Mehmet Dere'den Süreyyya Evren'e Cevaben - ArtDog Istanbul
Mehmet Dere, "The Edge serisi No:2", dijital baskı, 40 x 31 cm, 2007.

Mehmet Dere’den Süreyyya Evren’e Cevaben

"Zor Zamanlarda Sanat" soruşturma dizimizin ilk konuklarından Süreyyya Evren, son on yılın sanatını mercek altına almıştı. Sanatçı Mehmet Dere ise Evren'in metnine cevaben kaleme aldığı yazıda başka bir bakış açısı sunuyor.

ArtDog Istanbul’un “Zor Zamanlarda Sanat” soruşturma dizisinin ilk konuklarından biri Süreyyya Evren’di. Evren, metninde sanatın son on yılda kendine edindiği konular hakkında yazmış, “Sanatta bu arzu nerede, öteyi beriyi omuzlama nerede?” diye sormuştu. Şimdi ise sanatçı Mehmet Dere’nin Evren’in metnine cevaben kaleme aldığı yazıyı yayınlıyoruz.

Dünyayı gördüğümüz gözlükler bizim için görünmezdir; ta ki onların tonunu fark ettiğimiz ana kadar. İktidar da bu gözlüklerden biridir.

İktidar, çoğu zaman gücün şekillendirdiği bir yapıdır; fakat gücün doğası sadece baskı veya otoriteyle tanımlanamaz. Gerçek anlamda güç, bir kişinin ya da grubun toplumsal yapılar üzerindeki etkisini, içsel bir kontrolü ve başkalarına karşı duyduğu sorumluluğu da kapsar. Güç, yalnızca bir emir verme yeteneği değildir, aynı zamanda başkalarının duygusal ve zihinsel dünyalarına etki edebilme kapasitesidir.

Gerçek güç, bireylerin ve grupların özgürlükleri üzerinde baskı kurmak değil, onları daha güçlü, daha bilinçli ve daha yaratıcı hale getirecek bir zeminde yönlendirmektir. Ancak bu güç, çıkarlar ve egolarla değil, empati ve anlayışla beslenmeli, toplumu sadece yönlendirmek değil, aynı zamanda ona ilham vermek üzerine kurulmalıdır. İktidar gücünü, ancak ve ancak haklılık ve adaletten alıyorsa, bir toplum gerçek anlamda özgür ve güçlü olabilir.

Çağdaş sanatta ise gücün ve iktidarın varlığı, temsil kavramı etrafında cisimleşir. Bu temsil kavramı, sanatsal deneyimin bir öznesinin oluşturulması ve üretim koşullarını belirleyen yani üretimin kendisi üzerinde denetim kuran (otokrasi-müritokrasi)[1] çerçevelerin varlığını sorgulamakla ilgilidir.

“Sanatçının Reddedişi, Yalnızca Fiziksel Değil; Duygusal ve Zihinsel Bir Mesafedir.”

Sanatçı, bu anlamda tüm sosyopolitik gerçekliğin içinde kendini bir form olarak üretir. Bu tavır, yalnızca toplumsal yapılarla değil, aynı zamanda egemen güçlerin, hiyerarşilerin ve dayatmaların karşısında bir duruş sergilemek anlamına gelir. Bu bir tür içsel isyan, dış dünyaya karşı duyulan yabancılaşma ve bunu bir sanat diliyle ifade etme arzusudur. Sanatçının reddedişi, yalnızca fiziksel değil; duygusal ve zihinsel bir mesafedir.

Sanat, toplumun ve politikanın dayattığı kimliklere karşı bir direniş biçimi olarak ortaya çıkar. Bu reddediş, sanatçının kendisini özgür bir varlık ve düşünceyi ifade etme aracı olarak kabul etmesidir. Bu da toplumsal ve politik gerçekliklere dair derin bir eleştiridir.

Süreyyya Evren’in kısa süre önce “Zor Zamanlarda Sanat” yazı dizisinin ilk bölümünde yer alan güncel sanatın son on yılına dair gözlemleri, bir yorgunluk ve kırgınlık duygusunu taşıyor.

Evren son on yılda Türkiye’de politik meselelerin sanatsal üretimde izlerinin olmadığını söylüyor. “Tanıklık nerede, aktarım nerede, direnç nerede?” Hatta daha da ileri giderek, yaşananlara dair hemen hiçbir şeyi göremediğini söylüyor.

Sanatın son on yılda ev içlerini, iş cinayetlerini, yoksulluğu, taşrayı, TikTok’u ya da yeni milliyetçiliği ele almadığını iddia ediyor: “Hiçbir şey yok,” diyor “tekil birkaç örnek dışında.”

Bu, saf bir hermenötik müphemlik değil midir?

Evren’in varsaydığı “geleceğin sanat tarihçisine” verebileceğim tek yanıt, o tarihçiyi beklememektir. Özellikle de o tarihçi sanatçıyı yalnızca mağdur olarak tanımaya eğilimliyse.

“Bu Tavır, Yüzlerce İşin, Bağımsız Sanatçının, İnisiyatifin, Alternatif Yayınların ve Kolektif Çabaların Üzerini Çizmek Anlamına Gelir.”

Ancak tam da bu yüzden sormamız gereken bir soru var: Bu kadar çok şeyi “gör(e)memek”, gerçekten sanatın üretiminden mi, yoksa bakışın kendisinden mi kaynaklanıyor? Bu tavır, yüzlerce işin, bağımsız sanatçının, inisiyatifin, alternatif yayınların ve kolektif çabaların üzerini çizmek anlamına gelir. Ve bu da başlı başına bir temsil problemidir.

Görmek, yalnızca bakmakla ilgili değildir. Hangi platformlara, hangi sanatçılara ve hangi dolaşım kanallarına bakıldığını da içerir. Ana kurumsal hatlardan iz süren bir bakış, marjda olanı, sessizce üreteni ya da sadece küçük bir izleyiciyle temas eden pratiği “göremeyebilir.” Bu tür bir söylem, yalnızca sanatçıları değil; izleyiciyi, yazarı, küratörü de kapsayan bir sorumluluk çağrısı gibi görünür. Ama merkezine sanatçıyı yerleştirerek ona tarihsel bir suçlama yöneltir: “Neden sessiz kaldınız?”

“Evren’in Dili, Eleştirel Pedagojiye Yakın Bir Tutum Taşıyor. Okura ‘Uyan!’ Derken, Sanatçıya da ‘Neden Susuyorsun?’ Diye Soruyor.”

Evren’in dili, eleştirel pedagojiye yakın bir tutum taşıyor. Okura “Uyan!” derken, sanatçıya da “Neden susuyorsun?” diye soruyor. Ama bilen özne pozisyonu hiyerarşi yaratır.

Jacques Rancière’in “Cahil Hoca[2]” kitabı bunun detaylı bir açıklamasını “ “Özgürleştirmeksizin eğiten aptallaştırır” sözleriyle özetler.

Eleştirel pedagoji, yalnızca iktidar yapılarını teşhir etmekle kalmaz; aynı zamanda bireyleri tarih yapıcı özne olarak nasıl konumlandırabileceğimizi de sorgular. Dolayısıyla sanatçılara yöneltilen bu topyekûn eleştiri, onların kurumsal baskı, ekonomik eşitsizlik ve görünürlük rejimlerine karşı nasıl konumlandıklarını hesaba katmadan, onları mutlak sorumlulukla yükler.

“Son On Yılda Sanat Gerçekten mi Sessizdi, Yoksa Sadece Bazı İşler Belirli Dolaşım Mekanizmalarına mı Giremedi?”

Ama asıl soru şu: Son on yılda sanat gerçekten mi sessizdi, yoksa sadece bazı işler belirli dolaşım mekanizmalarına mı giremedi?

Sanattan bir memur gibi söz ediyor Evren ama sanatçıdan bir özne gibi değil de, bir memur gibi söz etmek, ona yapılacak daha büyük bir haksızlık olabilir. Bugünün sanatçısı, (yaratıcı-girişimci sanatçı modelinden bahsetmiyorum) yalnızca içerik üretmiyor; aynı zamanda üretim koşullarıyla da mücadele ediyor. Küratöryel otoritenin, fon mekanizmalarının, temsil siyasalarının gölgesinde sanatını kuruyor. Dışarıda kalarak, sözde kamusallığa sahip kurumlara yaslanmayarak, sesini değil sözünü yükselterek!

Mehmet Dere, Stardust enstalasyonu detay görünümü.

Bu nedenle direnci yalnızca temsilde aramak, bu mücadelenin başka formlarını görmemek olur. Son on yılda sanat, belki de tam bu “görünmez alanlarda” yaşam buldu. Fuar standlarına sığmadı ama başka diller kurdu. Politika gibi görünmedi, ama hayatta kalmayı seçti. Çünkü bugün sanat dünyasında mesele sadece görünür olmak değil, bu görünürlüğü kimin sağladığı, hangi seslerin duyulduğu, hangi üretimlerin meşrulaştırıldığıdır.

Günümüz küratöryel pratikleri yalnızca sergi düzenlemiyor; aynı zamanda sanatın ne olduğuna dair tanımlar üretiyor ve bu tanımlar üzerinden otorite kuruyor. Bu nedenle sanatçının üretimi, çoğu zaman bu sistemlerin sınırları içinde şekilleniyor. Genç sanatçılar görünürlük kazanmak için yan işlerde çalışıyor. Kimileri sevmediği üretimlere yöneliyor, kimileri piyasaya uygun işler yaparak ayakta kalmaya çalışıyor.

Bu bir tercih değil, bir (ön) koşuldur.

Bu koşulları görmeden yapılan her eleştiri, yapısal olanı kişiselleştirir; krizi sanatçının sırtına yükler.

“Her Üretim Dışavurumcu Olmak Zorunda Değildir. Her Tanıklık Görünür Olmak Zorunda Değildir.”

Boris Groys’un dediği gibi, “Çağdaş sanat, bir sanatçının çağdaş dünyada hayatta kalma sanatıdır.” Bu hayatta kalma bazen konuşmakla, bazen susmakla, bazen bir sergi yapmamakla, bazen yalnızca bir fikirde ısrar etmekle mümkün olur. Her üretim dışavurumcu olmak zorunda değildir. Her tanıklık görünür olmak zorunda değildir.

Evren, “Bugüne bakmak duyguların analizleri bulanıklaştırır,” diyor. Bu doğru olabilir.

Ama yalnızca olgular üzerinden bakmak da insan deneyimini aşındırır. Zira sanatın işi yalnızca belgelemek değil; bazen sezmek, bazen sızmak, bazen de sustuğu yerden anlatmaktır. Evren’in eleştirisi, sanatçıların ne ürettiğinden çok nasıl dolaşıma soktuklarına odaklanıyor. Oysa görünürlükle ilgili taktik geliştirmek, sanatçının hayatta kalma pratiğinin ta kendisidir. Bu stratejiler, politik gerilim alanıdır. “Dışında” diye bir yer yoktur.

Sanatçılar yalnızca içerik üretmiyor; o içeriğin var olabileceği koşulları da kurmaya çalışıyor.

“Sanatçılar Gerçekten mi Susuyor, Yoksa Biz Yalnızca Duymak İstediğimiz Sessizlikleri mi Seçiyoruz?”

Bunu görmezden gelen her büyük iddia, yalnızca üretimi değil; üretimle birlikte örülen tüm ağı da gözden kaçırır. Kimi zaman kuruma girmemek, işi hiç sergilememek ya da tümüyle sessizliği seçmek dahi bir direnç biçimidir. Evren’in de dediği gibi: “Belki de muhteşem direnç, tanıklık ve aktarıcılıkların alanıdır, kim bilir…” Belki de bu cümle, metnin en açık ve en dürüst kısmıdır. Çünkü gerçekten kim bilebilir?

O zaman belki de şunu sormalıyız: Sanatçılar gerçekten mi susuyor, yoksa biz yalnızca duymak istediğimiz sessizlikleri mi seçiyoruz?

[1] “Müritokrasi” ifadesi, “meritokrasi” kavramının ironik/parodik bir türevidir. Liyakat yerine sadakat ve takip ilişkilerinin öne çıktığı, yazıda kendi bağımlıklarını  yaratan otokratik yapıları tanımlamak için kullanılmaktadır.

[2] Rancière’e göre öğretmen, bilgiyi aktaran bir otorite değil; öğrencinin düşünme kapasitesine güvenerek ona eşlik eden bir rehberdir.

Metin görsellerine dair: Mehmet Dere’nin iki çalışması da sanatçının kendi gerçekliği ile dış dünyanın dayattığı gerçeklik arasına parantez açar. 2007 yılında Atelier Frankfurt’ta sergilenen Edge serisi ve 2011’de Rampa İstanbul’da gerçekleşen Ne Gülüyorsun? Bu Senin Hikayen sergisi kapsamında sunulan Stardust adlı enstalasyonun küçük bir parçası olan metal ready-made  ördek, umut kavramını bir çıkış noktası değil; varoluşsal basınçla baş etmenin, bazen de onunla alay etmenin aracı olarak ele alır.

Previous Story

İlyas Salman’a Ceza

Next Story

İKSV Mütevelliler Kurulu Başkan ve Başkan Yardımcısı Belirlendi

0 0,00