İstanbul’da Neden Bir “James Baldwin Evi” Yok? -
James Baldwin,1966 İstanbul. Fotoğraf: Sedat Pakay

İstanbul’da Neden Bir “James Baldwin Evi” Yok?

İstanbul’un, bir dünya aydını olan James Baldwin’e en verimli dönemini geçirdiği şehirde, düşünsel mirasının yaşatılacağı bir müze/ ev armağan etmesi geç kalmış bir vefa borcu değil midir?

Türkler ikili ilişkilerinde vefakâr bir halk olsaydı herhalde “Vefa İstanbul’da bir semttir” sözüne gerek duyulmazdı. Türkiye hakkında oldukça olumlu yazılar kaleme almış Pierre Loti dışında, bu şehirde uzun zaman geçirmiş olmalarına rağmen adlarını, anılarını yaşattığımız yabancı bir sanatçı ne yazık ki yok. Ne Agatha Christie’nin ne de Gentile Bellini gibi bir yüksek Rönesans sanatçısının -şehrimizde on altı ay kalıp üstelik sultanın yağlıboya tablosunu da yapmış olmasına rağmen- adını bir sokağa vermişiz. Bu talihsiz isimlere bir de 20. yüzyılın en önemli Amerikalı yazar/aktivistlerinden biri olan James Baldwin’i eklemek ayrıca üzücü.

İngilizcenin gelmiş geçmiş en yetkin yazarlarından biri olan Baldwin’in bence en önemli özelliği gerek eserlerinde gerekse kişisel yaşamında döneminin sosyopolitik koşulları karşısında takındığı cesur devrimci tavırdı. Güçlü kaleminin yanı sıra olağanüstü hitabet yeteneğiyle en tutucu kitlelerin bile beğenisini kazanan Baldwin, Amerikan devletinin de en çok korktuğu aydınların başında geliyordu. Siyasi duruşu, isyankâr bir “negro” oluşu ve eşcinselliği nedeniyle yaşadığı baskılar yetmezmiş gibi bir devletin peşine taktığı ajanlarla uğraşmaktan bıktığı için ömrünün son yıllarının çoğunu Paris ve İstanbul’da geçirmeyi tercih etmişti.

James Baldwin, 2025, 19×14 cm, kağıt üzerine çini mürekkebi ve akrilik, Burhan Kum

1957 yılında New York’ta tanıştığı tiyatrocu dostu Engin Cezar’ın davet üzerine 1961 yılında aralıklarla on yıl yaşayacağı olan İstanbul’a geldi. Gülriz Sururi, Yaşar Kemal, Ara Güler gibi aydınlarla geçirdiği vakti “toplum tarafından düşmanlaştırılmadığı, ölüm korkusu yaşamadığı yıllar” olarak tanımlıyordu. Haksız değildi, 60’lar Amerikalı siyahlar için en karanlık yıllar olarak tarihe geçti. Siyahların eşitliği için mücadele eden üç yoldaşı, Medgar Evers (12.4.1963), Malcolm X (21.2.1965), Martin Luther King (4.4.1968) ve diğer birçok siyah devrimci Amerikan istihbaratı tarafından art arda bu yıllarda öldürüldü.

“İstanbul Onun İçin Güvenli Bir Limandı”

James Baldwin: Türkiye’de 10 Yıl kitabının yazarı Magdalena Zaborowska, ünlü yazarın İstanbul’da bulduğu huzurlu yazım ortamı ile yeniden üretmeye başlayabildiğini söylüyor:

“İstanbul onun için güvenli bir limandı. Açlığını çektiği huzurlu bir yazın atmosferi sağladı. Another Country (Bir Başka Dünya, YKY) kitabını düşünün. 10 yıl boyunca kitap müsvedde olarak durmuştu. Mektuplarında kitapla ilgili olarak kafasını bir türlü toplayamadığından bahsediyordu. Ama Türkiye’ye ulaşmasından birkaç ay sonra kitabı bitirebildi. Çünkü yeni bir ortamdaydı, insanlar onu seviyorlardı ve yardım ediyorlardı. İstanbul onun için bir yazar olarak güçlerini yeniden keşfettiği bir sığınak oldu. Evet Türkiye onun için bir sürgündü ama her şeyden çok yazarlık anlamında çok üretken bir duraktı. Aynı zamanda buradaki kültürden de çok beslendi.”

2 Ağustos 1924’te annesinin bir gecelik ilişkisinden dünyaya gelen James Baldwin biyolojik babasını hiç tanımadı. Soyadını annesinin sonradan evlendiği aşırı tutucu Hristiyan vaiz David Baldwin’den almış ancak kısaca “baba” dediği David ile yaşam biçimi ve inançlarından dolayı sürekli çatışmıştı. Yaşamı boyunca huzur bulduğu edebiyatla onu ilk tanıştıran ilkokulunun müdiresi Gertrude E. Ayer’di. Onun tavsiyeleriyle Dostoyevski ve ömür boyu takdir ettiği Charles Dickens okudu ve daha on yaşına gelmeden öyküler yazmaya başladı. Lise yıllarında editörlüğünü de yaptığı okul gazetesinde şiirleri yayınlandı. Sekiz çocuklu bir ailede büyümenin ekonomik zorlukları, ülkedeki acımasız ırkçılık ve hissettiği cinsel arzuları sorgulaması Baldwin’in daha bu yaşlarda politize olmasının en büyük etkenleriydi.

Collection of the Smithsonian National Museum of African American History and Culture, Sedat Pakay 1965.

Savaşın ardından 1948’de dinsel, cinsel ve ırkçı baskılardan kaçmak ve ufkunu genişletmek amacıyla 1957 yılına kadar kalacağı Paris’e gitti. Burada Jean-Paul Sartre, Simone de Beauvoir ve Max Ernst gibi aydınlarla tanıştı. Ancak Aimé Césaire’nin kaleminden 1950 yılında Paris’te yayınlanan Sömürgecilik Üzerine Söylev kitapçığı tüm kuşkularından arınmasında önemli bir rol oynadı. Césaire’ de karşılaştığı “negritude” kavramı sayesinde “zenci” olarak damgalanmanın aşağılık kompleksini aşan Baldwin, kavramı içselleştiren dünyadaki tüm siyah derililer gibi zihnini sömürgecilikten kurtarabildi (decolonizing the mind). Irkçılığın sömürgeciliği meşrulaştırmak amacıyla Avrupalılar tarafından icat edildiğini tam olarak (Londra ile sömürgeciliğin en önemli iki başkentinden biri olan) Paris’te kavradı.

Aimé Césaire bu yazısında şöyle yazar: “Batılı beyazların Hitler’de affedemediği şey suçun kendisi değildi. Nazizmin yüzlerce yıldır Avrupalı olmayan Cezayirli Araplara, Hindistan’ın kulilerine (coolies, İngilizlerin dünyanın diğer bölgelerindeki sömürgelerine köle olarak götürdükleri Hintliler) ve Afrika’nın zencilerini reva görülmesi Batılıları hiç rahatsız etmemişti. Onları rahatsız eden suçun insanlığa karşı olması değil, insanın küçük düşürülmesi de değil; suçun beyaz adama karşı işlenmiş olmasıydı!”

Baldwin’in 1979 yılında verdiği bir söyleşide bu zihniyetin sonuçlarını günümüze ışık tutan bir ileri görüşlülükle açıklar: “Filistinlilerin 31 yıldır Avrupa’nın vicdani suçunun bedelini ödediği söylenebilir. İsrail devletinin de Yahudileri kurtarmak değil, Orta Doğu’nun kapısında Batı’nın çıkarlarını korumak için kurulduğu da söylenebilir. Bu, Üçüncü Alman İmparatorluğu (Third Reich) kurulmamış olsaydı yaşanmayabilirdi. Çok acı bir ifade olsa da gerçek bu. İncil’e inanan bir dünyaya doğmuş olsam da, kutsal kitapların toprak sahiplenmeyle ilgili bölümlerine inanmıyorum. Ve Filistinliler Avrupa’nın işlediği suçların bedelini ödemek zorunda değil.”

Collection of the Smithsonian National Museum of African American History and Culture, Sedat Pakay 1966.

Bir bilinç yarılması yaşadığı Paris’ten parasızlık nedeniyle New York’a dönen Baldwin’in İstanbul serüveni 1957 yılında o sırada New York’ta bulunan tiyatrocu Engin Cezar’la tanışmasıyla başlar. Kısa sürede kaynaşan ikili Baldwin’in bir yıl önce yayınlanan Giovanni’nin Odası (YKY) oyununu tekrar yazarlar. Başrol için Cezar düşünülse de oyun hiçbir zaman sahnelenmez ancak bu olay uzun sürecek bir dostluğun başlangıcıdır. Bu samimi dostluğun yanı sıra peşinden ayrılmayan FBI ajanları ve aldığı ölüm tehditleri Baldwin’in Cezar’ın 1961 yılındaki İstanbul davetini kabul etmesinin en önemli nedenleridir.

Bir Dünya Aydını Baldwin

Onu eleştirenler tarafından Baldwin İstanbul’da kaldığı süre zarfında Türkçe öğrenmek ya da Türkiye’deki sosyopolitik ortamı tanımak gibi bir kaygı taşımadığı, meselesinin Amerika olduğu söylenir. Oysa Baldwin’in üzerine düşündüğü konulara ve yazılarına bakıldığında bir dünya aydını olduğu kolayca görülür. Günümüzde bile, Türkiye de dahil, dünyanın gündemini belirleyen ırk, din, sömürgecilik, cinsiyet gibi (hepsi Baldwin’in bire bir yaşadığı travmalardır) sorunlar karşısında takındığı radikal tavır onun o gün olduğu kadar bugün de evrensel olduğunun kanıtıdır.

1987 yılında mide kanserinden öldüğü güney Fransa’da Saint Paul de Vence’daki evi 2016 yılında bir vakıf çatısı altında korumaya alınmış ve Baldwin’in düşünsel ve maddi mirası rezidanslar, seminerler, toplantı ve sergiler aracılığıyla genç kuşaklara aktarılmak üzere derlenmiştir. Buna karşın Baldwin 1961-1971 yılları arasında birçok kez İstanbul’da bulunmasına rağmen sanatçının o dönemine ait elimizde kısa bir film (From Another Place (1973), 12:03, Sedat Akay), birkaç fotoğraf karesi ve Engin Cezar’a yazdığı mektuplar (Dost Mektupları, YKY) dışında çok da fazla bilgi olmaması düşündürücüdür. Oysa Baldwin’in bu süre zarfında İstanbul’da altı kitap yazmış olması, onun şehirle kurduğu üretken bağın en açık örneği değil midir? İstanbul’un, bir dünya aydını olan Baldwin’e en verimli dönemini geçirdiği şehirde, düşünsel mirasının yaşatılacağı bir müze/ev armağan etmesi geç kalmış bir vefa borcu değil midir?

 

Taş Tepeler’in Burnu; Prosoposen Çağına Giriş

0 0,00