Londra’da müze ve galeriler bu yaz birçok önemli sergiye ev sahipliği yapıyor. Bunlardan birisi de Tate Britain’de Nisan ayından beridir gösterilmekte olan Isaac Julien’in “What Freedom Is To Me” adlı sergisi. Adını Nina Simone’un “I’ll tell you what freedom is to me. No fear” (Sana özgürlüğün benim için ne demek olduğunu söyleyeceğim. Korkusuzluk” sözünden alan sergi 1960 Londra doğumlu sinema ve video sanatçısı Isaac Julien’in son kırk yıllık sanat yaşamına ışık tutuyor.
Odak noktası sosyal adalet
Film ve video alanındaki önemli eserleriyle adından söz ettiren Julien çalışmalarında deneysel, politik ve şiirsel bir dil kullanarak bunları dans, fotoğraf, müzik, tiyatro, resim ve heykel sanatlarıyla birleştiriyor. Filmlerinin odak noktası sosyal adalet olan Julien, dünyadaki çelişkileri eleştirel bir dille sinema sanatının sınırlarını zorlayarak aktarmaya çalışırken zaman, mekân ve tarih anlayışının geleneksel kavramlarını yıkmayı hedefliyor.
Sergi Julien’in Sankofa Film ve Video Kollektifi’nde ürettiği ilk filmlerinden son filmine uzanan sanat kariyerini odaklanıyor. 1983 yılında Isaac Julien, Martina Attille, Maureen Blackwood, Robert Crusz ve Nadine Marsh-Edwards tarafından kurulan Londra merkezli Sankofa Film ve Video Kolektifi, Afrika, Asya ve Karayipler diasporasından sanat öğrencilerini bir araya getirerek İngiltere sinemasındaki siyahi hareketin önemli bir temsilcisi olmuştur. Sergide bu döneme ait dört eser yer almakta. Bunlardan ana sergi mekanının dışında yer alan Colin Roach’ı Kim Öldürdü? (1983) Julien’in ilk filmi ve bir polis karakolunun girişinde siyahi bir gencin ölümünün ardından çıkan isyanları belgelerken Bölgeler (1984), 80’lerin başında siyah İngilizlerin deneyimlerine odaklanır ve Bu Bir AIDS Reklamı Değildir (1987), o dönemde her gece televizyonda gösterilen korunmasız cinsel ilişkinin tehlikeleriyle ilgili karamsar reklamlara göndermede bulunur.
Afrika sanatı ve modern sanat üzerine
Once Again… (Statues Never Die) (2022) adlı beş ekranlı enstalasyon Julien’in son işidir ve ana sergi alanında karşımıza çıkan ilk çalışmadır. Girişte ilk olarak cam bir korumanın içerisinde yer alan siyah bir kadın büstü ile karşılaşırız. Sonra bu heykel ve salonun çeşitli yerlerinde yine cam korumalar içinde yer alan Afrika sanatına ait çeşitli objeler film içinde de görünür ve anlamları açığa çıkar. Filmin iki ana kahramanı Harlem Rönesansı’nın önemli isimlerinden kültür teorisyeni Alain Locke ve çağdaşı Afrika sanatı kolleksiyoneri Albert C. Barnes’tır. Filmde Locke ve Barnes’i canlandıran oyuncular Afrika sanatı ve modern sanat üzerine olan eleştirel, hayali bir diyalog içine girerler. Sömürgeci alımlama, ilkelcilik, modernizm konuları hakkında ikili arasında geçen tartışma Locke ve Barnes’in yazdıkları yazılar ve makalelerden alınmıştır. Oxford’da, ilk Afrikalı Amerikan Rodos bilim insanı olarak önyargıyla karşılaşan Locke, filmde tanrı heykelleri gibi ele alınmış Aristoteles ve Leibniz’in mermer heykellerini izlerken yanı başında, Afrika’dan gelen sanat eserleri üniversitenin antropoloji bölümünde ilkel örnekler olarak sunulmaktadır. Filmde ayrıca Locke ile heykeltıraş Richmond Barthé arasındaki ilişkiye odaklanılarak Harlem Rönesansı’nın queer alt kültürü de ele alınmaktadır. Sergi girişinde yer alan siyah kadın büstü heykeli Barthe’nin eseridir. Film boyunca şarkıcı Alice Smith’in söylediği ve tekrarladığı “Bir kez daha başlıyorum…”Afrika sanatının yeniden başlangıcına Harlem Rönesansı’na göndermede bulunur.
Sömürgecilik eleştirisi
Filmde estetik ve ırkçılık arasındaki karmaşık ilişki bir dizi sahne ile devam eder. Özellikle 1897’de İngiltere tarafından Benin (Nijerya) seferinde yağmalanan eserler ve bu eserlerin Avrupa müzelerinde yer alıyor oluşu üzerinde durulur. Bu seferde İngiliz askerleri yüzyıllarca var olan Benin İmparatorluğu’nu yok etmiştir. Locke ve Barnes arasındaki diyaloglar bazen Ganalı akademisyen ve belgeselci Nii Kwate Owoo’nun 1970 tarihli You Hide Me (Beni Sakla) filminden arşiv görüntüleriyle kesilir. Bu görüntülerde Owoo British Museum depolarında yer alan Afrika eserlerini belgelemektedir. Yine Heykeller de Ölür adlı 1953 yapımı Fransız belgesel filminden görüntüler de yer alır. Alain Resnais, Chris Marker ve Ghislain Cloquet tarafından yönetilen deneme filmi, Afrika sanatının tarihi ve Batı sömürgeciliğine odaklanmaktadır. Sömürgeciliği eleştirdiği için bu filmin ikinci yarısı Fransa’da 1960’lara kadar yasaklanmıştır.
Avrupa’ya göç
Julien’in sergide yer alan diğer çalışmaları aynı odada döngüsel bir şekilde art arda gösterilen Western Union: Small Boats(2007) ve Ten Thousand Waves (2010) de yine çoklu ekran enstalasyonlarıyla sunulmaktadır. Western Union: Small Boats Akdeniz üzerinden Avrupa’ya doğru gerçekleşen göçü merkezine alır. Ian Chambleirs’in “Günümüzdeki göç karşısında, Afrika’dan beş yüz yıl önce başlayarak bugün güney İtalya kıyılarına kadar uzanan tarihi zincirleri oluşturan hayaletlere kulak vermek için gerçekten çok az insanın isteklidir,” sözünü gönderme yaparcasına Afrika’dan İtalya’ya gerçekleşen göçün transatlantik köle sistemiyle bağlantılandırır, zamanlar ve mekanlar arasında geçişler yaparak hayalet bedenler kullanır. On sekiz dakikalık filmin ilk sahnesinde yan yana üç ekranda önce orta ekran aydınlanır ve sakin bir denizi çerçeveleye kemerli kapı görülür. Kemerin bir tarafı açıktır; bir kadın, basit beyaz bir elbiseyle yavaşça kapıya doğru ilerler ve denizi seyretmek için kapının kenarında durur. Bu sırada diğer iki ekran da aydınlanır ve bu kez kemerli kapı kapanmış olarak gösterilir, bir şarkı duyulur. Ardından, balıkçıların balık avına hazırlanışlarını gösteren bir dizi sahne gelir. Tekne ekipmanlarının detayları gösterilir, sakin deniz suyu görüntüleri belirir ve kaybolur. Bu görüntülerin arka planında ise Morse kodu tıklamaları duyulur. Fransızca, İngilizce ve İtalyanca haber sesleri işitilir ve Lampedusa civarında meydana gelen bir gemi kazasından bahseder. Ardından kamera, üst üste yığılmış teknelerden ve dağılmış nesnelerden oluşan bir çöp dağının üzerinde uzun süre kalır. Küçük ahşap teknelerin üzerinde Arapça yazılar vardır ve burası Lampedusa’daki bir tekne mezarlığıdır.
Kolonyal miras
Bir sonraki sahnede kamera Sicilya’nın güneyindeki Scala dei Turchi’deki etkileyici beyaz kayalıkları gösterir. Kayalıklar, mavi gökyüzü ve deniz, yürüyen dansçılar gösterilmeye devam ederken yan ekranlardan birinde ilk sahnede görülen kadın sahile yakın bir yerde yüzen kırmızı bir tişörtü alır. Bu yakın zamanda gerçekleşen bir tekne kazasından geriye kalmıştır. Bir sonraki sahnede, küçük tekne içindeki bir grup yolcu güneş altında denizde ilerlerken görülür. Sahne bir anda değişir ve izleyici Palermo’da on sekizinci yüzyıldan kalma bir barok sarayının (Palazzo Valguarnera-Gangi) içine götürülür. Kamera salonun süslü detaylarına takılır ve bu görseller önceki sahnelerle tezat oluşturur. Julien’ın çalışmasında bu saraya yer vermesi onun metinlerarası çalışmasına referanstır. Giuseppe Tomasi di Lampedusa’nın Leopar adlı romanının beyaz perde uyarlaması olan Leopar filmi bu mekanda çekilmiştir. Leopar, İtalyan Yeni Gerçekçilik akımının önemli isimlerinden Luchino Visconti’nin yönettiği bir filmdir ve İtalya tarihini, Sicilya aristokrasisinin çöküşünü, burjuva sınıfının yükselişini anlatır. Julien’in filminde dansçılar saray zemininde bir yaşam mücadelesini yansıtan devinimler içerisinde gösterilirken bir anda bu sahne kesilir ve bu kez aynı bedenler su altında aynı devinimleri gerçekleştirirken görülür. Böylelikle Julien, çağdaş küresel göçün karmaşık alanlarını temsil ederken, İtalya’nın ulus devlet oluşumunu, kuzey/güney bölünmesini, kolonyal mirasını ve iç ve dış göç tarihini bağlantılandırır.
Çok ekranlı enstalasyon
Ten Thousand Waves (2010) adlı çoklu ekran enstalasyonu ise 2004 yılında yaşanan bir trajediye, Morecombe Körfezi olayına dayanır. İngiltere’nin kuzeyindeki Morecombe Körfezinde kaçak olarak çalıştırılan deneyimsiz Çinli midye toplayıcıları, kendilerine gel git saatinin yanlış bildirilmesi nedeniyle dalgalar altında kalmış ve bu olayda yirmi üç Çinli göçmen hayatını kaybetmiş sadece on beşi kurtulmuştur. Çok kanallı bu enstalasyonda olayın travmatik gerçekliği Çin mitolojisi, Çin edebiyatı ve Çin sinemasıyla bağlantılandırılarak anlatılır. Önce ekrana arşivlerden elde edilen acil yardım çağrısı sesleri, düşük çözünürlüklü belgesel görüntüleri, fırtınalı dalgalar ve kızılötesi gözetleme ile kurtulanın bir işçinin belli belirsiz görüntüsü yansır. Bu sahnelerden sonra Çin deniz tanrıçası Mazu’yu canlandıran oyuncu Maggie Cheung gökyüzünde süzülür. Mazu efsanesinin kökeni, Morecambe Körfezi’nde hayatını kaybeden işçilerin geldiği Fujian Eyaleti’ne dayanmaktadır. Mazu hem deniz tanrıçası, hem de balıkçıların koruyucu tanrıçası olarak balıkçıları güvenle evlerine geri dönmesini sağlayan tanrıçadır. Ancak bu defa görevini yapamamıştır. Çinli midye toplayıcılarının birçoğunu kurtaramayan Mazu’nun gerçek dışılığı kamera arkası görüntülerle, yeşil ekran önünde oyuncunun bir sapan içinde ileri geri çektirilerek gösterilmesiyle verilir. Shanghai Film Stüdyoları’nda çekilen başka sahnelerde ise aktris Zhao Tao, 1930’ların klasik Çin filmi The Goddess’ı yeniden canlandırır. Julien, Small Boats filmi için Çinli yazar ve şair Wang Ping’den küresel göç konulu bir senaryo yazmasını istemiştir. Ping “Ten Thosund Waves” şiirini tamamlandığında Julien bu şiire dayanarak filmi Çin göçünü anlatan çok ekranlı bir enstalasyona dönüştürür ve ona Ten Thousand Waves adını verir.
Lessons of the Hour (2019) (Saatlerce Ders) 19. Yüzyılın önemli bir figürü Frederick Douglass’ı yeniden canlandıran bir filmdir. Douglass, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki siyah vatandaşların hakları için sürdürülen mücadelenin önemli bir ismidir. Köleliğin kaldırılması, siyah insan hakları ve vatandaşlık hakları için verdiği mücadelelerle tanınmaktadır. On ekranlı bu enstalasyonda Douglass’ın ABD, İngiltere ve özellikle İskoçya’da köleliğin kaldırılması için harcadığı yoğun çabalar tekrar canlandırılır ve bunlar günümüzde sürdürülen mücadeleyle bağlantılandırılır.
A Marvellous Entanglement (2019), Julien’in İtalyan modernist mimar Lina Bo Bardi’nin mimarisine bir saygı duruşu olarak gerçekleştirdiği çok ekranlı bir enstalasyondur. Film, Bo Bardi’nin Brezilya için tasarladığı yedi kamu binasını mekân olarak ele alır. Bu yapıların bazıları hala kullanımda bazıları ise terk edilmiştir. Mağara ağzı gibi kapıları ve pencereleriyle olağandışı olan bu mekanlar mimarın ruhu tarafından hayaletlenmişlerdir. Bo Bardi filmde iki farklı kadın tarafından canlandırılır. Kadınlar, Bo Bardi’nin tasarladığı sanat müzesinde dolaşırlar, sarmal merdivenlerden aşağıya inerler, Sao Paulo tiyatrosuna girerler. Julien film boyunca Bo Bardi’nin zamanın doğrusal olmadığı, “başlangıcı veya sonu olmayan, harika bir karışıklık” olduğu fikrini tekrar tekrar vurgular.
Queer arzu
Looking for Langston (1989), 1920’lar Harlem caz dünyasını 1980’lerin Londra’sına taşır. Tarihi olarak eşcinsel siyah olmanın koşulları üzerine yapılan ilk sanat filmi olarak tanımlanan bu kült eser, serginin merkezinde yer alır. Filmde Harlem Rönesansı’nın temel figürlerinden biri olan şair, roman ve oyun yazarı Langston Hughes’ın (1902-1967), iç dünyasına odaklanılır. Julien filmde bir yandan şiir, müzik ve görüntüyü bir arada kullanarak sanat formları arasındaki geleneksel ayrımları yıkarken bir yandan da siyah, queer arzuyu ortaya çıkarır.
Kültürlerin hayaletleri
Sir John Soane Müzesi’nde çekilen Vagabondia (2000)’da ise siyahi bir kadın konservatörün gece müzenin koridorlarında yürürken kurduğu hayal ve fantazilere dayanmaktadır. Kadın resim ve heykel koleksiyonlarının altında yatan gizli hikayeleri hayal ederken objeler bir dansçı tarafından canlandırılarak kendilerini mekâna ve zamana hapsedilmiş olarak bulurlar. Dansçının hareketleri sömürgeleştirilmiş insanların ve kültürlerinin hayaletlerini çağırır; bunların birçoğu Soane’in topladığı ve nesneleştirdiği objelerdir. Vagabond (serseri) ise kapitalist yapılarla sosyal entagrasyonu ve özel mülkiyeti reddeden yoksul gezginleri adlandırmak için kullanılan bir terimdir. Julien, müzeyi, heykellerin de rüya gördüğü ve sömürgeciliğin bastırılmış belleğinin serseri ruhunun dans ederek hayata döndüğü bir dünya haline getirir. Müzeler, tarih sadece bize sunulduğu kadarını görmemize izin verirken buralarda sergilenen eserlerin nası lve ne şekilde ele geçirildiğinin üstü her zaman kapatılır.
Julien enstalasyonlarında aynı sahneleri farklı perspektiflerle aynı anda gösterirken, üç veya daha fazla ekranı mekânda birbirine çapraz olarak konumlandırır. Böylece çoklu ekranlı olduğu kadar çoklu zamanlı bir görüntüler ağı da oluşturur. Julien’in tarihi figürleri dramatik yeniden canlandırmayla sunup, bunları arşiv, film ve videolarla birleştirerek karmaşık çoklu ekran enstalasyonları şeklinde sunma tekniği sergideki tüm çalışmalarında görülür. Ayrıca sanatçının beden devinimleri ve mimari mekân arasındaki ilişkiye verdiği önem de yine tüm filmlerinde karşımıza çıkmaktadır.
Isaac Julien’in 11 filmden oluşan çok ekranlı filmlerinin yer aldığı sergi 20 Ağustos’a kadar Londra Tate Britain’de görülmeye devam edecek.