Artan Shabani küratörlüğündeki sergi, 20. yüzyılın ikinci yarısında Arnavutluk görsel sanatlarına egemen olan komünist ideolojinin etkilerini araştırıyor. Resim, afiş ve çizimler aracılığıyla Arnavut toplumcu gerçekçiliğine odaklanan sergi, sosyalizmin kuruluş ilkelerini işçi sınıfında yaymayı amaçlayan siyasi tavrın hâkim olduğu diktatörlük dönemi görsel sanatlarından bir seçki sunuyor. Eserlerin dogmatik içeriğinde belirleyici olan bu ideolojiyi yansıtan seçki, uzun süre dünyanın geri kalanından yalıtılmış bir hayat süren Arnavutluk halkının kültürünü ve kimliğini daha yakından tanıma fırsatı veriyor, dönemin gündelik hayatı, işçi sınıfı, lider portreleri, rejim temsilleri ve gelecek kuşaklara duyulan umut gibi çeşitli konuları ele alıyor.
Merak ettiğim şu; o dönemde yönetim/iktidar adına ne derseniz deyin sanatçılara nasıl müdahale ediyordu? Kurallar var mıydı? Bunlar nasıl uygulanıyordu?
Sorumuz aslında birden fazla soruyu barındırıyor. Çok haklı ve faydalı bir soru olduğunu düşünüyorum. İnsanların o dönemi anlayabilmesi açısından ve o dönemdeki baskının boyutunu yani kapalı bir ülkede sanatın nasıl geliştiğini anlayabilmesi ve algılayabilmesi açısından önemli bir soru olduğunu düşünüyorum. Devrim döneminde yeni insan kavramı ortaya atılmıştır. Ve tüm kurallar toplumcu gerçekçiliği yaşatmak için korunmuştur.
Bu nasıl başlamış?
Bu akım 1932 yılında başlıyor aslında Arnavutluk’ta. 1934 yılında da Sovyetler Birliği birtakım kurallar getiriyor. Bu sanat türüne. Öncelikle eselerin figüratif olması gerekiyor. Proleteryanın yararına olması gerekiyor. Eğitime yönelik temalar barındırması gerekiyor. Eğitim derken ahlaki, etik, estetik, özgürleşmiş, görsel eğitim, siyasi eğitimden bahsediyoruz. Arnavutluk milleti 1960 senesinde Moskova’ya, Leningrad’a, St. Petersburg’a en iyi sanat öğrencilerini gönderiyor. Ve bu öğrenciler burada resim ve heykel eğitimi alıyorlar. Bunu yaparken de tabii ki toplumcu gerçekçiliğin ilkelerine göre yetiştiriliyorlar ve geri geliyorlar. Burada öğrendikleri sanatsal becerileri Arnavutluk’a taşıyorlar. Beraberlerinde elbette ideolojiyi de getiriyorlar. Toplumcu gerçeklik ideolojisini Arnavutluk’a taşıyorlar. Sadece resim ve heykelde bu ideolojiyi görmekle kalmıyoruz aynı zamanda edebiyat, müzik, şiir gibi toplumun her aşamasına, her alanına nüfuz ettiğini görüyoruz bu ideolojinin.
Peki temalar nelerdir?
Ana temalarına bakacak olursak öncelikle vatanseverlik, geçmişteki savaşlar öne çıkarılıyor. Toplumda bir “kahraman” anlayışı mevcut. Kadının özgürleşmesi, lider kadın figürü, öğretmen figürü, tarımda kadın figürü, erkekle eşit bir kadın figürü öne çıkartılıyor. Diğer konulardan bir tanesi de savunma. Tek partinin ideolojisinin devamı için. Vatana karşı, düşmanlara karşı vatanı savunma.
Kimler düşman kabul ediliyor?
Emperyalizm, kapitalizm ve Arnavutluk’un kendilerinden çok farklı gören batılı devletler. Diğer bir konu gelişim, ilerleme. İlerleme derken eğitim. Çocukların okul aracılığıyla eğitilmesi. Açıkçası bu ideoloji toplumun tüm damarlarına yayılmıştır. Psikolojisinde, motor becerilerinde, duygusal, enerjisinde, tüm topluma nüfuz etmiş bir ideolojiden bahsediyoruz. Ve sadece dediğim gibi resim ve heykelle de değil sinemayla, müziğiyle, şarkılarıyla toplumun her alanına nüfuz ettiğini görüyoruz. Ve sanat aracılığıyla propaganda yapılıyor ve bu propaganda 1989 yılında Berlin Duvarı’nın düşmesine kadar bu şekilde devam ediyor. Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra devlet figürü artık eksilmeye başlıyor ve ondan sonra farklı bir döneme giriyoruz.
Hangi alanda üretiyor olursa olsun edebiyat, resim, müzik…bir sanatçıya bir şeylerin dikte edilmesi onun boğulması özgürlüğünün kısıtlanması demek. Benim merak ettiğim siz bu sergiyi bir araya getirirken hiç bu boğulmanın yada mevcut düzene başkaldırmanın izlerini gördünüz mü?
Evet, bir başkaldırı demek için aslında muhalefet olması lazım. Arnavutluk’a baktığınızda da 1965-1966 yıllarında sanatçılarda şöyle bir arzu oluşmaya başladı: Avrupa ve dünya kültürünü eserlerinde ifade etme arzusu. Konuyu sabit bırakarak, teknik olarak mesela ekspresyonist ifadeler kullanmaya başladılar. Bazıları Marc Chagall’dan ya da Picasso’dan etkilendiler. Bu durum işçi partisi liderinin hoşuna gitmedi. 1963 yılında Enver Hoca bakanlarla bir kongre düzenledi. Ve bu kongre sonrasında kültür ve sanat alanlarında bir temizlik başlattılar. Birçok edebiyatçı, şair, ressam hapse atıldı. 10 yıl hapis yatan bir sanatçı bile var. Bu sanatçıların suçu sadece özgürlük. Suçları da sadece eserlerinde sadece göreceli bir ifade kullanmak istemeleriydi. Yani ressamlar davranışlarında belli bir özgürlüğe sahip oldukları için sosyalist realizmin dışına çıktıkları için hapis yattılar. Ama o dönemde bir muhalefetten, bir devrimden bahsedemiyoruz. Sadece bir, ilerici bir atılıma ya da bir merakla ressamların böyle bir özgürlükçü ifadeye yöneldiklerini görüyoruz. Bir sanatçı sadece düşünceleriyle değil, hissettikleriyle, duygularıyla da kendilerini ifade eder. Bazı sanatçılar doğal olarak eserlerinde bunu yapmak istediler. Ama maalesef bunun sonuçları oldu. Bir sanatçının 200’den fazla eseri yakıldı. Kendisi aslında hapis cezasından çok eserlerinin yakılmasının acısını çekmiştir.
Sizde Arnavutluk’ta değil mi?
1969 senesinde doğdum. Müzik eğitimi aldım. Viyolonsel çaldım. Bu sosyalist gerçekçilik dediğimiz şeyi aslında yaşadım. Arnavutluk’ta okullar çok iyidir. Onu da söylemem lazım. Ama dediğiniz gibi sanatçıların konuları kontrol altındaydı. Proletarya ön plana çıkmalıydı sanatta. Örneğin tablolar enerjik, heyecanlı görünecek, tema olarak sanayileşme öne çıkacak diye kurallar vardı. Okulların, bölgesel köy enstitülerinin ön plana çıkarılması gerekiyordu. Sanatçılar özgür değildi, özgür çalışmak isteyenler eserlerini saklıyorlardı.
Bir eserin sergilenmesine yönelik kurallar var mıydı?
Bir eserin ulusal galeri, müze ya da kamu kurumunda sergilenmesine karar veren bir komisyon vardı. Çok güçlü bir komisyondan bahsediyoruz. Gerekirse sanatçıları hapse gönderen veya tam aksine ödüllendiren bir kurum. Tavsiyelerde de bulunabiliyorlardı.
Nasıl tavsiyeler?
Konuyu beğenmedikleri ve önerilerde bulundukları oluyordu. Bazen ressamların tablolarına bakıp bazı öğelerin çıkarılmasını yada eklenmesini talep ederlerdi. Eserlerin sergilenip sergilenmeyeceğine karar veren bu kurumdu.
Uluslararası sergiler yapılıyor muydu?
Devlet, Arnavutluk dışında sergiler de düzenledi bu dönemde. Özellikle Türkiye tercih edilen ülkelerden bir tanesiydi. Bunun nedeni de Türkiye’de yaklaşık 6-7 milyon Arnavut kökenli vatandaşın yaşamasıydı. Çok sık müzik grupları geliyordu Türkiye’ye Arnavutluk’tan. İstanbul’a, Bodrum’a, İzmir’e.
Hangi yıllardan bahsediyorsunuz?
1960 senesinden 1987-1988 senelerine kadarki dönemden. İtalya’da, Paris’te sergiler açıldı. Ama tabi her zaman toplumcu gerçekçilik ideolojisine hizmet eden eserlerle.
Soruma geri dönersek tek bir tema altında çalışmak zorunda kalmak özgür olmamak sanatçıları çok boğmuyor muydu?
Aslında devlet sanatçılara ev veriyordu, maaş veriyordu, malzeme veriyordu, atölye veriyordu ve yaptıkları resimleri de satın alıyordu. Sanatçılar ekonomik anlamda çok rahat yaşıyorlardı o dönemde ama elbette sanatsal pratiklerinde, kendilerini ifade etme konusunda serbest değillerdi, özgürlük yoktu.
1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla başlayan dönemde sosyal realizm artık yavaş yavaş küçük görülmeye başlandı, değil mi? Aşağılandı hatta. Uzun bir baskı döneminden sonra bir anda değişmek de mümkün olmamıştır. Sorum şu o dönemden sonra Arnavutluk sanatı nasıl evrildi?
İnsan bedeninde bir yara açılınca tabi izi kalır o yaranın. Bu izler geçmişimizin alfabesidir. Bedenimizin dokusuna girdikçe geçmişimizi görürüz. Bedende hem ölü hem uyuyan hem de uyanan kısımlar vardır. Bütün bunlar hafızayı oluşturur. Ve toplumun hafızası… Bir toplum geçmişini silemez, silmemelidir de. Geçmişi, şimdiki zamanı tanımak için kullanır. Arnavutluk’un tek partisi, işçi partisi de düştü. Sosyal, siyasal iklim değişti. 1990 senesinde sanatçılar kendilerin başka br atmosferde buldular. Karşılarında tanımadıkları bir düzen vardı ve hangi gemiyle okyanusa açılacaklarını bilemiyorlardı. Çünkü aslında özgürlük daha zordur. Özgürlük çok kültür gerektirir. Başkalarını tanıma, kendini tanıma, dünyayı tanımayı gerektirir. Bilgi gerektirir. Ancak bilgi ile kendi özgürlüğünü, kendi ilkelerini insan inşa edebilir. Sanatçılar dünyayı tanımıyorlardı. Nasıl zihinlerini değiştireceklerdi? Bir zihnin, bir ruh halinin değişmesi için, mentalitenin değişmesi yetmez. Yüzyıllar gerekir. Nesiller gerekir. Eğitim gerekir. Dünyayı tanımak gerekir. Kültür gerekir. Zevkin gelişmesi gerekir. Bu sanatçılar tabi o dönemde krizler yaşadılar, boşluğa düştüler, bazıları sanatı bıraktılar, bazıları meslek değiştirdiler, bazıları sıfırdan yeniden doğdular. Çünkü böyle bir değişikliğin olabilmesi için toplumun da hazır olması lazım. Aşçı mutfakta yemeği hazırlar. O yemeği yiyecek olan insanlardır. Ve sanatçılar değişmeye başladılar kendi içlerinde. 10 yıl boyunca yaklaşık çeşitli denemeler yaptılar. Sonra hepsi kendi tekniğini kendi duygularıyla bir şekilde kendi tarzını oluşturdu, oturttu. Çoğu sanat yapmaya devam ettiler. Zekshoshi vardı mesela. Kendisi Enver Hoca’ya çok yakındı. Hala aynı şekilde eserler vermeye devam ediyor. Sanki onun için dünya değişmedi gibi. bir şekilde değişmemeye karar verdi. Yani eserlerinde hala toplumcu gerçekçiliğin izleri var. Artık tabii devletin yararına değil sanat piyasasına yönelik çalışmalar veriyor. Ama tarzını bırakmadı.
Peki günümüz Arnavutluk çağdaş sanatı için ne diyeceksiniz?
Bugünün çağdaş sanat dünyasında birçok genç ve başarılı sanatçı var. Bunların çoğu Berlin’de, Paris’te tanınıyorlar. Çok değerli sanatçılar. Çünkü onlar zamanın dilini anladılar. Bugünün dünyası çok hızlı değişiyor. Uluslararası alanda tanınan birçok Arnavut sanatçı Berlin’de, Paris’te, Londra’da yaşıyorlar, çok tanınıyorlar. Bugünün dünyası çok hızlı değişiyor yani rekabet var.
Toplumsal Gerçekçi dönemden kalan eserleri toplayan koleksiyonerler var mı?
Evet, koleksiyonerler ve ülkenin belirli elit kısmı toplumcu gerçekçilik akımına ait eserleri satın alıyorlar. Benim ailem de 1980’den beri örneğin satın almaya başladı eserleri. Ben bir sanatçı ve küratör olmanın yanında aynı zamanda bir koleksiyonerim. Ailemin izinden gidiyorum.
Koleksiyonunuz Arnavutluk sanatı üzerine mi?
Eklektik bir koleksiyonerim diyebiliriz. Uluslarararsı çağdaş sanat, Arnavutluk çağdaş sanatından eserleri de biriktiriyorum. Özellikle 50 yıl kapalı kaldığı dönemde Arnavutluk’ta neler üretildiğiyle çok ilgileniyorum ve evet bu dönemi çok önemsiyorum. Bu dönemin sanatını dünyada tanıtmak istiyorum. O döneme özel bir ilgi duyuyorum. Yani toplumcu gerçekçilik bir entelektüel olarak benim çok ilgimi çekiyor. Bu nedenle koleksiyonumun bu dönem bir kısmını oluşturuyor.
Her ne kadar işin iç yüzünü; bu eserlerin bir baskı altında üretildiğini bilsem de sergide ki resimlere bakınca bir iyimserlik havası sezinledim. Sanki “kaybolmuş bir cennet” havası var. Özellikle pandemi ile birlikte ön plana çıkan gelir dağılımda ki adaletsizlik, süregelen iklim krizi, politik çıkar çatışmaları…Dünya adeta bir mahşer yeri. Çok fazla acı var. Bu resimlerdeki eşitlik; kadının , tarımın ön plana çıkması gibi aslında kaybolmuş, sahip çıkmamız gereken değerler bir şekilde bana bir izleyici olarak güzel bir dünyanın betimlemeleri gibi geldi. Bu hissiyata katılır mısınız? Elbette komünizm ve yol açtığı baskılar tercih edilecek durumlar değil. Zaten komünizm denenmiş ve işe yaramamış bir yöntem ama yine de barındırdığı bazı değerlerin sanat yoluyla ortaya çıkması belki o zaman değil ama şimdi alternatif bir düzen bulmamız açısından ilham verici olabilir mi?
Ben bu soruya kendi bakış açımdan cevap vereceğim. Aslında geçmişte bugünden daha kötü ya da daha iyi değil. Geçmişi iyi okursak geleceğimizi görürüz. Geçmişi silersek aradığımızı bulamayız. Çağdaş insan ne kaybetti, ne kazandı bu tarz sorular soruyoruz.
Mesela tüketim. Bir türlü doymayan insan. Su içip de suya doyamayan biri gibi. Peki biz nerede yanlış yaptık? Neyle yanlış yaptık? Nasıl uzaklaştık birbirimizden? İnsan agresif doğmuyor ki. Bu hayatı yaşama isteğiyle doğuyor. Huzurla yaşamamızı ne engelliyor. Eşitlik ve adalet önemli ama hepimiz aynı haklara sahip değiliz. Öyle olsaydı güzel olurdu. Ama aynı güneşin altında bu dünyada yaşayabiliriz. En önemli şey dünyanın güzelliğidir. İnsana yaşama arzusu veren güzelliktir. O nedenle çocuklarımıza manzaraya bakmayı öğretmeliyiz, güzele bakmayı. Yaşamın anlamı budur. Her sorunun bir cevabı yok. Olmamalıdır da. Ben tüm meraklarıma, tüm sırlarıma bir cevap bulamıyorum. Ama sır insanı korkutmamalı. Merak uyandırmalı insanda. Pandemi sürecinde korkuya yatırım yapıldığını düşünüyorum. İçine kapandı herkes. Diğerlerinden korkmaya başladı. Yaşamdan uzaklaştı. Ben doktor değilim ama en iyi ilacın sevgi olduğuna inanıyorum. Yaşam sevgisi, doğa sevgisi, kültür sevgisi. Yaşamın düşmanı korona virüs değil. Yaşamın en büyük düşmanı cehalet, ayrımcılık, bilgi eksikliği. Bir insanın duvarında kitap yoksa, o duvarı süsleyen bir resim yoksa o zaman tatsız bir hayat sürüyor demektir. Tuzsuz, şekersiz bir yemek gibi.