Vefa’daki Meryem Ana Kilisesi (Ayın Biri Kilisesi), Tarabya Aya Paraşkevi Kilisesi, Yeniköy Panayia Rum Ortodoks Kilisesi ve Büyükdere Aya Paraşkevi Kilisesi… Tüm bu kutsal yapıların temel sanat eserleri üzerinde Seyhan Gemici’nin emeği var. Kendisini bir restoratörden çok zanaatkar olarak tanımlayan Gemici’nin kiliselerde yaptığı bu işin adı ‘sanat eserleri konservasyonu’. Yunanistan Milli Eğitim Bakanlığı’nın bursuyla Aristoteles Üniversitesi Politeknik’te eğitim aldıktan sonra bizzat Fener Rum Patrikhanesi yönetiminden Terkos Metropoliti Apostolos Daniilidis tarafından göreve çağırılan Gemici, 2016’dan bu yana kiliselerde yenileme çalışmaları yürütüyor. Duvarlardan sütunlara, kolon başlarından kitabelere, duvar resimlerinden büstlere kiliselerin tüm kutsal objeleri üzerinde çalışan Gemici ile işinin inceliklerini konuştuk.
-
İstanbul’daki önemli kiliseler çeşitli restorasyon çalışmaları için size başvuruyor. Kiliselerle kurduğunuz bu yakın ilişki nasıl ve ne zaman başladı? Neden sizi tercih ediyorlar?
Herkes evini arıyor. Herkes evini kaybetmiş. “Tilkilerin ini, kuşların yuvası var, ama İnsanoğlu’nun başını yaslayacak bir yeri yok diyor Hz. İsa.
Hatta insanın nerede yatacağı dahi sorun, yani ebedi istinatgâhı denilen yer ilk mekanmış gibi geliyor bana. Çocukluğumda gördüğüm her çukura dua okurdum, insanın ölümlü olduğunu öğrendikten sonra, yaşadığım şok ile sanıyorum, 5 yaşında yoktum içinde bir insanın yattığını düşündüğüm her çukura, arkadaşım Gonca ile yürürken, durur, “Hadi bir dua okuyalım” derdim. Kimi çukurları dikenler kaplamıştı. Bu günahkâr buna dua okumayalım o halde deyip geçtiğimi de hatırlıyorum. Nereden biliyordum ki günahı 5 yaşında bilmem.
Daha 10-15 gün önce tekrar yolum düşüp de görme fırsatı bulduğum Amasya Arkeoloji Müzesi’nde, kimi küpün içinde, kimi fıçılarda, kimi yumurta gibi topraktan pişmiş kaplarda larva gibi, yeniden doğuşa inandıkları apaçık ortada, çeşit çeşit mezarlara bakarken fıçının içinde hep bir komedi unsuru gibi resmedilmiş, sarhoş hatta belki de, Büyük İskender’e “Gölge etme başka ihsan istemez” diyen Diyojen’i de ilk defa anladım. Çoktan öldüm diyor. Ölmeden evvel ölmek dedikleri. Herkes Lahit’de gömülmüyor anlayacağınız. Fıçılarda, tahtadan ya da toprak kapların içinde. İşte bu benim kanım dediği Hz. İsa’nın.
Kiliselerde yaptığım işlerin adı Συντήρηση έργων τέχνης. “Sanat eserleri konservasyonu” anlamına gelebilir. Restorasyondan ziyade. Yoğun restorasyon işleriyle uğraştığım dönem 2002 ile 2013 yılları arasında, irili ufaklı konaklar, köşkler ve hatta arkeolojik yapılar. Güçlendirmeden izolasyona, ahşap bıçaklar, söveler, saçaklar, alınlıklar, sütunlar, kalıplar, kapılar, giyotinler, Dursun Bey çamları, hiç çimento kullanmadan yaptığım sıvalar, kıtıklar, gerçek horasanlar, küfekiler ile şimdi kaba diyeceğim ama hatırlamaktan dahi yorulacağım, delice işler. O zaman bir Ayasofya’nın bir de benim mal aldığım yerlere giderek, çini atölyelerinde, marangozhanelerde, motosikletle oradan oraya koşturduğum dönemde, Fener harabe bir yerdi, ben de çok severim harabeleri. “İnsan sanat eserlerinin en kötü düşmanıdır.”
Patrikhane’ye 2 adım mesafede, hangar kadar bir yeri tutmuş, altından da 2 kamyon moloz çıkartmış, mahzenler, yollar bulmuş, kapılara dayanmış geniş ferah atölyemin adı Arxitekton idi. Vergi levhamın üzerinde dahi bu yazıyordu. Architect’in geldiği yer. Ustabaşı, baş usta anlamına gelir. Benim mimarlıktan anladığım buydu. Ustalık, hüner ve sanat. Kocaman 2 melek yapmıştım Bizans mozaiklerinden ilham alarak alnına, sanki gökten oraya inmişler ve donup kalmışlar gibi. Her yer harap, perişan. Yukarıda Çarşamba, şalvarlı, takkeli, her yere bisikletle giden Salih usta ile Nina Simone dinler çay içerdik. O kiliselerin cam işlerini de yapardı. Hatta yıllar geçti aradan benim adadaki evin de camlarını ta İstanbul’dan gelip o elden geçirmiştir. Macunlarını kırıklarını. Bir de tur atmıştık adada. Ne tuhaf görünüyordur bir kadın ve bir molla yan yana. Her zaman çelişkiden büyük lezzet bulmuşumdur. Çelişki gibi görünen şeylerden. Siirtli Arap Hikmet Abi babam gibiydi. En sevmediğim ve anlaşamadığım insan “modern” denilen insandı, ben de her ne kadar motosikletli bir genç kadın olsam dahi, “modern” insanı çekemez anlaşamaz masalarından da kalkardım: Burada ne konuşuluyor anlamıyorum, diyerek. Bir iki mimar, bir iki gazeteci, parseller, alışverişler, çok bilenler, bak ne güzel yaptık diye perperişan işlerini bir de gururlanarak gösterenler arasında hiç işim olmadı. Belki de bu yüzden evliyalar ve azizler beni duydu.
Patrikhane ile de bir kontağım yoktu. Ne de kiliselerle. Önce olunur sonra ölünür. Ben de oldum ve restorasyon ile işim bitti.
Yunanistan’dan döndüğümden beri sadece ibadethanelerde, Sindirisi denilen bir iş yapıyorum. Türkçesi zanaatkar demek olur kanımca. Bu da 10 yıl sonra başkalarının daha kolay telaffuz edebileceği bir iş olabilir. Ama o zaman ben de artık başka bir yerde olurum. Şimdi konservasyon dahi söylemesi zor bir kelime. Fransızca conservation kelimesinden geliyor, restorasyon da öyle. Sanıyorum hepsinin kökeni Latin. Kebikeç de daha iyi. Ya da hiçbir şey deme.
Eskiden yapılan tüm evlerin üzerine gelenek uyarınca Arxitekton yazıldığı için, yani o eseri yapanın adı, ustasının adı yazıldığı için o geleneği devam ettirmiştim. Bunu da sadece bilen anlardı. Sindirisi işlerinde artık imza da kalkar, ad kalkar, sadece belki bir işaret bir im yerleştirir en fazla. Yok olmaya tahammül edebilen, bunu da sindirebilen demektir. Alçakgönüllü olmak gerekir, sanatçı gibi “Ben, ben, ben” demek değil. Yeni bir üretim hiç demek değildir, evveliyatı zaten olan bir şeyi hiç el değmemişçesine, o ilk elden çıkmışçasına sanki kendi elleri onu yapan ilk ustasının elleriymişçesine onun hizmetindeymişçesine hareket ettirebilmemiz ve sessizce onun talimatlarını dinlememiz gerekir. Bir zerre kendinizden, kendi benliğinizden üzerine bir şey eklerseniz o işi harap edersiniz. Tıpkı kendinizi inşanızda olduğu gibi.
Dolayısıyla ben kilise restorasyonu yapmıyor, bir kiliseyi meydana getiren temel eserler üzerinde çalışıyorum tek tek. Templon üzerinde çalıştım. Tronos üzerinde çalıştım. Sütunlar, kolon başları, kitabeler, ikonalar, Bema kapıları, Güneşler, Aylar, yıldızlar, kadehler, büstler, duvar resimleri, freskolar. Her biriyle en az 6 ay, bir sene, milim milim, bizatihi kendim, sabahtan akşama kadar, günde en fazla iki kahve bir yemek arası mola vererek, o da küçük bir kadeh sfinaki belki, bazen çok dalarak, “Ne zaman gideceksiniz” sözüyle uyanarak, günlerce kimseyle konuşmadan kutsal objeler üzerinde çalıştım ve onların temsil ettikleri ile bana açılmalarını bekledim ve öyle işledim, öyle de işlendim.
Her şey sahibine gider. Beni çok da fazla tercih etmezlerdi eminim. Ben o kadar uysal, yumuşak başlı bir zanaatkar sayılmam. Politeknik dönüşünde, bana telefon açtılar. “Seyhan hoş geldin, yıllar geçti. Sen kendini geliştirdin. Deneyimler tecrübeler kazandın. Tahsilini artırdın… Vefa’da bizim Meryem Ana Ayazma Kilisemiz var. Acaba oraya gelip bir örnek numune bize yapabilir misin?” diyerek ve ben de o elbiseyi üzerime güzelce giydim. Ama on yıllar öncesinde de Metamorfoz Manastırı’nın projelerini çizmiştim, nasıl olması gerektiğini, resim gibi. Taşlarını tek tek. Ve dahi yıllar önce, tümülüs üzerinde yapıların da projelerini çizmiştim. Tek tek. Yani hiçbir şey o şiirdeki gibi; Birdenbire olmadı. Victor Hugo’nun dediği gibi; Yüzyılda rüzgarlar oldu, yüzyılda bulutlar, yüz yıl sonra çarpıştılar, siz benden şimdi gök gürültüsünün hesabını soruyorsunuz. Aynen öyle.
-
Bu işi gerçekleştirmek için nasıl bir eğitim sürecinden geçtiniz? Bu konuda uzmanlaşmaya nasıl karar verdiniz?
Zaten ev yapmaya tövbeliydim. Duydum ki Yunanistan Eğitim Bakanlığı bir burs veriyor. Yaptığı işlere karşılık yetenekli sanatkarlara. Ömrümde müracaat ettiğim tek burs. İstanbul’da, Adalar’da ve en son Ayvalık’ta yaptığım ne kadar iş varsa fotoğraflarıyla gönderdim. Ve unuttum. Hiç tanımadığım bir numara aradı açmadım. Birden aklıma geldi bu iş. İnşallah bir daha ararlar dedim ve telefon çaldı. Müracaatım kabul edilmiş. Politeknik’te okuyacağım. Dilediğim Politeknik bölümünü seçebilirmişim. Yunan çocukları dahi 2 sınavla bu okula giriyorlar. Dünyanın en iyi 5 mimarlık okulundan biri. Yunanistan’da cuntayı da deviren okul. “Evraklar gerekiyor ama ben şimdi Ayvalık’tayım. Benim bitirdiğim okul ta Trabzon’da, çok zaman alır bu işler, yetiştiremem” dedim. Benden de sana bir hafta daha öyleyse, dedi telefondaki kadın. Gayet kendinden emin.
Böylelikle Selanik’e gittim. Aristoteles Üniversitesi’ne bağlı olan Politeknik bölümüne. Sırf İstanbul’a yakın diye düşünerek. Canımın istediği tek şey aslında 3 bin tane olan irili ufaklı adalardan en adı sanı duyulmamış birine yerleşip, orada 30 yıl geçirip, sonra dünyaya gelip ne olmuş ne bitmiş diye bakmak. Ama kimse sizi rahat bırakmaz ki. Daha en başında dediğim gibi insanın evi yok. İnsanın başını yaslayacağı bir yer yok. Hepsi geçici. Kaç açılmadık bavul hiç açılmamış halde taş binalar içinde. Ve sonra o şarkılar. Çıplak ayak söylenen şarkılar. Hiçbiri hiç söylenmemiş gibi. Avlular.
Ya da bir manastıra girmeyi düşler, oranın eksiği gediği ile uğraşırım diye sebepler icat eder, bir tekkeye bir mürşide intisab etmek isterdim ama yine rahatsız edilmeksizin. Tek tek kulübeler vardı, göz göz odacıklar vadi yamaçlarında, Midilli’de, onlara hayrandım. İçinde keşke ben olsaydım diyerek, en çok o taş kulübelere bakar imrenirdim. Hatta bana duvar da vermesinler kendim, öreyim, her bir şeyini kendim yapayım isterdim. Manastırlara gider, kimi yaşlıları ziyarete giden arkadaşlarımın akrabalarına dışarıdan lazım gelen şeyler taşırım. Tuvalet kağıdı gibi. Deniz kıyılarında, manastırların altından gidilen yollar, kayalıklar benim çok iyi bildiğim yerlerdi. Dehlizler, oklar. Birinin çizdiği yollar. Onları takip ederek vardığım kaynaklar. Ve hatta kendi yaptıklarım. Hem de bir Türk olarak, Yunan da değil. Bana bisiklet getirdiler köye daha çabuk daha kolay gidip gelebileyim diye. Ben böyle bir şey hiç istememiştim. Küp getirdiler, suyum içinde soğuk kalır diye. Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi. Hamak getirdiler içinde uzanıp yatayım diye… Ne işin var, burada ne arıyorsun demediler hiç. Sınır dahi çizdim. Sazlıklarla. Çünkü turistik yerler, turist cahil bilmeden giriyor her yere, sanıyorlar ki sen de onlardansın. Anglosaksonlarla, yabancılarla görüşmezdim hiç. Yunanlardı ahbaplarım. Köylüler. Turistlerin gittikleri yerlere gitmez, yoga merkezlerine, kundalinilerine ya da barlarına bakmazdım bile. En sakalı uzun adamın tavernasına oturur, en ihtiyar teyzeyle mutfakta çalışır, en dişsiz ihtiyar ile şarkı söyler, kara kazanlarda kaynamalarını beklerken kar gibi beyaz tülbentler üzerine serilen tarhanaların, tsipouro içerdim. Bir Allah’ın kulu kılıma dokunmadı hiç. Hiç korku nedir duymadım… Hatta şivemin tuhaflığını soran olursa, uzun yıllar yurt dışında yaşadığım için böyle olduğum söylenirdi. Ne kadar güzel. O kadar kendilerinden sayıyor, o kadar içten bir sevgi besliyorlardı ki; ben yabancı değil, yeni yurduna dönmüş biriydim sanki. Selanik’te okul tatil olduğunda yaptığım iş, işte adaya gitmek, onlara yardım etmek, Türkçe bildiğim için gelen Türk turistler için tabelalar yazmak ve usul usul inşa ettiğim kendi kulübemde, yıldızların altında tertemiz bir havayla ve tertemiz bir deniz ile uyuyup uyanmak. Başka ne isteyebilirdi ki insan. Arada sırada, İstanbul’a da gelebiliyordum. Bir günlüğüne de olsa. Bir gelişimde, adadaki Metamorfoz manastırına çıktım. Ve benim daha Londra’ya gitmeden evvel nasıl olması gerektiğini bir resim gibi çizerek Patrik Hazretlerine sunduğum küçük kilisenin saç bir tarafta, baş bir tarafta halini gördüm.
Çok üzüldüm ve bir e-mail yazdım. Minicik bir şapel. İçindeki tabloları aldıklarını biliyorum ama yine de iç duvarlarında, tavanlarında nefis bir mavi rengi vardı. Su alıp küflenmesin istiyordum. Benim bir iki günümü alır çıkıp halledeyim istedim. Kilisenin de tapusu yok anlaşılan. Manastırı var ama tapu olmadığı için yapılamıyor. Bir şey yaptın mı, hemen herkes ayağa kalkıyor. İşte o vakit, Apostol Bey’den telefon geldi. Tam o sırada ben de Nevizade’de 73 yaşında bir mimar abla ile İmroz restoranında masaya oturuyordum. İstanbul’u felaket özlemiş bir halde. “Seyhan hoş geldin” dedi bana metropol bey, “Yıllar geçti. Sen kendini geliştirdin. Deneyimler tecrübeler kazandın. Tahsilini artırdın… Vefa’da bizim Meryem Ana Ayazma Kilisemiz var. Acaba oraya gelip bir örnek numune bize yapabilir misin?”.
-
Kiliselerde ne tür restorasyon çalışmaları yürütüyorsunuz? Çalışma şekli ve sürecinden bahseder misiniz?
Kiliselerde restorasyon çalışmaları denilince çok katmanlı bir alandan söz ediyor oluruz. Kaba inşaatından havalandırmasına, avizelerinden ki metropolüm meraklıdır, hatırına cumhurbaşkanlığının avizelerini yapan sanatkârlar gelir, tek tek el ile dizerler kristalleri, çok ince ve gelişmiş zevkleri olan bir insandır metropol bey, uzmanları dinler, hocalar yanına gelir gider, dünyanın her bir tarafından. O bir orkestra şefi gibi yürütür tüm bu sistemi tek tek notlarını da alarak. En ufak detayı es geçmeden. Ben bunların içinde sadece bir toplu iğne başı kadar yer alırım belki ama o işleri de başka kimse yapamayacağı için. Kimi zaman fresko. Kimi zaman ahşap. Kimi zaman mermer üzerinde çalışırım. Kimin neyi yapabileceğini de Apostol Bey görür, bilir…
-
Bugüne dek hangi kiliselerde çalıştınız?
Vefa’daki Meryem Ana Kilisesi’yle (Ayın Biri Kilisesi) başladım. Benden önce Yunanistan’dan gelmiş biri, bir numune yapmış ve hala orada bir masanın başında çalışmakta idi. Gayesi de elindeki işi yapmak değil, gözüne kestirdiği bu duvarı yapmak. Açmak. Orada bir numune yapmış, makinayla. Benim haberim yok onun bunu yaptığından. Benden de aynı duvar üzerinde bir numune yapmam istendiği için, ben de bu beyaz duvarın önünde durmuş numune diyerek açılan dikdörtgen yere bakıyor, macun bu diye düşünüyor, Apostol Bey’i bekliyordum…
Orada metropolü bekliyorken, bu genç adam masadan kalkıp tek yakaladığı bana, yarım yamalak bir Türkçe ile “Siz Kimsiniz?” diyerek üzerime yürüdü. “Siz restorasyondan anlar mısınız ki?” gibi bir şeyler söylerken, “İngilizce biliyor musun” diye sordum, yok. “Den eisai evgenikos paidi mou, katolou” dedim. Bir şok geçirdi. Çünkü ona Yunanca, “Hiç kibar değilsin kardeşim” demiş oldum. İki adım geri sendeledi. Özür diledi. “Adınız nedir” diye sordu. “Geç kaldınız adımı sormakta” dedim. Gitti, gerisin geri yerine oturdu. Ve bir daha da konuşmadı hiç. Sadece metropol bey geldiğinde yerinden kalkıp elini öptü. Benim üzerime yürüdüğü anda meğer pencereden durumu gören bekçi metropolü aramış. Ve adamın bana sert çıktığını söyleyip haber vermiş bile.
Ben de bir numune yaptım. 3 gün çalıştım. Kare içinde küçük bir yer değil, bir metrekareden fazla bir yer açtım. Ve altından görülmemiş güzellikte, rengarenk çiçekler, güller meydana çıkarttım. Öyle bir macun tabakası değil. Ve bu üzerime yürüyenin de yanlış yaptığı işi, davranışının kabalığının aynısını duvarda da gösterdiğini kanıtlamış oldum. Çünkü makina ayarlanamaz. Makina hissedemez. Fazla derine gitmiş, deseni yok etmiş, altındaki macun tabakasını buldum diyerek ortaya çıkartmış, Allahtan fazla da bir yer açmamıştı ki, sonra ben bu açtığı yarayı da boyayıp kapatabildim. Tıpkı davranışının kabahatini kapattığım gibi. Çünkü ben Selanik’te ve Midilli’de böyle öğrendim. Biri kabalık yaparsa ona aynı şekilde kabalık yapılmaz. Bunu ağyar yapar. “Yandım elinden ağyar elinden. ” Çok severim o şarkıyı. Hisar Buselik. İşte bunları da İstanbul’da duymak işitmek varmış geldik yine buralara.
Bir sene boyunca sadece neşter ile tüm motifleri ortaya çıkardım. Eksik kısımları da bir halı gibi yeniden dokudum. Üzerinden 6-7 sene geçti. Hiçbir rutubet, boyalarımda dökülme, duvarda bir küflenme olmadı. Neden? Allah o duvarı kayırıyor mu? Hayır. Kilisenin diğer 3 duvarı rutubet yüzünden o kadar problemliydi ki patrikhane mimarı benim çalıştığım duvar dışında her yeri alçıpan ile kapatarak rutubeti gizleyebildi. Ama benim yaptığım duvarlar, çıplak fresko olmasına rağmen hem de, dökülme yok. İşte orayı öyle yaptım. Füsununa Meryem Ana’nın biraz orada vardım. Bir bembeyaz örtü diktirip, kendimi de onun arkasına gizledim hatta. Çalışırken görünmemek için. Biraz da işlek bir kilise. Görmek istiyor gelenler de, secde etmek istiyor önünde. Kaldırıldı bir süre sonra mecburen. İbadetim de bitti böylece.
Şimdi hiçbir insan gözü ayırt edemez neresi eski neresi yeni motiflerin. Ancak ben eski fotoğrafları çıkarıp da gösterirsem anlaşılır yeni olan kısımları. Fakat sanki hiç el değmemişçesine yenidir. İşte maharet de budur. Fakat öte taraftan, bunu söylemeyince de orası hep öyleydi sanılıyor. Sergilerde fotoğraflarını görüyorum Meryem Ana Ayazma Kilisesi’nin. Fotoğrafı çekenin dahi adı var da, ben ki onu bir sene milim milim açarak dokuyarak ortaya çıkartanım ama hiç ortada yokum, çok tuhaf oluyor insan. Sevgilisini elinden almışlar gibi. Ve onu asıl seven sensin. Onlar sadece fotoğrafını çekmişler de bundan dahi nemalanmak istiyorlar da sen onunla sabahtan akşama kadar hemhal olmuşun, sen onu yılların gizli kapaklı tüm ağırlıklarından kurtarmışsın, onun güzel yüzünü ortaya çıkartmış, bu çağın karşısında da mahcup bırakmamış, güzelleştirmişsin, bir tane yara bere kalmamış yeniden diriltmiş, onu gururlandırmışsın da şimdi elin çektiği bir fotoğrafa dahi el gibi bakıyorsun öyle mi? Çok tuhaf bir durumdu benim için.
Asıl benim anlatmam gerekiyordu. Ve işte bu yüzden şimdi anlatıyorum. Orası dümdüz bir duvardı. İki kat sıva ve 7 kat boyanın altından bulup çıkarttıklarımı görüyorsunuz sizler şimdi. Nasıl oldu da bu hale geldi. Hangi yöntemlerle oldu. Hangi aşamalardan geçti… Her şeyi bana anlattı. Benim gelip size anlatmam için. Ardından Tarabya Aya Paraşkevi. Mermer Templon ve Bema Kapısı üzerinde çalıştım. Ardından Büyükdere Aya Paraşkevi. Templon, Tronos, tüm aksesuarlar, kitabeler, altın varaklar ve 14 sütun. Ve en son Meryem Ana Yeniköy Panayia Kilisesi’nde çalıştım. Yine duvarlar, tüm duvarlar. Ve ahşap işlemeler üzerinde. Orada çok başka bir şey gördüm. Ama onu bir sergiyle ifşa etmeyi düşlüyorum.
Sadece sedef kakma gibi ince işlerini yaptığım diğer kiliselerden ya da Patrikhane’de yaptığım çalışmalardan, büstlerden daha hiç söz etmedim bile. Patrik Hazretleri’ne yaptığım dolaptan, onun gümüşleri için gittiğim has gümüş hanlarından, çektirdiğim incecik zar gibi gümüşlerden, ikonalardan, üzeri örtülü rüyalardan, ortaya çıkmayı bekleyen karanlıklar altında kalmış rengarenk düşlerden.
Herkes sanıyor ki kimyasallar bulur. Bir kulak pamuğu ile temizlenerek bulunur. Kimyasallar hiçbir şey bulamaz. Belki de daha beter mahvolmasına sebep olur eserin. Her şey ama her şey, eğer sessizce durup dinlersen, bulunur. Yoksa Hermes Trismegitus her bir kimyayı bilmezdi. Bilmek bizim anladığımız bir şey değildir. Bir kere bile amonyak kullanmadım. Onu sadece yanıma kimsenin yaklaşmasını istemediğim zaman, kapağını sadece birazcık açmak için yanımda bulundurmak dışında.
Daha yapıldığı, inşa edildiği günden beri üzerindeki örtü hiç kaldırılmamış objeleri de ortaya çıkardım. Yüzü hiç görülmemiş, sadece yapan görmüş ve İstanbul’a gelirken yolda kırılmasın diye örtülmüş bir mermer çiçek motifin üzerindeki alçıyı, iki asır sonra ben açtım. Onu öyle sanıp yerine koymuşlar. Yani öyle zannettikleri şeylerin dahi aslında öyle olmadıklarını ortaya çıkardım. Bunlar benim de bilerek yaptığım şeyler hiç olmadılar. Sadece dikkatliyim. Bunu söyleyebilirim. Özenliydim. Çalışkan ve sabırlı ama ben de bilmezdim.
-
Kendinizi restoratör yerine zanaaatkar olarak tanımlıyorsunuz. Neden?
Çünkü restoratör aslında anti-restoratördür. Bu belki de her zaman böyleydi. Restorasyonizm konusunu bilenler bilir, kelime Hıristiyan teolojisinden doğar. Kiliseyi orijinal, saf haline döndürmeye çalışırlar, hataları veya eksiklikleri düzeltmeyi amaçlayarak. Harap binaları restore eden anlamı, yani yenileyen anlamı 18’inci yüzyıl sonlarından başlayarak kullanılıyor, anti-restorasyon ima edilerek. Çünkü bu saf hal kimsenin hoşuna gitmiyor olsa gerek. Ya da kaba bulunuyor. Romanesk gibi daha 12’nci yüzyılda da sona eriyor, gotik mimari ortaya çıkıyor.
“Hıristiyan primitivizmi” anlamında “restorasyonizm”, ilkel kiliseyi, erken Hıristiyanlığı yeniden inşa etmek için bir model olarak kullanılıyorsa, On iki Havari’nin takip ettiği Hıristiyanlığın biçimini temsil ediyorsa ben zaten oradan geliyorum. Doğu’dan. Apostolik. Havarisel. Bu yüzden bizim küçük kiliselerimizdeki samimiyet, ruhaniyet hiçbirinde yokmuş gibi gelir bana. Ben dünyanın her yerinde kiliselere, camilere, ibadethanelere gittim. Bu ruhu görmek için Anadolu’da dolaşmanız gerekir, her adımı kutsal olan Kapadokya’da. Bağdaş kurmuş oturan İsa’yı kendi gözlerimle görmek için dünyanın kayasının taşının üzerinden atlayarak yürüdüm koca bir vadide. Onu bir mağaranın içinde gördüm.
Beni yeni hiçbir şey enterese etmiyordu ki, kendime “yenileyen” anlamına gelen restoratör diyeyim. Portofino’da da çalıştım ama dış cephede. O nakış gibi işledikleri yüzeylerde nasıl çalıştıklarını deneyimlemek için. Ne söve yapıyorlardı ne de alınlık. Hepsi fırça ile. Resim. Biz böyle meyve sepetlerini, çiçek buketlerini hep yapıların içinde sergilemiş, içini işlemişiz. Dışarıya bir gösteriş sergilememişiz. Ama ben yine de Pera’daki çizgili pijama gibi boyanan dış cephe işlerinden bunalınca kendimi Portofino’da bulmuştum. Öğreneyim, belki bir binayı bu şekilde yaparsam süslenir alem diye. Bir örnek teşkil eder, ufuk açar. Başka teknik kaygılarım da vardı. Bizde söveler alınlıklar doğru dürüst yapılmıyorlardı. O motifleri yapacak bıçaklar dahi ortadan kalkmıştı, kendi yaptığım restorasyonlarda kalıbını tahtadan kendim yapmam gerekiyordu, bıçak da yaptırmam gerekiyordu. Bu kalıba küfeki tozundan harcı döküp taşlaşmasını bekliyordum. Bunun yerine yerleştirilmesi de bir iş. Düzgün yerleştirilmediği için, koca bir eliböğründeyi Galatasaray’da düşmüş gördüm, üstelik yeni yapılan bir restorasyon işi idi. Birinin kafasına düşse direk ölümdü. Eliböğründe yani payanda büyük bir taş içinde, cılız 2 demir, o payandalar gösteriş amaçlı sonradan eklenen aksesuarlar yapıya. Oysa vakti zamanında, putrel demirleri ta salonun ortasına kadar gider oradaki kayıtlara bağlanırdı. Düşmesine, kopmasına imkân yoktu. Şimdi sadece dışı, gösterişi ve havasına bakıldığı için, eklektik bütün unsurlar… Dolayısıyla ben de gencim ve düşünmüştüm ki, kurtulalım tüm bu parçalardan, madem yapamıyoruz ve çok zaman alıyor, en iyisi hepsinden kurtulalım ve dümdüz bir yüzeye sanki söve varmış gibi resim çizelim ama bari onu güzel çizelim. Ne dediğimi anlatabilmem için bir Portofino kartpostalına bakmanız gerekir. Sahile bakan yapılara. Bizim cephelerden ise, söve yerine yalap şalap yapıştırılan mermerler, sarkan köpükler anlaşılır, çok çirkin. Portofino’da 6 ayda bir cepheyi bitiriyorlar. Bu da hiç burada olacak bir iş değil ama Portofino’nun binaları Beyoğlu’nun, Pera’nın binalarından güzel değillerdi yapısal olarak. Ama dış cepheleri, merdivenleri ile albenili, çok yüksek, çok estetik görünüyorlardı. Bizim iki renkli, üç renkli flama gibi maket gibi apartmanlara göre. Bunları yapsaydım, belki kendime restoratör diyebilirdim. Ama yapmadım. Öğrendim de yapmadım.
Tüm yaptım diyebileceğim işler hayatta bilmeden yaptıklarımdır. En güzelleri. Tüm hocalarım, ustalarım, hiç ustam olamamışlar, hiç hocam olamamışlardır ama gelir sizi bulurlar ve öğretirler. Bu, başlangıçta sözünü ettiğim kales texnes’in özüdür. Yani güzel sanatların özüdür. Kales texnes, sanatın ve zanaatin sözüdür. Zanaatkar o işin içinde yaşar.
Değirmenci yoksa yel değirmeni de onunla birlikte ölür… Şimdi birkaç tane yapıyorlarsa da hepsi pervane gibi aynı yönde dönüyor. Çünkü zanaatkar öldü. Yoksa kim onun külahını rüzgârın yönüne göre çevirmesini bilir ki ondan başka. Mimar her şarkıyı söylemez ki. Radyoculuğa benzer. Asıl müzisyen zanaatkar. Asıl ahenk asıl sır bu idi. Asıl raks bu imiş gibi gelir bana.
-
İbadethanelerde çalışmanın zorlukları nelerdir, bugüne dek ne tür zorluklarla karşılaştınız? Çalışırken en çok nelere dikkat etmek, özen göstermek gerekiyor?
Tüm zahmeti sadece biraz fiziksel oldu benim için. Fiziksel olarak yoruculuğunun dışında hiçbir ağrısını sızısını çekmedim. Günde 20 bin adım atmam gerekti Yeniköy’de çalışırken. Aklın ruhun gönlün gözün gittiği yerlere maalesef beden yetemiyor. Sinirleniyor, yoruluyor, tükeniyorsunuz. Kalp kırıyor, tahammül eşiğimiz düşüyor, harap ve bitap hale geliyorsunuz. Alnınızdan damlayan ter mermerde yankı yapıyor ve bu dahi kulağınızı parçalıyor. Eve vardığınızda yürüyecek haliniz dermanınız kalmıyor.
Bu işler acele ile olacak işler değil. Sakin ve sükûnet istiyor. 2 kere ameliyat olmam söylendi. Olmadım. Yorgunluktan olduğunu biliyorum. Bunun dışında sadece bir lütuftur. O kadar da zahmetini çekeyim. Bir memur olarak insanlar ne zahmetler çekiyor. Çalışırken yaptığınız işin yarı sanat değil, tam sanat olduğunu bilmeniz gerekiyor. Ve hiçbir şey bilmediğinizi daha evvel söylediğim gibi, hep dinleyerek kulak kesilerek işaretleri izleyerek kontrollü bir şekilde hareket ederek ve çok hürmet göstererek davranmanız gerekiyor ki size açılsın. Bir duvarın önünde bir ay geçirdim ama nasıl yapacağımı ona baka baka anladım. Sonrası çorap söküğü gibi gitti. Ama anlayana kadar sadece ona baktım. Bu bir hazırlıktır. Bu sırada yakınımda kimsenin olmasından hiç hoşlanmam.
-
Gelecek projelerinizi öğrenebilir miyiz?
İnsanlar plan yaparken Tanrılar gülümsermiş. Çok eski bir söz bu. Yine de yok olmaya yüz tutan, hatta sır olmuş sembolleri birebir ölçüleriyle yeniden hayata katmak, kiliselerin içini bir turist gibi gezen ve gözü asıl görmesi gerekenede hiç değmeden çıkıp gidenlere, orada asıl neyi görmeleri gerektiğini, detaylara vurgu yaparak ön plana çıkarmak, tablolaştırmak bana hoş geliyor.
Çünkü kırk yıldır orada çalışan ve gözü gibi oraya bakan dahi, işaret etmedikçe görmüyordu. İlk kez görüyorum, ya da siz gösterince fark ettim sözlerini işitiyordum. Şimdi bu hislerle atölyemde, 6-7 kiliseden artan malzemeler, işler, modeller, aletler, edevatlar, çizimler, hisler ile sanki hepsi şimdi yanı başımda, neler meydana getireceklerine bakıyor, bu havuzda yüzüyorum. Bu yaz ömrü hayatımda ilk kez yüzmedim. Bir şelalenin altına girdim sadece. Başka temiz bir deniz bulamadım.
İnsanlara gezip dolaştıkları kiliselerden bir anıyı alıp yanlarında götürebilecekleri bir imkân yaratmaya çalışıyorum… Duvardaki bir motifi. O çiçeği, o yazıyı, o hikayedeki o bakışı, o ölçüde, o renkte, birebir, hiçbir şey ekmeden ve çıkarmadan, tüm bu işleri orada yapan olarak, duvardan çıkarıp yürütmeyi arzuluyorum, bir tekrarını sergilemeyi sevdiğim detayların, simgelerin, benim için anlamlı olanların, kendime yakın bulduklarımın. Ki koca bir bahçeden insan bir çiçek, bir yaprak da koparıp koklayabilsin diye. Tablo da bu yüzden vardır zaten.
Çünkü resim size hatırlatır bin sözle anlatılamayacakları. Birini hafifçe görmek gibidir. Çok özlediğiniz birini düşünün. Yerini tutmaz ama gözünüzde canlandırmaktan çok daha etkilidir resmine bakmak. Bu yüzden ikonaları öperiz. Resim derken kaştan gözden söz etmiyorum. Bir nokta, bir çizgi, içinde mana taşıyan her şeyden söz ediyorum.