Yıllar yılı güncel ve politik meseleleri içinden gelen dürtüyle sanatına aktarmış bir isim Burhan Kum… Şimdilerdeyse yine aynı duyarlılıkla yaptığı işlerini “Yaranın Kabuğunu Kaldırmak Gibi…” adlı sergiyle Antalya’nın çağdaş sanat galerisi Gülden Bostancı’da izleyiciye sunuyor. Sanatçının 3 Mayıs’a dek görülebilecek sergisi içinde yaşadığımız çağa ve düzene farklı bir tavırla yaklaşmasının yanı sıra geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz Türk resminin duayenlerinden Mehmet Güleryüz’ün hatırasına adanmasıyla da öne çıkıyor. Kum, Türk resim sanatının usta ismine adadığı sergiyi kaleme aldığı metinde şöyle özetliyor:
“Yaranın Kabuğunu Kaldırmak Gibi… Sergimin adı olan bu ifadeyi geçen yıl kaybettiğimiz büyük usta Mehmet Güleryüz’ün 2001 yılı Haziran ayında Radikal gazetesine verdiği söyleşideki bir cevabından ödünç aldım. “Her resim bir kabuk gibi[?]” sorusuna Mehmet Güleryüz: “Dahası… Kabuğunu kaldırıp yarayı tekrar açmak bu” demişti. Cevabı beni o kadar çarpmıştı ki, yıllarca kafama saplanmış bir çivi gibi taşıdım. Kendisiyle uzun konuşmalar yapma olanağı bulduğum Empire Project yıllarında bu cümlesini hatırlattığımda: “O kadar berbat bir dünyada yaşıyoruz ki Burhan, ressamın görevi kesinlikle bu berbat hale işaret etmek değil, hele izleyiciyi mutlu etmek hiç değil. Asıl berbat olan, insanların içinde yaşadıkları rezil durumu sorgulamadan kabullenmeleri. Bir itirazı nasıl harekete geçirebilirim derdinde olmalısın. Yaranın kapanmaması için sürekli kabuğunu kaldırmak gerekiyor.”
Burhan Kum ile “Yaranın Kabuğunu Kaldırmak Gibi…” adlı son sergisini konuştuk.
“Yaranın Kabuğunu Kaldırmak Gibi…” başlıklı serginizi geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz Türk resim sanatının usta isimlerinden Mehmet Güleryüz’ün hatırasına ithaf ediyorsunuz. Serginin hikayesi nasıl başladı, Mehmet Güleryüz’ün sizin kişisel yaşamınızda önemi nedir?
“Mehmet Güleryüz ile en son görüştüğümüzde Fransa’daydı. Yazın Asos’taki eve gelecekti. Yeni bir sergi hazırlayacağımı ve sergi üzerine kendisiyle konuşmak istediğimi söyledim; Asos’ta görüşmek üzere sözleştik. Sonra Mehmet Hoca’dan haber kesildi. Ben ise bütün yıl bu buluşmanın hayalini kurmuştum. Öldüğünü duyunca büyük bir şoka girdim. Hiç beklemediğim bir şeydi ve bir hafta inanamadım bu habere. Çıkar gelir falan diye düşündüm. 25 yıldır tanıyordum Mehmet Güleryüz’ü ve hayatımda yeri çok büyüktür. Hayatınızda böylesine yer etmiş öyle bir kişiliğin yaşamını kaybetmesini kabullenmek kolay olmuyor. Belli dönemlerde asistanlığını yaptım, aynı galeride sergi açtık. Karma sergilerde birlikte işlerimiz sergilendi. Benim için tüm bunlar çok büyük gurur kaynağıydı. Öğretmeyi, anlatmayı ve düzgün eleştiri yapmayı iyi bilirdi Mehmet Hoca. Yapıcı eleştiri yapardı. Bir tarafı yıkarsa da onun çözümlerini de önermeyi bilirdi. Onun için dedim ki bu serginin başlangıcında vardı; ne yazık ki sonunu göremedi ama ben bu sergiyi ona adıyorum.
“Sonra anılarımız yavaş yavaş canlanmaya başladı. Bir cümlesi aklıma geldi ve beni çok etkilemişti: ‘Hani resim bir yaranın kabuğunu kaldırmak gibidir ya’ demişti bir keresinde… O sohbetlerimizi hatırlayınca bir anda serginin isminin bu olması gerektiğine karar verdim. Hem Mehmet Güleryüz’e saygı hem de şu anda aslında dünya büyük bir yara… Bu yara bize dünyanın zaten gerçekliği böyle gibi iyi bir durum olarak yansıtılıyor. Halbuki aslında bu yarayı deşip onun içindekini cerahati ortaya çıkartmamız lazım. Bu anlamda ‘Yaranın Kabuğunu Kaldırmak Gibi…’ başlığı sergideki işlerimle de çok uyumlu bir isim oldu.”
“Resim Yapmak Kelle Koltukta Yaşamak Gibiydi”
Sergideki Mehmet Güleryüz’ü de kelle koltukta resmettiğiniz bir işiniz var: Davacı. Bu resmin hikayesi nedir?
Sergide Mehmet Güleryüz anısına bir portresini yaptım. Portresini yaparken de yine bir sohbet anımız aklıma geldi… Ben yaklaşık 40 yaşındaydım, o da 65 yaşında falan olmalı… Biz o yıllarda resim yapıyoruz; yaptığımız resmi satıyoruz ve bu satışlardan da para kazanıyoruz. ‘Ya Burhan’ dedi bir gün… ‘Siz 40 yaşında iyi resim satıyorsunuz; biz 40 yaşında resim satmayı hayal olarak bile göremezdik. Ben ilk doğru dürüst resmimi 50 yaşında sattım,’ dedi. ‘Amerika’da benzincide nöbetçilik yaptım, kan vererek geçindim… Tiyatroculuktan geçindim, kitap resimleyerek geçindim. Yani sizin yaşınızdayken resim yapmak kelle koltukta yaşamak gibiydi bizim zamanımızda… Büyük bir kahramanlıktı. Ama resmi de hiçbir zaman bırakmadım,’ dedi. O konuşmasındaki ‘kelle koltukta’ durumu beni çok etkilemişti. Çünkü insanın kendini feda etmesi demektir kelle koltukta yaşaması. Bu fedakarlığını göstermek için Mehmet Güleryüz’ün kelle koltukta bir resmini yaptım. Resimde hem gençlik hem de yaşlılık hali var.”
“Tabii bir de büyük eylem adamıydı Mehmet Güleryüz. Her bir Mayıs’ta yürüyüşlere en önde katılırdı. Sadece resim yaparak insanlara belli bir bilinç getirmedi, kişisel olarak gerçekleştirdiği eylemlerle de bize örnek olmuştu. Sanatçılar Kolektifinin kurulmasında -şimdiki adı Plastik Sanatçılar Derneği-, sanatçıların örgütlenmesinde önayak oldu. Kendi cebinden Kalın isimli bir dergi çıkartmıştı. Bende hala birkaç tane örneği var. Beral Madra’ya, Hasan Bülent Kahraman’a yazılar yazdırmış, tüm bunları kendi finanse etmişti… Çünkü Mehmet Güleryüz belli bir teorik bilincin de oluşmasını istiyordu. Resimde bir eleştiri mekanizmasının da oluşmasını istiyordu. Kendisi aynı zamanda iyi bir eğitimciydi, okuldan atılmasına rağmen Bilsak’ta yıllarca ders verdi ve birçok insanın resimle tanışmasını sağladı. Gazetecilik yaptı, söyleşilerle bu resim bilincinin oturmasına katkıda bulundu. Yani sayamayacak kadar çok şey yaptı ve sığdırdı hayatına. Hatta ‘devlet sanatçılığı’ unvanı verilmesini de anayasa mahkemesinden başvurarak iptal ettiren kişidir. Çünkü ‘devletin sanatçısı olmaz’ derdi… ‘Sanatçı olmak gerektiğinde devlete de karşı durabilmektir’ derdi. Böyle bir dava adamıydı. Onun için resmi adını ‘Davacı’ koydum. Gerçekten resimleriyle, hayat biçimiyle, sözüyle, özüyle bir bütündü Mehmet Güleryüz. Çünkü derdi ki ‘sanatını hayatına ne kadar yaklaştırabiliyorsan, o kadar dürüst ve gerçekçisin’. Onun için dedim ki bu resmin adı Davacı.”
“Biz Milleti Eğlendirmek İçin Resim Yapmıyoruz”
Siz resimlerinizde kabuğu kaldırıp yarayı tekrar açtığınızı düşünüyor musunuz?
“Yani bunun kararını izleyici verecektir tabii. Ama şöyle açıklayabilirim, benim resimlerimin biraz rahatsız edici olduğunu söylerler. Öyle eğlencelik, duvara asılacak işler değildirler. Çünkü her resimde bir meseleye parmak basıyorum. O mesele de bir yara oluyor zaten. Beni rahatsız etmeyen hiçbir şeyin resmini yapmam. Hoşuma giden şeylerle ilgili değildir benim resmim. Mutlaka rahatsız olduğum ve üzerine söz söyleme ihtiyacı duyduğum alanlar üzerinedir. Bunlar da çoğunlukla bir yaradır. Bu sömürgecilik olabilir, ırk ayrımcılığı olabilir; kadın düşmanlığı veya çevre düşmanlığı olabilir…
“Buralardan bizim kişisel olarak çok fazla söz söyleme hakkımız olmadığı için ben sanatımı buralarda sözüm olarak kullanıyorum. Onun için ‘yaranın kabuğunu kaldırmak’ derken aslında o yarayı deşmek, içindeki cerahati ortaya çıkıp göstermek istiyorum. Zaten Mehmet Güleryüz de öyle derdi. ‘Biz milleti eğlendirmek için resim yapmıyoruz,’ derdi. Öyle göze güzel gelsin, hoş gelsin diye resim yapmıyorum. Bir itirazı geliştirmen lazım. O itiraz için de insanları önce o sorunun varlığından haberdar etmen lazım. Benim meselem de her zaman bu olmuştur.”
“Sanatçının Yaşamıyla Sanatı Arasındaki Paralelliğe Çok Önem Veriyorum”
Sergide Correction adlı işinizdeki Picasso değil mi?
“Evet, Correction’daki Picasso. Picasso’nun bir fotoğrafı vardır Robert Capa’nın çektiği. Yıl yanılmıyorsam 1948. Sevgilisi Francoise Gilot’un arkasında şemsiye tutar. Ama biz biliyoruz ki Picasso yaşadığı yıllarda bu kadın da bir sanatçı. Genç bir sanatçı ve gayet de iyi bir sanatçı. Hatta şimdilerde New York’ta bir sergisi var. Ama o yıllarda Picasso hiçbir şekilde bu kadının sergi açmasına izin vermiyor. Kadına çok kötü davranıyor. Baya bir mizojini durumu var. Hatta John Berger de kitabında bahseder; koleksiyoncular geldiği zaman kadının ortalıkta görünmesini istemezmiş. Ama o fotoğrafa baktığınız zaman ise sanki kadını koruyan bir adam görüntüsü vardır. Elinde şemsiyeyle kadını güneşten korur. Halbuki tam tersi. Kadına kötü davranıyor; resimlerini sergilemesini engelliyor. Orada resimde sağ tarafta bir de köpek var; Picasso’nun köpeği… Picasso kadına tabiri caizse köpeği gibi davranıyor.
“Fotoğrafa baktığınızda ise Picasso’nun çok kadın ve sanatçı dostu biri olduğunu düşünebilirsiniz. İşte ben bunu düzeltiyorum. Tam tersi doğru diyorum Onun için resmin adı Correction yani Düzeltme… Picasso’nun gerçek yüzü de bu. Ben şuna çok önem veriyorum; tıpkı Mehmet Güleryüz’ün de vurguladığı gibi sanatçının yaşamıyla sanatı arasındaki paralelliğe çok önem veriyorum. Adam sanat tarihinde çok önemli bir şey başarmış; kübizmi getirmiş ve modern sanatın temelinde oturmuş olabilir. Fakat insan olarak kişilik olarak bazı bozuklukları varsa bunların da dile getirilmesi lazım. Bu açıdan da değerlendirilmesi lazım. Zaten ölümünün 50. yılındaki açılan sergileri birçok feminist kadın da protesto etti. Ama bir yandan da Picasso büyük bir sermayeyi temsil ediyor ki sanat dünyası Picasso’nun böyle hatırlanmasını hiçbir zaman istemez. Onun için bu marjinal kalmış bir hikayedir ama ben o hikayenin unutulmaması istedim o resimde.
Burada da bir yaranın kabuğunu kaldırıyorsunuz aslında…
Tabii. Burada da öyle bir yara var.
“Resim Bu Toplulukla Kurabildiğimiz Bağın Bir Göstergesi”
Hikayesini merak ettiğim bir başka iş ise sizin de olduğunuz Resmi Dilek… Bu işin hikayesi nedir?
Bu bir fotoğraftı, yanılmıyorsam bir kebapçı açılışı gibi bir şeydi. Şu anda Türkiye’de belli bir kesim için, sermayeyi de kontrol eden kesim için insanlara empoze edilen şey ‘işimiz Allah’a kalmış’ sözüdür. İşte ‘Allah bir gün bizi kurtaracak’, ‘Allah’a dua edelim’, ‘Allah mutlaka bizi doğru olana ulaşmamızı sağlayacaktır’ falan… Halbuki biz bir taraftan da biliyoruz ki bu adamların kendi öğretileriyle bile bir alakalı yok. Yani Müslüman olsalar yine kabul edeceğiz. Tavırları Müslümanlıkla da ilgili değil. Onun için ben de ressam olarak Allah’tan bana yardım etmesi istedim. Böyle bir dua ekibinin ortasında onların gücüyle resim yapmaya çalışan bir insan gibi kendimi resmettim. Aslında bu resim bu toplulukla kurabildiğimiz bağın da bir göstergesi… Bu kadar yani. Toplumla ne kadar aramızda büyük bir mesafe olduğunu göstermek için de toplumun içinde bulunduğu çaresiz durumu göstermek için de yaptığım bir resimdi o.
“Herkes Büyük Bir Korku İçinde”
Pera’da Performans adlı işinizde nasıl bir politik okuma yapıyorsunuz?
Pera’da Performans resmim daha önce sergilenmiş bir resim. Pera konulu bir sergi için yapmıştım. Bu resimde Pera’daki değişimi ve yüzyılın Pera’sını resmettim. Pera aslında Osmanlı’nın bir kültür merkezi. Çok büyük bir pota ve bu potada birçok kültür bir araya geliyor. Rumlar, Ermeniler, Levantenler ve yabancı elçilikler…. Hem yiyecek, içecek zenginliği açısından hem kültürel açısından tiyatroları, sinemaları, galerileriyle önemli bir merkez… Türkiye’de kültürel hayat Pera’da başlamıştır desek abartmış olmayız yani. Fakat son yüzyılda 1915 olayları ile Ermenilerin, ardından 1924’de Rumların ve en son 1950’lerdeki 6-7 Eylül olayları ile geride kalanların da burayı tamamen terk etmeleriyle şu anda Pera bambaşka bir kimliğe büründü. Şu anda herkes tiyatrolar elimizden alındı, sinemalar kapatıldı, her yer alışveriş merkezleri doldu diye şikayet ediyor. Pera’daki bir kültürel yapı yavaş yavaş yok edildi. Bir tür fast- food merkezine dönüştürüldü.
“Tüm bunların ise altında yatan bir askeri politika var. Resimde yürüyen askerler de onu temsil ediyorlar. Pera, devletin bilinçli militer politikalarının sonucunda kültürel kimliğini tamamen kaybetti ve şu anda herkesin geçmişini özlemle andığı bir yer haline geldi. Bu tabii Türkiye’nin geneli için böyle. Hepimiz artık geçmişe özlem duymaya başlıyoruz. Çünkü gidişat o kadar kötü ki ülkede herkes eski Türkiye’yi arar durumda. 80’lerde de çok matah değildi ülke ama şimdi insanlar ’80’lerde bu kadar değildi’ der durumdalar. En azından televizyonda bir eleştiri yapılabiliyordu, basının yine belli özgürlükleri vardı. Sanatçılar bu kadar tehdit altında değildi. Şimdi ağzını açan sanatçı Silivri’yi boyluyor. Herkes büyük bir korku içinde. Onun için Pera’daki yaşananlar aslında toplumda yaşananlardan da farklı bir şey değil bu anlamda.”
“Soyut Resmin de Bir Meselesi Vardır”
“Soyut Neden Şimdi” başlıklı metninizde bu resimleri yaparken tek bir fırça kullandığınızı söylüyorsunuz ve bunun nedenini ülkenin içinde bulunduğu derin yoksulluğa dikkat çekmek için yaptığınızı anlatıyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
“Bu aslında hem ekonomik duruma hem de tek adam rejimine bir gönderme. Türkiye şu anda tek bir kişinin söylediği bir lafın üzerinde yürüyor. Biraz bunu anlatan bir hikaye. Kendi kendime şöyle bir şey dedim: bu hikayelerden biraz uzaklaşayım, resmin temel meselelerine göreyim. Ama ben şöyle düşündüm. Bir sözü vardır Konstantin Rodko’nun ‘Hiçbir şey hakkında soyut resim olamaz’ diye. Soyut resim de mutlaka bir şey hakkındadır. Herkesin kendine göre bir meselesi vardır. İşte renk uyumuymuş, ışıkmış, derinlikmiş şudur budur… Bu gibi temel meselelerin dışında seni soyut yapmaya iten başka bir temel politik mesele olmalı. Onu anlıyorum ben Rodko’nun lafından. Ben de şu anda yaşadığımız politik meseleyi nasıl anlatabilirim? diye düşündüm. Tek fırça fikri bana ilginç geldi. Burada tek fırça kullanarak hem tek sesli bir resim yapmanın boyunduruğu altındayız hem de ülkedeki derin yoksulluğun bir göstergesi olarak da fırça alamayacak haldeyiz. Bunu yaşayan birçok ressam arkadaşım var. Kira vermekte zorlanıyorlar, boya almakta zorlanıyorlar. Soyut resimlerdeki şablonlar da şu andaki yaşadığımız gündeme gönderme yapıyor. O şablonlar da günümüz dijital dilinin resme yansıtılması olarak karşımıza çıkıyor. Hem çok özgür olduğumuz hem de belli sınırlar çizmiş bir dil, bir dünya…”
“Belli Sınırlar İçinde Üretiyoruz”
Biraz açar mısınız bu sınırları?
“Aslında belli sınırlar içinde resim yapıyoruz. Ve bu sınırlara da işte sermaye diyebilirsiniz, koleksiyoncular diyebilirsiniz ya da işte sanatı yöneten mekanizmalar diyebilirsiniz. Kimse şu anda ben kafama göre resim yapıyorum diyemem yani. Herkes oturduğunda mutlaka küratörünü düşünüyor, koleksiyoncuyu düşünüyor, işte basını düşünüyor… Ve bunları göz önüne alarak resim yapıyoruz. Çünkü bütün sergiler, bienaller, şunlar bunlar sana belli bir yön gösteriyor. ‘Bak böyle yaparsan bu şeyin içine girebilirsin’ diyor. Philip Guston’a bir gazeteci ‘Ne zaman resim yaparsın?’ diye soruyor o da ‘Yalnız kalınca,’ diyor. ‘eee sen atölyede yalnızsın,’ diye devam ediyor ve Guston ‘Öyle olur mu, ben bir resim yapmaya başlayayım başıma bin tane adam gelip bir fikir veriyor’ de cevap veriyor. ‘İşte koleksiyoncusu bir şey söylüyor, arkadaşların bir şey söylüyor. Her şeyi es geçince o zaman yalnız kalıp ondan sonra resim yapıyorum’ diyor.
Siz üretimlerinizde çok farklı teknik ve malzeme kullanan bir sanatçısınız. Bu yönünüze dair neler söylersiniz?
“Benim için malzeme sıkıntısı yok. Ben Hollanda’da resim ve görsel iletişim dersi aldım. Görsel iletişim bir yıl okudum ve o bölümde her şey serbestti. Video da kullanabiliyordun, heykel de yapabiliyordun. Çünkü iletişim kurabileceğin her aracı seçmen lazım. O araç sana kalmış. Fakat orada şunu öğretiyorlardı; her işin hikayesi kendi biçimini sana dayatır. Mesela bazen bunu resmi değil de üç boyutlu olması lazım dersin… Kısaca mesele anlatım odaklı. Burada beni farklı malzemelere yönlendirdiler. Çizgi roman da yaptım, video da yaptım, heykel de yapıyorum. Heykellerimi de çok farklı malzemelerden yapıyorum. Demirse demir, ahşapsa ahşap, camsa cam… Eğer bir şey yapamıyorsam gidiyorum sanayide hemen bir demirci buluyorum. Hikayemi anlatıyorum ve adamla birlikte yapıyorum yani. O beni atölyenin izolasyonundan da kurtarıyor. Tek tip düşünmemi ve tek tip çalışmamı da kırıyor.
“Onun için figüratif de yaparım, soyut da yaparım ya da üç boyutlu işler de yaparım. Yapabildiğim, ifade edebildiğim her araç benim için mubahtır. Ama yeter ki bana şu zorunluluğu hissettirsin: evet bu ahşaptan başka bir şekilde ifade edildiğinde bu etki gücüne sahip değil. Onun en etkili hali ahşap olduğuna inanıyorsan ben onu ahşaptan yaparım. Onun için böyle bir rahatlığım var yani. Zaten biz kendimizi ressam, heykel ya da tıraş ya da videocu olarak tanımlamıyoruz. Sanatçı diyoruz. Şu anda Hollanda’da bölümler kaldırıldı. Benim okuduğum akademide bölüm yok artık. Zaten artık all-round sanatçı isteniyor. Hem galeriler bunu istiyor, hem de sanatçılar buna daha meyilliler. Bence bu çok büyük bir zenginlik ve rahatlama.”
“Sanat Bireyin Gelişiminin Önünü Açıyor”
Türkiye son dönemlerde her güne başka bir gündeme uyanıyoruz. Ve bu gündem karmaşası içinde hep ilk vazgeçilen şey de sanat oluyor. Siz bir sanatçı olarak bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu durumu çok yazık buluyorum ve aslında bir etki gücümüz de yok. İnsanların sanatın toplumsal bilinçle ne kadar önemli olduğunu fark etmediklerini düşünüyorum. Her zaman şunu anlatırlar bize; Avrupa’da aydınlanma, aydınlanma öncesinde reform, reform öncesinde Rönesans. Yani sanatın perspektifini tekrar yeniden keşfi, ışığın, gölgenin ve resmin tekrar keşfedilmesi… Resmin mimariye uygulanması, endüstriye uygulanmasıyla Avrupa’da şu günde yaşadığımız büyük gelişmeyi yaşandı. Bunun temelinde resim var. Burada resmin önemi şudur: resim bir kere perspektifle beraber bireyin gelişiminin önünü açıyor. Artık herkes kendi gözünden dünyaya bakabiliyor. Ya da sanatçının gözünden dünyaya bakarak farklı görüş açılarını değerlendiriyor. Bu zaten bireyin doğuşu demek. Bunun arkasından reform geliyor. Reformun arkasından aydınlanma ve endüstri devrimi. Yani sanat olmadan bütün bunlar gerçekleştiremeyeceği için aslında ben insanların sanata biraz da bu açıdan bakmalarını istiyorum. Türkiye’de şu anda insanlar resmin imzasına ve fiyatına bakıyorlar. Halbuki bir sanat toplayıcısı ya da koleksiyoncusu olmanın anlamı bir bilinç toplamak ve o bilinci kitlelere yaymak olmalı. İşte bunun eksikliğini biz gördüğümüz için, bir maddi unsur olarak baktığımız için ekonomik sıkıntı ilk olarak oradan elimizi çekiyoruz. Ama bu da toplumun her kesiminde büyük bir kültürel yoksullaşmaya yol açıyor. Ben insanlara söylüyorum, bakın çocuğunuz hangi meslekte olursa olsun sanatla ilgilenmesini sağlayın. Çünkü sanat onlara yaratıcılığı aşılayacaktır. Sorgulamayı öğretecektir. Ve sürekli kendilerini yenilemeyi gerektirecektir. Bu bilgi birikimlerini kendi alanlarında aktardıklarından çok daha iyi doktor, çok daha iyi mimar, çok daha iyi iletişimci olacaktır. Sanatın eksikliğinin yani Türkiye’de gündemin dışında kalması bizim bu gündemi devam ettirmemiz anlamına geliyor.”