Meşher’in Göz Alabildiğine İstanbul: Beş Asırdan Manzaralar sergisi kapsamında Koç Üniversitesi Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi (ANAMED) Oditoryumu’nda Cuma günü gerçekleştirdiği “Çağrışımlar” panelinin ikinci oturumda Cem Behar “Şehrin Ortak ‘Sound’u”nu, Murat Belge “Batı’dan Bakışla İstanbul”u ve Gülsün Karamustafa ise “Sosyal Medyada ‘Paylaşılan’ Eski İstanbul”u anlattı.
Sanatçı Gülsün Karamustafa konuşmasında, İstanbul ile ilgili internette dolaşan ve sonu gelmeyen eski fotoğrafların “-mişli geçmiş” bir anlatıyla kime ve nereye ait olduğu belli olmayan yeni bir bellek oluşturma meselesine dikkat çekti. Karamustafa, “İnternette sebil gibi kullanılan bir İstanbul görsel arşivi var. Hiçbirinin nereden geldiğini, kimin olduğu hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Sadece akıp gidiyorlar. Bunların -mişli geçmiş konuşma tarzıyla bir İstanbul belleği oluşturma durumu da var. Bu durumun nereye doğru gittiği de belirsiz? Peki bu durumda nasıl bir İstanbul belleği oluşacak ilerisi için?” dedi.
“Sosyal Medyada ‘Paylaşılan’ Eski İstanbul”
Karamustafa konuşmasını şöyle sürdürdü:
“İnternette müthiş bir İstanbul resim görsel kaynağı var. Maalesef bu görsel kaynak hiçbir referans verilmeden, hiçbir kaynak gösterilmeden ve üzerinde farklı şekillerde yorumlar yapılarak kullanılan bir kaynak. Ben 2001’den bu yana internette rastladığım her İstanbul resmini arşivliyorum. Bu şekilde muazzam bir İstanbul görselleri koleksiyonum oldu. İnternette dolaşan bu görsellere yaklaşım ve yorumalar da benim çok ilgimi çekiyor. Çünkü her bir eski fotoğraf karşıma çıktığında altındaki yorumlarda önce bir özlem ve nostalji dikkatimi çekiyor. Bunlar inanılmaz yorumlar… Önce ‘ah ne kadar güzelmiş o günler, keşke o günlere ışınlansam, onu yaşasam falan’ diye başlıyor. Fakat bu aynı anda müthiş bir nefret söylemiyle de yan yana geliyor. Örneğin ‘niçin tabelalar Rumca, Ermenice… Biz Türkiye’de değil miyiz?’ gibi ifadeler de var. Sonra bu kaynakların sunum biçiminde de bir bellek oluşturma çabası var. Ama bu bellek oluşturma çabası da akademik bir çalışmaya ya da ciddi bir şekilde kaynak arama vs. dayanmıyor. ‘Ben bunu gördüm’ ya da işte ‘bilmem kim de bana dedi ki…’ ile devam eden bir kaotik bilgi paylaşımı mevcut. ‘-mişli geçmiş’ konuşma tarzıyla bir İstanbul anlatma durumu var. Bir diğer önemli nokta da bu resimler sebil gibi kullanılıyor ve hiçbirinin nerden geldiği, kimin olduğu konusunda hiçbir şey bilmiyoruz. Sadece internette akıp gidiyorlar. Bu bir furya… Bir hayli eğlenceli ama bir hayli de dramatik… Biz tüm gün burada sergiden yola çıkarak şehirle ilgili birçok şey tartıştık… Peki bütün bunların sonunda nereye doğru gidiyor bu? Nasıl bir bellek oluşacak ilerisi için?”
“Şehrin Ortak ‘Sound’u”
Cem Behar, sergide yer alan panoromalar arasında şehre içeriden bakan İstanbullu Ermeni Komitas Kömürciyan’ın yaptığı panoromadan yola çıkarak Şehrin Ortak ‘Sound’u başlıklı bir sunum gerçekleştirdi. Sunumunda “Panoramaların bana en çarpıcı gelen yanı şu: Büyük bir özen ve sadakatle çizilmiş. Şehirde denize bakan yüzlerce, belki de binlerce evin hepsi aynı şekilde çizilmiş. İki kat eğik bir dam, iki bazen de üç pencere… Kot farkı dışında hiçbiri diğerinden çok daha yüksek değil… Görülen tek yükseklikler camiler, kubbeler, minareler, bir iki çan kulesi, Bozdoğan Kemeri, Yedikule ve bir de ağaçlıklar ardında Topkapı Sarayı… Başka saraylar, büyük konaklar veya büyük evler görünmüyor,” diyerek konuşmasına şöyle devam etti:
“(…)Kömürciyan’ın bu manzaraları, sivil mimarinin ve iç mimarinin bu kadar homojen olduğu, ahşap İstanbul’da bana şehrin ortalama müzik zevklerinin de şehrin genel ‘müzikal sound’unun da nispeten homojen olduğunu düşündürdü. Sonra bunu doğrulamaya çalıştım. Sözünü ettiğim ‘müzikal sound’, bizzat kendisi günümüzde klasik Türk Musikisi veya benim deyişimle Geleneksel Osmanlı Türk Musikisi dediğimiz şey. Burada vurgulamak istediğim şu: 19. yüzyılın ortalarına kadar, belki de daha sonrasına kadar bu musiki geleneği tıpkı Kömürciyan’ın resmettiği evlerin şekli gibi, homojen bir biçimde İstanbul sakinlerinin aşağı yukarı tümüne dağılmış bulunuyordu. Toplumsal temeli, gerçekten çok geniş bir müzik geleneğiydi Osmanlı Türk Musikisi… Bu müzik bazılarınca sanıldığı gibi bir saray müziği değildi. Osmanlı da zaten hiçbir zaman var olmamış bir asilzade sınıfının da müziği değildi. Bestecileri de icracıları da dinleyicileri de toplumun her kesiminden geliyordu. Padişahı da vardı, kayıkçısı da… Esnafı da şeyhülislamı da… Divan katibi de vardı, pazar tellalı da… Bizzat şehrin sakiniydi, müziği üreten ve tüketen. Kömürcüyan’ın panoromalarını yaptığı dönemde halk müziği, sanat müziği şeklinde bir ayrım da yoktu. Bu ayrım 20. yüzyılda sonradan yerleştirilmiş bir ayrımdı. Bazı kaynaklarda bu sözünü ettiğim müziğe İstanbul musikisi denmesi boşuna değil. Sadece İstanbul’da var olmayan fakat kaynağı neşet ettiği ve geliştiği yer İstanbul olan bir müzikti bu. Hala da öyledir. 1780’li yıllarda dikkatli İtalyan bir seyyah geliyor İstanbul’a. Venedikli papaz Giambbattista Toderini ve Türklerin Yazılı Kültürü diye bir kitap kaleme alıyor. O kitapta Toderini, İstanbul da iki tür müziğe rastladığını söyler; bir mehter müziği ve iki oda müziği… Bu ikincisi yani oda müziği de elbetteki Kömürcüyan’ın resmettiği evlerin odalarında yapılıyordu.”
Cem Behar, konuşmasını “Şu itirazı duyar gibiyim: İstanbul’un ‘müzikal sound’u olan bu müzik geleneğinde bir popüler avami damar bir de daha incelmiş zevklere hitap eden yüksek sınıfa hitap eden bir damar yok muydu? Elbette vardı; bütün müziklerde olduğu gibi. Ama bu iki damar arasında kuvvetli ve devamlı bir geçişkenlik vardı. Aralarındaki mesafe sanılandan çok daha kısa, ikisinin ortak yanları da ayrılan yanlarından çok daha fazlaydı,” diyerek sonlandırdı.
“Batı’dan Bakışla İstanbul”
Akademisyen, yazar, eleştirmen Murat Belge ise Batı’dan Bakışla İstanbul adlı konuşmasında Batılıların onlar için yabancı bir kent olan İstanbul’u temsillerinde “biz ve onlar” ayrımının dikkat çektiğine vurgu yaptı. Murat Belge sunumunda, İstanbul’un önemli bir özelliğinin de tarihi boyunca birkaç kez çok ciddi bir şekilde el değiştirmiş olması olduğunu belitti. Belge, kentin kuruluşu ve el değişimiyle birlikte kamu alanları ve özel mekanlar arasında oluşan ikiliğe de dikkat çekti.
“İstanbul’un kuruluşundaki yerleşim model grekoromen dediğimiz model… Bu modelin ise başlıca özelliği aslında geometrik kent olması. Tabii bu lokasyona da bağlı. Doksan derecelik dik açılarla birbirini eşit kesen caddeler, sokaklar… Yani bu durumda caddenin bir ucundan baktığınızda şehrin ileri mıntıkalarında ne olduğunu görebilir durumdasınız. Bu tarzın saydamlık diye bir ilkesi var ve dolayısıyla kamu diyeceğimiz şey, bu şehir tipinde ağır basıyor. Devamlı bir kamunun içerisindesiniz. Onunla bir temas içindesiniz. Bu civardaki iklim de genellikle müsait olduğu için çok zaman açık havadasınız. Osmanlıya geldiğimizde ise tam karşısı diyebileceğimiz bir anlayışa geçiyoruz. Grekoromen şehirleşme tipinde kamu öne çıkarken, Türk-Müslüman modelde uzlet kavramı ağır basıyor. Yani bu modelde espaslar yok. Hatta bu modelde bu espasları kesmek bir ilke gibi işleyen bir şey. Bu sadece sokakta durup caddeye bakmakla olan bir şey değil. Yani geliyoruz sokağı dönüyoruz, genellikle kıvrılıyoruz, çünkü geometrik dediğimiz şey de yok, bir yerde sokak karar değiştiriyor şöyle gidiveriyor falan… Hatta bazen sokak karar değiştirip sokak olmaktan çıkıyor, çünkü sokak ortasına bir ev yapıyorlar ve dolayısıyla bilmem ne çıkmazına dönüşebiliyor. Bugünkü model, İstanbul’un kökeni olan grekoromen modelle uyuşmuyor. Ama bu model beklenmedik bir yerde de şehirde karşımıza çıkabiliyor. Mesela lağım meselesi. Bunu Yunanlılardan, Latinlerden öğrenmişler… Bugün Süleymaniye Camii’nin tuvaletlerine gidin, bunu görürsünüz.”
Panelin birinci oturumda Latife Tekin, İstanbul Üstüne İstanbul Kuranlar, Murat Germen Bakma, Görme ve Aktarma Biçimleri: İstanbul’un Evveli ve Ahiri, Dikmen Gürün ise Beyoğlu’nda Seyir Hâli başlıklı konuşmalar yaptılar. Panelin kapanış konuşmasını ise sergi çalışmalarına sergiyle aynı ismi taşıyan Göz Alabildiğine İstanbul: Beş Asırdan Manzaralar kataloğu için kaleme aldığı “Biz ki İstanbul şehriyiz, güzelizdir” başlıklı makalesiyle katkı sağlayan Prof. Dr. Zeynep Çelik yaptı.