1980’lerin ilk yıllarıydı. Philadelphia’nın bana yabancı sokaklarında aylak aylak dolanıyordum. Bir sokak sanatçısı-ki o yıllarda onlara da yabancıydım-Afrika ritimleri eşliğinde hem dans ediyor, hem de dünyanın yaklaşmakta olan sonuyla ilgili bir diskur çekiyordu. Bedenini kullanma biçiminden klasik eğitimli, kullandığı dilden de entelektüel kapasitesinin oldukça yüksek olduğu kolayca anlaşılıyordu. O güne dek, dünyanın sonuyla ilgili kehanetlerin hep İncil eşliğinde anlatıldığına şahit olduğum için, önce kısa bir tereddüt geçirdim; ardından da kısa ve çarpıcı performansı büyük bir ilgiyle sonuna kadar izledim. Afro-Amerikalı dansçı, şirketlerin açgözlülüğünden, soyguncu çete devletlerden, karbon salınımından, ozon tabakasından, yok edilen kaynaklardan, tahrip edilen doğadan ve tüm bunların birbiriyle ilişkisinden bahsediyordu. Geri dönüşü olmayan yokoluşu ve bunun sürdürmekte olduğumuz hayatla ilgisini ilk kez Philadelphia sokaklarında, Afro-Amerikalı bir dansçıdan dinledim. Distopyaya ilk yolculuk. Ardından kendine dönüş ve müziğin iyileştirici gücüyle buluşma. Hep yaptığım ve yapacağım gibi. Benim ilacım da müzikti. “Siyaseten doğruculuk” ve “sosyal sorumluluk” zamanlarında değildik henüz. Her şey çok daha sahiciydi. Meseleler gerçek, insanlar cesurdu. 69’un üstünden henüz on yıl geçmişti. Müzik de daha gerçekti. Sun Ra, Arkestra’yla Philadelphia’da, Morton Street’te bir sıra evde yaşıyordu. Sun Ra da mavi gezegene alternatif bir dünya arayışındaydı. Yokoluş şarkılarını, başka bir dilde söylüyordu.
Francis Ford Coppola’nın Apocalypse Now’ı 1979’da sinema salonlarına ulaşmıştı ve hala bazı sinema salonlarında gösterilmekteydi. Ben de o güne dek filmi dört beş kez seyretmiştim. O yıllardan sonra bu sayı daha da arttı. Filmin beni bu kadar etkilemesinin nedeni, Albay Kilgore’un yönettiği Charlie’s Point saldırısı sırasında askerlerini savaşın sarhoş ediciliği ile yükseltmek ve de Vietnamlıları dehşete düşürmek için hoparlörlere verdiği, Wagner’in Ride of the Valkyries adlı parçasının insanı allak bullak eden tokatıydı. Seyredeni esir alıyor, vahşeti sıradanlaştırıyor, soyutluyordu. Vahşeti, savaşın acımasızlığı ve anlamsızlığını, ihtişamlı bir fırçayla boyuyordu Ride of the Valkyries. Filmi Wagner’siz düşünmek imkânsızdı.
Anthony Burgess ve Stanley Kubrick’in A Clockwork Orange’ında da benzer şeyler hissetmiştim. Burgess’in distopyasında da, Beethoven’ın 9’uncusuyla şiddete başka bir yerden bakmıştık. Yine distopya ve bu kez birlik, beraberlik, çözülme, bölünme ve yokoluş bir arada. Yokoluş ve Beethoven.
Bu güzel ve heyecanlı yıllardan sonra, 80’lerin sonunda, Lawrence “Butch” Morris’le müzik, savaş, ölüm, yokoluş, dünyanın sonu üzerine konuştuğumuzu hatırlıyorum. Butch özellikle savaş ve müzik üzerine çok düşündüğünü söylemişti. Osmanlı’nın mehter takımı ve bandosunun dünyadaki tüm askeri bandoların ilk örneği olduğunu ve savaş sırasında da hem moral vermek, hem de düşmanı korkutmak için kullanıldığını anlatmıştı. Yine yokoluş ve müzik.
Savaşın ve yokoluşun görkemli, ihtişamlı bir tarafı var kuşkusuz. Savaşın ve yokoluşun estetiği. Ve de müziği. Savaşların yani yokoluşa giden yolun yolunda gitmeyen bir şeyleri değiştirmek, yoluna sokmak için başladığı söylenebilir. Yol yanlış bir yol olsa bile. Savaş ve yokoluş öncesinde, “savaş tamtamları”nı duymaya başlarsınız. Savaşa giden yolun taşları müzikle örülmeye başlanır. Ölümün ve yokoluşun yaklaşmakta olduğunu haber veren sesler. İnsanları bir şeylere inandırmak, sarhoş etmek için, vasat ve banal fikirleri görkemli kılmak için müzik çok kullanışlı bir araçtır. Yokoluşun eşiğindeyken, yokoluşla aranıza mesafe koymanızı sağlar. Yokoluşu kabullenmenizi, hatta yokoluşta kendinizi bulmanızı. Doğduğumuz andan itibaren “öteki”yle mücadele ederiz; “öteki”ni “öteki”leştirmek varoluşu kolaylaştırıyor belki de. Eşyanın tabiatı. “Öteki”leştirmenin dayanılmaz hafifliği ve bu hafifliğin bir estetik coğrafyası var.
Bu kaçınılmaz “öteki”leştirme hezeyanının bizi topyekün yokoluşun kıyılarına taşıdığı hepimizin malumu. Topyekün yokoluşa hiç bu kadar yakın olmamıştık kuşkusuz. Ve de bu noktaya “medeniyet” yolculuğumuzda oldukça kısa bir sürede geldik. Bazılarımız sessiz kalarak, bazılarımız işbirlikçi olarak, bazılarımız kategorik kötülüğümüzle “cehennemin taşları”nı döşedik. Şu anda özenle kurguladığımız distopyanın kucağındayız. Tabii ki bu topyekün yokoloşun, kıyametin de bir müziği olmalı. Yedi melek tarafından üflenecek yedi trompet. Kıyametin yedinci mührü kırıldığında ve yedinci trompeti duyduğumuzda, cennet ve cehennemim kapılarındayız kehanete göre.
Hikâyemiz büyük patlamayla başladı. Uçsuz bucaksız evrenin ücra bir köşesinde, büyük bir mucizenin kıyısında, hem hikâyemizi yazdık, hem de müziğimizi yarattık. Yokoluş için bu kadar çabalamamıza gerek yoktu büyük ihtimalle. Ancak yokoluşun sarhoş ediciliği ve müziği bizi büyüledi. İş dönüp dolaşıp eşyanın tabiatına geliyor. Belki de başka türlü olamayacağı için böyle oldu. Ne yaparsak yapalım, aynı sona başka bir yoldan ulaşacaktık büyük ihtimalle. Kaderimiz belki de başka bir müzikle mühürlenecekti ama müziğimiz hiçliğin müziği olacaktı yine de.