Üniversitede medya okur yazarlığı ve sinema konusunda seminerler de veren Ela Başak Atakan, Bir Şifa Bağımlısının İtirafları ismiyle şifa arayışındaki deneyimlerini, yolculuğunu, iniş çıkışlarla dolu kişisel gelişim serüvenini kaleme aldı.
Matrak, düşündürücü, sıkı bir metin; anda kalmak kadar anla dalga geçmenin önemini, çözüm aramak kadar yolda olmayı tecrübe etmenin hikâyesini anlatıyor Atakan. Bir yandan kadim bilgeliğin topraklarında doğup büyümek, bir yandan dünyanın izini sürdüğü şifa yöntemlerini tecrübe etmek… Dahası şifacıların kaleminden çıkan kitaplar kadar şifacılarla ilgili yazılan metinlerin, çekilen belgesellerin en yoğun olduğu bu dönemde!
Gerçek nerede, şifa nerede, aradığımız ne, bulduğumuzda bulduğumuzu nasıl anlayacağız… Bir Şifa Bağımlısının İtirafları zorlu sorular üzerinden bir yaşam deneyi sunuyor, kalabalığın içinde kendi ayak izlerini takip edip etmemek, sürece dahil olup olmamak ise okurun kararına kalıyor.
Mundi Yayınevi tarafından Aralık ayında yayımlanan kitabı, yazarıyla konuştuk.
Kitabın kurgusu nasıl oluştu öncelikle bunu merak ediyorum. Deneyimlerinizi not alıyor muydunuz yıllar içinde, yaşayıp ettiklerinizin bir gün bir kitaba dönüşeceğini baştan biliyor muydunuz kişisel gelişim yolculuğunuzda?
Kişisel deneyimlerimi uzun zamandır kaleme alma alışkanlığım var. Fakat sinemacı olarak elim hep kurguya gidiyordu. Mesela ilk ve ortaokul senelerimi roman halinde kurguladım. Meğer cevap kurgu dışındaymış! Meğer cevap gerçekteymiş. Usta senaryo gurusu Robert McKee’nin her zaman tavsiye ettiği gibi: “Gerçeği yaz.”
Kişisel gelişim yolculuğumaysa on iki sene evvel başladım. Bu deneyimleri nedense not almıyordum. Üstelik unutkan bir insanım. Fakat her ziyaret geride cazip bir tortu bırakıyordu. Başıma gelenler renkli ve eğlenceliydi.
Ayrıca sürekli daha fazlasını merak etmeye ve yeni tecrübeler edinmeye devam ediyordum. Kafamın içinde “Şifacılar” kod adlı bir proje oluştu. Kitap fikri ortaya çıktıktan sonra birçok şifacıya yeniden gittim. Adım adım kendi ayak izimi takip ettim.
Belgesel yapımcılarının, öykücülerin son dönemde şifacılara ilgisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Önce Osho, devamında Bikram belgeseli, arada Holy Hell, James Arthur Ray’i konu alan Enlighten Us ve daha birçok belgesel yapıldı. Bu isimlerin takipçilerine, bu konulara merak duyanlara etkisi ne oldu belgesellerin sizce?
Bahsettiğiniz belgesellerin hepsinin yüreğinde hırpalayıcı ve rahatsız edici birtakım gerçekler yatıyor. Bu konulara diş bileyenlere, şüphe duyanlara “Biliyordum zaten!” dedirten cinsten gerçekler. Ürkekler daha da ürküyor. Niyetli olanların bile basireti bağlanıyor. Yukarıda adı geçen belgesellerin hepsi birer ibret öyküsü. Açıkçası ben kitabı yazdığım süreçte onlardan daha ziyade kendimi “Heal” benzeri belgesellerle yarışır gibi hissediyordum. Batı’da bu konulara ilgi büyük. Ama ülkemizde de öyle! Hatta daha da fazla. Eski köye yeni adet, Yeni Çağ, adeta.
Bizdeki ilgi köklü, yerel ve yerleşik. Nazar boncukları, kurşun dökme, kahve falı, yolculuk duaları, bayramlarımız, seyranlarımız, örf ve adetlerimiz, batıl inançlarımız… Elif Şafak’ın “10 dakika 8 saniye” isimli son kitabında anlattığı hem dünyevi hem uhrevi tekinsizler bunun bir örneği mesela. (Konu açılmışken, bir başka Elif’in, Elif Uluğ’un “Osmanlı’da Batıl İtikatlar ve Büyü” isimli tarih kitabını da bizim coğrafyamızın modernleşme ve Yeni Çağ öncesi muska, iksir, tılsım, nüsha, hamail, havass ve vefk’lerine ışık tuttuğu için meraklılarına önermek isterim.)
Bana öyle geliyor ki şifa ve şifacılar her yerde. O kadar içindeyiz ki ana manzarayı, panoramayı göremiyoruz. Üstelik bir de kapalı kapılar ardında, mahrem bir durum da var. Şifacıya gidenler de bundan bahsetmiyorlar. Halbuki şifa itirafta başlıyor. Şifanın ilk adımlarından biri itiraf. Anlayacağınız, ben itiraf etmek istedim.
Şifa yolculuğunuz aslında 35 yaşında ilk kızınızı dünyaya getirmeniz sonrası başlıyor, değil mi? Ada’nın bir türlü anlaşılamayan, teşhisi konulamayan, çözümü bulunamayan otoimmün bozukluğu sizi bilimle beraber alternatif, tamamlayıcı yolları sorgulamaya, şifayı farklı yerlerde aramaya götürüyor. Bu süreci biraz daha anlatır mısınız?
Size farklı bir açıdan anlatayım: Geçenlerde rastladığım kitabı okuyan bir arkadaşım bana eşinin senelerdir artrit romatizma (RA) hastalığıyla mücadele ettiğini, bunun tedavi edilemez olduğunu ve çare aramak için başvurmadıkları şifacı kalmadığını anlattı. Kitap yayınlandığından beri benzer yolculuklar geçirmekte olduklarını itiraf eden tanıdık tanımadık kişiler bir adım öne çıktı. Batı tıbbının karşısında çaresiz kaldığı bir çok hastalık var. Size bilimsel olarak tek söyleyebildikleri: “Tedavisi yoktur.” Ama bir insan olarak duymak istediğiniz bu değil!
Avucumun içindeki küçük kutudan istediğim diziyi seyredip, Almanya’daki kardeşimle görüntülü konuşuyorum. Oturduğumuz yerden matkap veya düdüklü tencere satın alabiliyoruz. Uzaya uydu yerleştiriyoruz. Neden hastalıkları iyileştirmeyi beceremiyoruz?
Kitapta değindiğim hasta ve yakınlarını suçlama konusu da beni rahatsız ediyor: “Sen yaptın. Fazla üzüldün…Tasalandın… Hastalığı sen çektin! Bir yerde hata yaptın.” Bir şeyi yanlış yapıyorsun zannı altında yaşamak zor oluyor. Ben de hâlâ bunu silemedim. Kendimle diyalogum devam ediyor: Aşı yaptırdın. Dişlerine dolgu yaptırdın. Sezaryen oldun. Ana sütü üzerine takviye mama koydun. Okula erken yolladın. Hormonlu gıda yedin. Sonu da yok…Yine geçenlerde bir dostu annemi durdurup kitabımın sonunu sormuş. Şu kadarını söyleyeyim: Çekişmeli bitiyor. Arkası yarın…
Kitabınızı henüz okumayanlar için bir yanlış anlamayı hemen ortadan kaldırayım isterim, Bir Şifa Bağımlısının İtirafları çok matrak, muzip, zeki bir kitap. Referanslarını, dipnotlarını takip ederek müthiş bir kişisel wellness atölyesi bile yapılabilir diye düşünüyorum. Bir yandan da huzursuzluğun, sorunların, çözümsüzlüklerin çözümünü arayan bir kadının kişisel gelişim serüveni. Bu dengeyi nasıl tutturdunuz? Yani kızınız için şifa, kendi blokajlarınızı kaldırmak için çözüm ararken bir yandan da nasıl bu kadar dalga geçebiliyordunuz anla ve bazen kendinizle?
Belki de gülmek, gülebilmek en iyi savunma yöntemi. Yani o, bir de erken yatmak. ‘Sirkadiyen’ ritim epey önemli. Tavuk gibi güneşle yatıp kalkacaksın. Gerisi kolay. Ne demişler? Su akar yolunu bulur. Ama cam şişede olmalı. Yoksa siz hâlâ pet şişe kullanıyor musunuz?
Deepak Chopra’nın İstanbul’a gelişi, anında satılıp tükenen biletler, yüzlerce insanın nefesini tutup onu dinlemek için bağdaş kurmuş heyecanla bekleme hali ve Chopra’nın Mevlana’dan söz edişi… O günü anlatmanızı çok isterim, müthiş bir hatıra.
Bu bir milli gurur anıydı. Düşünün Chopra gelmiş bize Madonna’nın sesinden Mevlâna okuyor, sonra da “Hazreti Muhammed’in hayatını yazıyorum” diyor. Tereciye tere satıyor. Deepak hoca giderken biz dönüyormuşuz meğer. Tek tek ayaklanıp çıktık o salondan demek isterdim, ama doğru değil. Yine de mıhlanıp kaldık oturduğumuz yere.
Detoks kamp hikâyeniz de yine şaşırtıcı detaylarla dolu. ‘Müşteri’nin memnun ayrılması, parasının karşılığını aldığını hissetmesi için kamplarda kullanılan temizleyicilere eklenenler, toksini attıklarını düşünsünler diye yapılanlar… Bir yandan da detoksla yeni bir hayata başladığını söyleyenler de çok. Nasıl değerlendiriyorsunuz bu hali, iyi geliyorsa belki de kandırmaca olan iyidir diyebilir miyiz?
Anne Harrington “The Cure Within” kitabında sizin de parmak bastığınız plasebo etkisini harika anlatıyor. Ne kendimi ne kitabı ne de kimseyi bu kadar ele vermek istemiyorum. Şifanın kendisi şifa zaten. İşin sırrı da burada. Sır demişken “The Secret/Sır”’ı okudunuz mu? Tüm kitapta değinmemeyi başarmışım. Onu anladım.
Aslında kitapta taraf tutmamaya özen gösteriyorsunuz, her bölümde anlaşılıyor bu. Kendi maceranız, bilimsel açıklama, vaat edilen ve aslında olan / olabilecek olan… Yine de tamamen şüpheye düştüğünüz, her şeyin bir kandırmaca olduğunu düşündüğünüz bir dönem oldu mu?
Şimdi bir sihirbazlık gösterisine gitsek, yanınıza birisi otursa ve sürekli dudak büküp, “Şapkada gizli bölmede tavşan var” dese? Büyü bozulur, sihir kaçar. Aldanmaya, büyülenmeye biraz gönüllü olmak lazım. Stand-up komediye insanlar, “Hiç gülmeyeceğiz” diye gitmiyorlar ki! Biraz eğlenmek umuduyla gidiyorlar.
Ben de benzer umutlarla, etkilenmek için şifaya gidiyorum.
Tüm deneyimlerime inanarak girdim.
İçimdeki şüpheciyi susturduğum zaman, karşımdaki şifacıya inandığım zaman uygulamanın benim için işlediğini gördüm. Şüpheyi attığınızda iş birliği doğuyor. Katılımcı deneyi değiştiriyor.
Farkındalık önerileri, egzersizler, çalışmalar… Bir Şifa Bağımlısının İtirafları bir yandan da kişisel gelişim rehberi niteliğinde. Bu önerileri okurla paylaşmaya nasıl karar verdiniz, derleme yaparken size iyi gelen yollara, yöntemlere, uygulamalara öncelik tanıdınız mı?
Ben bir hikâyeciyim. Dolayısıyla her zaman hikâyenin peşinden gittim. Hikâyesi sağlam olan deneyimlere öncelik tanıdım. Hikâye içermeyen deneyimler kitabın dışında kaldı. İyi gelen yöntemler aslında çok basit. Bunlar nedir söyleyeyim mi? Bence kitapta satır aralarından anlaşılıyor.
Yıllar önce Kanadalı yazar Jeffrey Moore’un Sinestezya (Memory Artists) adlı romanını yayınlamıştık, müthiş ilgi çekmişti, hâlâ da hepsatan listelerindedir. Sizin sinestezi hastalığıyla ilişkinizi anlatır mısınız? Bir sinestezik olmak nasıl bir duygu, nasıl bir deneyim?
Sinestet olduğumu bilmiyordum. Herkesin algılarını benimki gibi zannediyordum. Bir gün Nabokov okurken (galiba kızıma adını veren “Ada” romanı,) Sineztesya’ya dair bilgilere rastladım. Nabokov ile de böyle bir ortak yönümüz çıktı. Nabokov için A siyahmış, tabii namussuz Dmitri epey gösteriş yapıyor: İngiliz alfabesinin A’sı yıllanmış tahtaya Fransızların A’sı cilalı abanoza benziyormuş. Benim (ve muhtemelen çocuklukta alfabe bloklarıyla oynamış birçok sinestet için,) A kırmızı… B sarı. C lacivert. 1 sayısı siyah. Pazartesi gri-mavi, çelik ve soğuk. Cuma turuncu ve sıcak. Cumartesi yeşil ve kıvrak. İtiraf ettikçe başkalarında da ortaya çıkıyor. Nüfusun %4’ünde varmış. Haklarında böyle bir tanı yazılmış çizilmiş olmasa da Can Yücel, Edip Cansever (ve çoğu şair) bence sinestet. Bendeki seyir hafif bu arada. Sadece renkler, harfler ve sayılarla ilgili. Başkalarında gümbür, gümbür… Belli bir notayı duyunca çimen kokusu alanlar, belli bir dokuyla temasta pizza yemek isteyenler…
Şifa arayışının gerçeklikten uzaklaştırdığını, bir yönüyle de apolitik kitlenin kendini ‘bu işlere kaptırdığını’ düşünenler de var. Kaz Dağı’nda altın arama çalışmalarının başlamasıyla Türkiye ayaklandı hatırlarsınız, onlarca yüzlerce atölyenin düzenlendiği, şifa ve kendini bulma kamplarının yapıldığı Kaz Dağı için iyi enerji yollamanın ötesinde daha örgütlü protestolar yapılabilir miydi?
Kaz Dağları Türkiye’nin en kadim yerleşimlerinden, dağlarından birisi ve Türkiye’deki doğa koruma mücadelesine sadece bir örnek. Doğa yıkımı, doğal ve yarı doğal alanlar üzerindeki baskı sadece ülkemizde değil tüm dünyada geri dönüşü olmayan etkilerle karşı karşıya kalmamıza neden oluyor. Maalesef şifa çalışmaları ve doğanın haklarının aranması arasında birebir bir aydınlanma köprüsü kurmak mümkün değil. Türkiye’de onlarca yıldır doğal alanların korunması için yerel, bölgesel hatta ulusal hareket ve örgütlenmeler var fakat neredeyse görünmez gibiler.
Elbette insanların doğanın gücüne, dengesine dönerek ona saygı duymaları ve sahiplenmeleri bu örgütlenmede çok faydalı oldu. Kaz Dağları ve diğer doğal alanlardaki maden, baraj ve yapılaşmaya sadece iyi enerjiler ve düşünceler yollamak yeterli olmuyor! Eğer o bölgede yerel tabanlı karşı hareketler varsa onların desteklenmesi ve seslerinin duyulması gerekiyor. Asıl zorluk bu hareketleri görünür-duyulur kılmak.
Animizm doğada her varlığın bir ruhu olduğuna ve tüm doğanın canlı olarak algılandığı eski bir inanç sistemi… Dede Korkut hikâyelerinde dağın da ruhu vardır, suyun da… Bu bizim hamurumuzda var. Atalarımızda var. Dolayısıyla bir gün sistemin kendi etrafında çökeceğini umuyorum. Hepimizin özünde bulunan doğa sevgisine döneceğimizi umuyorum. O dağ buraya gelmeyecek. Biz dağa gideceğiz. Özür dileyeceğiz.
“Şifacılara gitmeli misiniz? Evet, gitmelisiniz. Şifanızın gerçekleşmesi için sizin için hangi aracı en doğruysa onu bulana kadar gitmelisiniz,” diyorsunuz. Nereden başlamalı sizce? Önce sorunu belirlemek mi, önce soruyu sormak mı, önce şifacıyı belirlemek mi, ne dersiniz?
Soru değil. Sorun. Derdin nedir? Arap saçına dönmüş ilişkiler mi? Aile dizini. Yorgun, yılgın mısın? Refleksoloji, Ayurveda, Yoga. Derdini kelimelere dökebiliyorsan: Çalışma. Açıklayamıyor musun? Durugören, nefes, hipnoz…
Ve son soru, kitabınızda başucu kitabınızdan bahsediyorsunuz, okurlar için sizin başucu kitap tavsiyeleriniz nelerdir?
– Ruhun Anatomisi, Caroline Myss,
– Dört Anlaşma, Don Miguel de Ruiz
– Şimdi’nin Gücü, Eckhart Tolle
– İyileşme Mucizesi, Kelly A. Turner
– Bağışıklığınızı Güçlendirin, Amy Myers