan bu soruyu cevaplarken dün gece, yani 23 Eylül 2023 tarihinde gördüğüm bir rüyayı anlatmak istiyorum. Uzay boşluğunda, kontrolüm dışında, çok yavaş ve derin bir huşu ya da hislenme içerisinde varlık gösteriyordum. Zaman ve mekân diye bir şey yoktu. Sanki her şey olması gerektiği gibiydi. Bana doğru yaklaşan ve birazdan bütünleşeceğimiz bir rengi fark ettim. Bu renk büyük bir kumaş parçası illüzyonu içerisinde, rüzgârda uçuşarak, dans eder gibi bana doğru yaklaşıyordu. Uzun zamandır bekliyor gibiydim bu rengi.

Aramızda engellenemez bir çekim mevcuttu. Bir süre sonra renkle çarpışma ya da bütünleşme yaşadım. Sonrasında, ben rengin formunu aldım, renk de benim formumu aldı ve ortaya yeni bir form çıktı. Her şeyimle o rengi hissediyordum ve o renk olmuştum. Aynı şekilde o rengin de benim her şeyimi hissettiği bilincini taşıyordum. Bu hislenme durumu kelimelerle asla tarif edilemez.

Uyandığımda, çalışmalarımda yaptığım şeyin tam anlamıyla bu olduğu düşüncesine ve hissine kapıldım. Öz diye bir şey var mıdır? Muhtemelen bu kavram hep tartışılacaktır. Dolayısı ile sanatın özünün varlığından da söz edemeyiz ya da varsa da bilemeyiz.

Kendime “sanat ne için vardır?” sorusunu sorduğumda; “olması gerektiği için vardır” diye cevap verebiliyorum. Bence sanatın bütün unsurları, insandan bağımsız bir şekilde, evrenin mikro ve makro sonsuzluğunda genişleyerek devam etmektedir. Dolayısı ile sanatla öz kelimesini yan yana getiremeyiz.

Mikro ve makro sonsuzlukta varlık gösterir. Bu düşünceden yola çıkarak; rengin, kendisinde varlık gösterdiğimde ya da çarpışma sonucu ortaya çıkan form, çalışmalarımda gün yüzüne çıkıyor olduğunu hissediyorum ya da aldığım bu form, kendisini çalışmalarımda gün yüzüne çıkartıyor.

Bir esere baktığınızda bir şeyler hissedersiniz çünkü sanatla karşı karşıya geldiğimizde hissetme yetisi ortaya çıkar yani güzellik, huşu ya da tarif edilemez akıl üstü derin bir hislenme duygusu ve sonrasında o hislenmeye duyulan saygı  devreye girer.  Bizi iki sonsuzluk arasında yolculuğa çıkartır. Son olarak, Immanuel Kant’ın bir sözüyle bu cevabı sonlandırmak istiyorum.

“Bir elma resmi, sizde onu yeme isteği uyandırmazsa sanat eseri haline dönüşür…”

Kant’ın felsefesinin etkisinin yanı sıra, sanat, medya ve popüler kültür bağlamında sizin için başka hangi ilham kaynakları önemlidir?

Antik Çağ felsefesinden başlayarak, 20. yy. felsefi akımlarına, 21 yy. penceresinden bakmak, tüm önermeleri içinde bulunduğum çağdan bakıp, irdelemek ve diyalektiklerini yapmak sanatıma fazlasıyla yansıyor. İnanırım ki; bir eseri yaratabilmek ve bir eseri anlamlandırabilmek, insanın düşünce metodlarının zenginleşmesi ile mümkün olabilmekte. Fikirlerinden en çok etkilendiğim düşünürler; bugünün felsefesine kocaman bir şemsiye açmış olan başta Kant olmak üzere, Baruch Spinoza, Martin Heidegger, René Descartes, G. W. Leibniz, Gilles Deleuze, Jacques Derrida’dır. Felsefenin yanı sıra psikoloji, edebiyat, sinema, tiyatro, şiir, fotoğraf, müzik vb. birçok alanla ilgileniyorum. Geçmişten günümüze tüm bu dallarda fark yaratan insanların birçoğunun farklı çağlarda yaşamış olduğunu göz önünde bulundurursak, “aynı çağda yaşamış olsalardı” ihtimalini düşünmek, olası fikir ayrılıklarını ve hem fikir oluşlarını zihnimde tahayyül etmek, düşlemek, eserlerime onlarla beraber bakmak, benim atölyemde geçirdiğim en besleyici zihin mesailerimdendir. Onlara ait bildiğim tüm düşünceleri döküp, önce eserlerime bu düşüncelerin perspektifinden bakıp, sonrasında fikirlerinin çarpıştığı noktalarda yeni ve bana ait olanı keşfedebildiğim müthiş bir düşünme alanı bu. Heyecanlı ve bir o kadar besleyici…

İlginizi çekebilir:  Biyoçeşitliliği Kurtarmak İçin

Ayrıca, çocukluktan bugüne tüm yaşamımı en ince ayrıntılarıyla değerlendiriyorum. Bu hep devam eden bir süreç zira, değişiyorum ve zaman muazzam bir oyuncu… Rastladığım ve belleğimde bir yeri, hikâyesi olan tüm nesnelerle tekrar ilişki kuruyorum ve onları yeni bir nesne anlayışıyla eserlerimde estetiğin cazibesini kullanarak gün yüzüne çıkartıyorum.  Doğa benim için her an büyülenme ve beslenme yeridir. Yaratıcılıkta insan zihni ve doğadan daha olağanüstü bir şey olduğunu düşünmek çok zor… Doğada denge ve estetiğe dair her şey mevcut. Her gün temas ettiğimiz ancak kavrayışa geçmediğimiz veya bakıp yanından geçtiğimiz tüm nesnelere ruh verme ve dönüşüm yaşatma ihtiyacı duyuyorum. Bu ihtiyaç yaşama, evrene veya hiç bir zaman algılamayacağımız şeylere yeni yeni kapılar arama veya yaratma arzumdan doğuyor.

Çocukluktan bu güne yaşantıma ve anılarıma dâhil olan herkesin psikolojisi, karakterleri, düşünceleri, görünüşleri vb. birçok şey benim etkilenme ve beslenme alanlarım. Bir sanatçı çok yönlü etkileşim alanlarına dâhil olmalı ve beslenme alanları inşa etmeli kendisine. Merakını ve heyecanını en üst safhada tutup, her şeyden beslenmeli. En önemlisi de bu açlığı yaşamalı.

Görünürlüğün ötesini merak ediyorum her an. Bu merak beni de bir başka sanatçıyı da tekrara götüremez. Her an ivme kazandırarak sınırı kaldırmaya, evrene bir kara delik gibi geçitler açmaya götürür. Sanat, insanı bilinmezliğe götürmeli çünkü yaşamda her şey yaşandı ve tekrara mahkûm kaldı…

Çalışmalarınızın genel hatlarını tartıştıktan sonra, EArt’teki mevcut serginize odaklanalım. Kavramsal olarak neyle ilgili ve sunulan parçaları nasıl seçtiniz?

EArt Galeri ile iki senedir birlikteliğimiz var ve artık bir aile olduk. Kendileri, kişisel sergimin tüm detaylarında uzun bir süre, müthiş bir titizlik gösterdiler. Sayın Marcus Graf’ın çok değerli küratöryel çalışmalarıyla da sergi şekillenip, son haline ulaştı. Dolayısı ile bu yoğun çalışmaların akabinde ortaya çıkan bu serginin, izleyiciye en etkili şekilde ulaşacağını düşünüyorum.

Bu tatminlik, sergi sanatçısı için çok kıymetlidir ve ben böyle bir sergiyle izleyicilerle buluşacak olduğum için oldukça heyecanlıyım.

 Numen sergisi, son dönem çalışmalarımdan oluşan, beş seriye ait çalışmalarla izleyicileri buluşturacak; Sınır, Geçit, Düşüş, Kış ve serginin ismini de aldığı Numen – Görünenin Ötesi serileri…

Numen – Görünenin Ötesi, diğer dört seriye ait eserlerimde hedeflediğim ve son durağa getirdiğim çalışmalardan oluşmakta. Bu sebeple bu isimde hemfikir olduk. Numen (kendi içinde şey, kendinde olan şey), literatüre Immanuel Kant’ın kattığı başlı başına bir kavram.

Bir bakıma özden bahsediyor. Benim sanat yaşamımda çıkış noktam burasıdır. Öz diye bir şey var mı? Bilemeyiz… Duyumsayamayız ve algılayamayız. Dolayısı ile özün varlığına şüphe ile bakmalıyız. Bu şüpheye rağmen bir hissiyatla özü aramaya koyuldum. Bu arayışı uzunca bir zamandır çeşitli seriler halinde gün yüzüne çıkarmaya çalışıyorum. Son durağa geldim. Bu durakta Immanuel Kant’la karşılaştım ve neredeyse tekrar başa sarmama sebep oldu. Bu süreçte delirmekle aydınlık arasında gidip geldim, hala da gidip gelmekteyim. Öz, insanoğlunun var oluşundan bu yana hep arandı. Eğer bu arama durumu hala devam ediyorsa, bir şeylerden rahatsızız demektir. Numen’i hala arıyoruz demektir.

Kant’ın, duyularla algılanamayan, insanın bilme yetisi dışında ve nedenselliğe tabi olamayan anlamında kullandığı numen kavramına karşıt olarak, duyularla algılanabilen ve nedenselliğe tabi olan fenomenden rahatsızız demektir ya da daha fazlası için Numen’i istiyoruz.

Ben de Numen’i arıyorum. Bu yolculukta insanın yaşam akışında öze doğru giden kara deliklerinin kapılarını açmaya çalışıyorum. İnsanlık, aynılıklar ve tekrarlardan oluşan şeylerle zaman geçirmeye meyilli. Sanat bu tekrarlamaya neşter atıp, sonsuz çeşitliliğe geçitler açıyor. Bu geçitlerle ancak öze yapılan yolculukla karşılaşılabilir.

Özün metaforu olan kara deliklerle aramızdaki en kısa mesafeyi arıyorum. Bu benim estetik ve sanat anlayışım. Sergideki seçki de bu yolculuğun dışa vurumu.

Her seri kendi içinde ayrı bir önem taşırken, seriler arasında bağlantı olduğu ve bunun duraklardan oluşan bir yolculuk olduğu görülüyor. İzleyiciyi sırasıyla bu konuları ayrı ayrı düşünmeye ve hissetmeye, konular aralarındaki bağlantıyı kurmaya ve gelinen son durakta biraz oyalanmaya davet ediyorum.

Kant, kitabın öne çıkan bir bölümünde yetilerimizden bahsediyor. Bunlardan birincisi bilme yetimizdir. İnsan bilen bir varlıktır. İkincisi; isteme, arzulama ve arzu duyma yetimizdir. Üçüncüsü de; haz ve acı duyumlarını hissetme yetimizdir.

Dolayısıyla öz ile görünüş arasında bir ayrım olduğu görülüyor. Bize yalnızca şeyler görünür. Hâlbuki onların ardındaki o esas, bölünmez öz bambaşka bir şeydir. Bilme yetisi söz konusu olduğunda zihin, bir şeyin bize belirdiği kadarıyla, ne ise onunla ilgilidir. Ondan ötesine ilgi duymaz, şeyin kendisiyle alakalı değildir, ilgilenmez. Tek istediği, kendisini doyuracak olan, doyup durduğu nokta, şeyin kendisinin belirişidir. Bu beliriş eski Yunanca bir ifadeyle veriliyor; bu da phaenomenon yani fenomen. Biz bilirken şeydeki fenomenle ilgiliyiz. Bilme yetisi, tasarımın nesneyle bir uyum, uygunluk ilişkisi içerisinde olmasıyla yetiniyor, nesnenin kendisiyle ilişkili değil ama isteme, arzulama yetisi aynı şey değildir. Bu sefer nesnenin bilgisini değil kendisini istiyoruz. Bir özne olarak onu kendine bir nesne kılıyoruz. Yani görünenin ötesini merak ediyoruz. Peki, “nesnenin kendisi” ne demektir? Numen “nesnenin kendisi” demek. İstiyorsak, kafamızda o nesnenin bir fikri var demektir ve o nesneyi elde etmeye yönelik arzu duyuyoruz demektir. Bu durum  Kant’ın “kendi içinde şey”, “kendinde şey” dediği mefhumdur.

Bu mefhumdan hareketle insana ve özüne dair her şeyle ilgilenme ve her şeyi irdeleme arzusu taşıyarak çeşitli çözümlemeler yaptım ve bu çözümlemeleri eserlerle birlikte, sanat nesneleri olarak gün yüzüne çıkardım.

Amacım, insanın özüne doğru yaptığı yolculukta en kısa mesafeyi arayıp bulmak ve o öze doğru bir ışık tutmaktır. Bu pratiği de bir sanat eserinin nesnelliği üzerinden deneyimleyerek büyük bir adımı atmaya zorlamaktır. Bu edinilmiş pratik ile de izleyicinin kendi özüne ulaşım aracılığı yapmaktır.

Şimdi top izleyicide…

Sanatın özünü aramak, özellikle soyut sanat için çok önemli bir konudur. Soyut sanat alanında çalışıyorsunuz. Ancak görünen o ki, sanatın özünü bulma arayışınız, yaşamın özünü bulma mücadelesiyle el ele gidiyor. Bu anlamda çalışmalarınız tamamen biçimsel değil, değil mi? Bu öz arayışını nasıl tanımlarsınız? Şu ana kadar hangi sonuçlar çıkardınız? Lütfen önce sanatın özünü, sonra da yaşamın özünü, istiyorsanız, anlatın.

Benim eserlerim her şeyiyle bana benziyor. Bazen ben onları takip ediyorum bazen de onlar beni takip ediyor. Bu durum her sanatçıda var mıdır bilmiyorum.

Örneğin; benim çalışmalarım, sessiz bir gözlemcidir ama gözlemledikleri her şeye kuşku ile bakarlar. Görünenin ötesini ararlar ve orayı gün yüzüne çıkarma arzusu taşıdıkları için hiçbir gözlemi olduğu gibi yansıtmazlar.  Benim eserlerim tıpkı benim gibi gizemlidir. Renginden alır gizemini… Durağan gibi görünürler ama görünenin ötesinde durdurulamaz bir harekete sahiptirler. Bu hareketin hızına erişilemezliğinden dolayı durağan görünürler. Zıtlıklardan beslenmeyi severler ve bu zıtlıkların farkındalığı ile varlık gösterirler. Bazen sezgisel hareket ederler ve o sezgilere göre form alırlar. Eserlerimle benim aramda sayfalara sığamayacak kadar daha birçok benzer yanımız vardır. Kısacası benim eserlerim, tıpkı benim gibi her şeyin özünü arama arzusu taşırlar… Sanatın ve yaşamın özünü tanımlamam imkânsız. Eserlerimle ben, özümüzü tanımlamaya ihtiyaç duymaksızın varlık gösteriyoruz ve bu varlıkları gün yüzüne çıkarma arzusu taşıyoruz…

Çalışmanız güçlü renklerden ve renk kontrastlarından oluşuyor. Belirli bir eserde hangi rengi kullanacağınıza nasıl karar veriyorsunuz?

Her düşüncenin, arzunun, bilginin, hislenmenin yani her şeyin bir rengi ve tonları vardır.  Bu renkler her sanatçıda farklı bir şekilde sirayet eder. Öyle de olmalı çünkü her şeyde olduğu gibi renk kombinasyonları da sonsuzdur…  Eserlerimin bana çok benzediğini söylemiştim. Renge karar vermekle, yaşamak veya arzulamak arasında çok fark vardır. Ben rengi yaşıyorum, arzuluyorum, hayal ediyorum, hissediyorum ve eserlerimle gün yüzüne çıkartıyorum.

Dolayısı ile her eser kendi rengine kendisi karar veriyor diyebilirim.

Ayrıca doku da büyük önem taşıyor. Şu andaki çalışmalarınızdaki anlamını ve rolünü nasıl tanımlarsınız?

Çalışmalarımda kullandığım dokular bazen renk değerlerine hizmet ederler. Hatta aynı değerlerdeki renge bile varlıklarıyla derinlik yaratırlar. Bazen de başka bir düşünceye veya hislenmeye taşıma görevi üstlenirler. Örneğin; bazı eserlerimde kullandığım metal tel, çok sert ve keskin bir dokuya sahip. Ama renk ve formla birlikte büründüğü düşünce, sonsuzluğun, geçirgenliğin ve derinliğin ifade biçimi haline gelebiliyor.  Bazen oyuncak bir araba sadece renk ve doku işlevi görmek için tuvale yerleştiriliyor. Çevremizde gördüğümüz plastik, beton, tel, alüminyum veya herhangi bir şeyi doku olarak kullanmaktan kaçınmam.

Doku, benim çalışmalarımda çok önemli bir yer tutar. Yağlıboya ve akrilik boya ile yaptığım çalışmalarda bile doku mevcuttur.

Her doku kendi içinde bir amaca hizmet eder veya kendiliğinden varlık gösterir.

Son olarak, EArt’te sergilediğiniz son çalışmalar genellikle düz resim, rölyef ve heykel arasındaki eşikte duruyor. Bir bakıma, yüzyıllardır önem taşıyan resimsel bir konu olan derinlik yaratmanın fiziksel ve somut bir yolunu bulmuşsunuz. Çalışmalarınızda derinlik kavramını anlatabilir misiniz?

Çalışmalarımda hiçbir sınırlamaya yer vermiyorum. Sanat, özgür olduğu sürece varlık gösterir. Sonsuz ifade biçimleri mevcutken, çeşitli kaygılarla sanatıma sınırlamalar yaparak sonluyla yetinemem. Sanat sonsuzdur ve ifade biçimleri de sonsuzdur. O sebeple, ben sadece üretiyorum ve üretilen her eser kendi içinde kendi varlığını inşa ediyor.  Serginin bir bölümünde tuval üzerine yağlıboya ve akrilik resimler de mevcut. Yani sanatın her şeyini üretim nesnesi olarak kullanmaktan kaçınmam. Bahsettiğiniz şekilde çalışmalarımın  resim, rölyef ve heykel eşiğinde dolaşması pek olası…

Bu durum izleyicide, sanatçı için bir arayış olduğu düşüncesine itebilir ama ben buna yaratıcılığın kendisi diyorum ve sanatı her şeyiyle yaşama arzumu her an körüklüyorum. Ortak bir nokta aradığımızda özün renkte gizli olduğunu ve kendisini çeşitli biçimlerde gün yüzüne çıkarmaya çalıştığını fark ederiz. Yani renkteki öz veriyor eserlerimdeki ortak anlayışı ve derinlik algısını…

Röportajın yanı sıra bilgilendirici ve iyi düşünülmüş yanıtlarınız için teşekkür ederim.

Ben teşekkür ederim. Benim için sizinle sohbet etmek çok keyifliydi.

Previous Story

Gerçek ve Hayal

Next Story

Cansu Sönmez’in yeni sergisi Pg Art Gallery’de

0 0,00
02_ArtDog_CD_Logo_RGB_Black

BÜLTEN

Türkiye ve dünyadan haftalık kültür-sanat haberleri, inceleme yazıları, sergiler ve etkinlikleri takip et.

Bülten aboneliğinde ArtDog Istanbul’un gizlilik sözleşmesini kabul etmiş olursunuz.