Irmak Zileli ile "Şimdi Buradaydı" - ArtDog Istanbul
Irmak Zileli

Irmak Zileli ile “Şimdi Buradaydı”

Irmak Zileli, “Şimdi Buradaydı” ile hem edebiyatın hem insan ruhunun karanlık köşelerinde dolaşıyor. Haset, şiddet, tahakküm ve belleğin iç içe geçtiği roman; tekniğiyle şaşırtan, sorularıyla sarsan, türü ve dili yerinden oynatan bir anti-kahraman anlatısı.

/

Irmak Zileli’nin yeni romanı Şimdi Buradaydı yazarın oyun kurucu dilinin doruğa çıktığı bir eser. Zileli daha önce de cesur denemeler yapmıştı romanlarında. Hani neredeyse okur kitlesi buna göre şekillenmişti. Beslendiği kaynakların ön sırasını tutmuş psikanaliz, romanlarının dokusunu oluşturan katmanlı yapı imzası gibi onun; ancak dildeki arayışı, metnin içinde acelesiz, hınzır bir akılla dolanışı temel karakteri aslında. Okurunu kendisine bağlayan edebiyattaki cesareti biraz buradan, biraz da aynılıktan uzak durmasından galiba; her roman bilinen bir şablon tipi değil de metnin kendi bulup çıkardığı biricik karakterlerin peşinde şekilleniyor, okura hayatına yeni girmiş bir insanı tanıma heyecanı veriyor.

Romanın meselesiyle dili arasındaki ilişki yazarı metnin hizmetine vermiş desek yeridir. Kendi dinamikleriyle akıp giden bir hâli var romanın.  Şimdi Buradaydı’yı Irmak Zileli ile konuştuk.

Irmak Zileli: Hepimizin İçindeki Anti Kahramana Odaklandım

Romanlarınızın merkezinde çoğunlukla bir mesele yer alıyor. Önceki romanınız Bende Ölen Sensin’de erkekliğin inşasıydı merkezdeki bu mesele. Bir anti kahraman hikâyesiydi o. Şimdi Buradaydı nasıl doğdu, merkezinizde ne tür meseleler vardı? Bu seferki karakterlerinizin de anti kahraman olduğu söylenebilir mi?

Medyada karşılaştığımız haberlerden, konu komşumuzdan duyduklarımıza; başımıza gelenlerden tanık olduklarımıza uzanan bir yelpazede durmaksızın kötülük hikayelerine maruz kalıyoruz. Sosyal medyada sürekli şu vurguyla karşılaşıyoruz: Dünya neden bu kadar kötü? Bunu söylerken çoğunlukla bahsettiğimiz şey dış dünya, dışımızda olup bitenler. Şiddet kol geziyor, saldırgan ve yıkıcı eylemler vaka-i adiyeden sayılıyor. Biz de bunların failinin birtakım cani ve sapkın insanlar olduğuna inanıyoruz. Ya da inandırılıyoruz. Kendine iyilik, ötekine ise kötülük atfetmek bir iktidar kurma tekniği. Bunlar üzerine düşünürken şunu sordum kendime: Peki kötülük, saldırganlık, yıkıcılık ve şiddetin kaynağı nedir? Cani ya da sapkın dediğimiz insan normun ne kadar dışında? Normal perdesi arkasında olup bitenleri görmeye, gizli deliliği anlamaya çalıştım bu romanda. Zaten kötülüğün kaynağına indiğimde de insan doğasının temel duygularından biri olan hasetle karşılaştım ister istemez. Şiddet ve öfkenin yıkıcılığa nasıl dönüştüğünü araştırırken de bastırılan her şeyin misliyle geri döndüğü gerçeğine çarptım. Romanın ortaya çıkışı, hikâyenin kuruluşu bu zemin üzerinde gerçekleşti. Bu perspektiften bakarsak, hepimizin içindeki o anti kahraman potansiyele odaklandığımı söyleyebilirim pekâlâ.

Bu romanınız da da yine farkı bir anlatım biçimi, yeni bir teknik kullanıyorsunuz. Her romanınızda aslında bir arayışınız olduğu dikkatlerden kaçmıyor. Hem her seferinde farklı bir teknik denemenizin nedenini, hem de bu romanda uyguladığınız tekniğin arka planını merak ediyorum.

Her zaman romanın meselesi ile biçimi arasında bir bağ olduğuna inanırım. Anlatmak istediğim hikâyeyi en iyi yansıtacak tekniği bulmaya çalışırım. Aynı zamanda da kendime hep şunu sorarım, gerçekliğin temsilini kurmaya çalışan edebiyatta başka anlatım olanakları var mı? Herhangi bir şey öyle değil de böyle anlatılamaz mı, şu hikâyeyi bir de buradan kursak nasıl olur? Aynı zamanda yazmak benim için bir oyun alanı. Hep aynı oyunu oynarsam sıkılırım. Her yazma deneyimi yeni bir keşif getirdiğinde yazar için de haz verici olur. Yazarı haz almadığında metnin okura haz vereceğine inanmak zor benim için.

Irmak Zileli: İnsan Sadece Kendinden Oluşmuyor

Bu romanda da aslında kötülüğün, şiddetin, hasedin, yıkıcılığın insan ruhundaki izlerini takip ederken, kuşkusuz psikanaliz literatüründen de faydalanarak, insanın iç dünyasının çok fazla temsil barındırdığını gördüm. Anneler, babalar, kardeşler, akrabalar, arkadaşlar, sevgililer… İlişkide olduğumuz her insanı aslında o veya bu ölçüde içimize alıyoruz. İç dünyamız onların sesleriyle, temsilleriyle doluyor. Bu sadece zihnimizde duyduğumuz sesler olarak değil, eylemlerimizde, tepkilerimizde de bilinçdışı bir biçimde kendini gösteriyor. Dolayısıyla aslında insan sadece kendinden oluşmuyor. Ya da şöyle diyelim, “kendi” dediğimiz şeyin içinde koskoca bir dünya var, ilişkiler ve başkaları var.  İşte bu çokluğu ben anlatım tekniğinde de göstermek istedim. Ya da anlatım tekniği aracılığıyla dille de temsil etmeye çalıştım. Bu da iç içe geçen zihinlerin, iç içe geçen belleklerin, anlatıların, hikâyelerin, dillerin kapısını açtı. Karakterin zihninde uyanan bir anı, o anının parçası olan annesi, babası her kimse onun sesiyle, canlanışıyla birlikte yansıdı metne. Çünkü hiçbir zaman olan olayı hatırlamayız sadece. O olayın içindeki ötekiler de bizdeki temsilleriyle yeniden canlanır. Yetişkin biri çocukluğunda yediği dayağı hatırlarken ona dayak atan babasının üzerine eğilen bedenini, bağıran sesini yeniden hisseder. Ayrıca sadece kendi yaşadıklarımızı değil, başkalarının deneyimlerini de onları dinlerken yaşayabiliriz. Zihnimizde sahneler oluşur. Ve başkasının deneyimi, bizim kendi deneyimlerimizle birleşir. Ortaklıklar varsa birbirine karışabilir.

Bahsettiğim bu durumları hikâyede yaratabilmek için şu tür bir teknik denedim ben de: Bir seans odasında durmaya çalıştım. O odada konuşulan her şeyi, hatırlamalar üzerinden yeniden canlandırmak istedim. Çünkü aslında seans odasında, terapiler esnasında pek çok eski yeni deneyimin yeniden sahnelendiğini biliyordum. İki zihin arasında gidip gelen anlatı boyunca yaşanan bir şeydir bu. Biri anlatır, öteki hayal eder. Anlatan anlatırken zihninde yeniden kurar, dinleyen de dinlerken kendi zihninde oluşan sahneyi izler. Aynı anda da bu iki insan arasında bir alışveriş, bir sahne gerçekleşir. Bütün bunları şimdi ve burada, tam da o anda vermeye çalıştım. Hatırlayan bir zihnin şimdisinde, hatırlayan kişinin buradalığında. Öte yandan şimdinin de buradanın da içinde geçmiş zamanın ve mekânların yeniden dile gelişini göstermeye çalışarak.

Anne figürü romanda hem bireysel bir travma kaynağı hem de kontrolün, tahakkümün simgesi olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle “biber sürülmüş meme” gibi metaforlarla bu figürü duygusal şiddetin bir temsili haline getiriyorsunuz. Anneyi sadece kişisel değil, toplumsal bir otorite metaforu olarak mı düşündünüz?

Aslında romanda anneler fazla var, babalar ise hiç yok. Her iki durumda da bir problem ortaya çıkıyor. Anne ya da baba, fark etmeksizin olması gerekenden fazla olduğunda çocuk üzerinde bir tahakküm ihtimali kuvvetleniyor. Çocuk annesinden bağımsızlaşmaya ihtiyaç duyduğu sırada anne çocuğu bırakmadığında bir problem. Ya da sizin verdiğiniz örnekteki gibi, çocuğun o bağa ihtiyacı olduğu dönemde kendinden fiziksel bir acı vererek uzaklaştırdığında da başka bir problem. Her ikisi de çocuğun üzerinde zulmedici bir etki yaratıyor. Peki annenin bunu yapmasının ardındaki sebep ne? Onu da sorgulamak istedim ben. Anne, kendi öfkesiyle, kendi içindeki yıkıcılıkla yüzleşemediği için zulmedici bir nesneye dönüşüyor. Zulmeden de yeni bir zulmeden yaratıyor.

Kitabı okuduğumda insanın karanlık, bilinmez yönlerini gördüm bir okur olarak. Üstelik de o karanlığın içindeki çok sıradan, yaygın bir kötülüğün görünümleri yer alıyor hikayede. Bu kadar sıradan kötülüğün hüküm sürdüğü bir çağı karanlık bir çağ olarak nitelendirmek doğru mudur sizce?

Ben önce kendimi, sonra başkalarını ve ardından da dünyayı anlama arzusuyla yazan biriyim. Yazma sebeplerimin başında bu geliyor. Dolayısıyla insanın bilinmezliğine dalmak, görünenin ardına ulaşmak benim için güçlü bir motivasyon. İçimizdeki karanlığı görünür kılmak da öyle. Bunu yapabildiysem ne mutlu bana.

Irmak Zileli: Geçmiş Çağlardaki Karanlık Çok Daha Görünürdü

Çağın karanlık olup olmamasına gelirsem, bence her çağ karanlığı da aydınlığı da bir arada barındırıyor. Belki şöyle söyleyebiliriz, geçmiş çağlardaki karanlık çok daha görünürdü. Dünya savaşları yaşanıyordu, kıtlıklar ve hastalıklarla mücadele ediliyordu, engizisyon mahkemeleri, büyük hapishaneler kuruluyordu. Bugün ise daha gizli yürüyor her şey. Savaşlar yine var ama iki ülkenin arasında yaşanıyormuş gibi gösteriliyor. Oysa bütün dünyayı etkiliyor. Evine bomba düşmeyenler bunun dışında sayıyor kendisini. Yoksullaşma, açlık her geçen gün daha fazla insanı etkiliyor ama iktidarlar bunu görmemizi engelliyor. Adıyla sanıyla engizisyon mahkemeleri kurulmuyor ama haksız tutuklamalar, adaletsizlik devam ediyor. Daha kötüsü herkesin kendi mahkemesini kendi içinde kurup sessizleşmesini sağlayacak bir baskı ortamı yaratılıyor. Toplum üzerindeki baskı devam ederken, tek tek bireylerin var olma biçimi şekillendiriliyor, bir bakıyoruz sosyal medyada herkes herkese parmak sallar hale gelebiliyor. İktidarın mekânizmalarının bu denli sinsice işlediği ve bizi içeriden ele geçirdiği bir zamanda karanlık bir çağ olmadığını söylemek zor. Ama işte tam da bu nedenle edebiyata, felsefeye, psikolojiye, sosyolojiye vb. çok daha fazla işin düştüğü bir çağ bu. Bireyi bu ele geçirilmeye karşı uyanık tutacak, kendi içindeki karanlıkla yüzleşmesini ve oradaki iktidarla mücadelesini sağlayacak olan araç ve gereci insana bu alanların vereceğine inanıyorum.

Previous Story

Nihat Özdal ile Skopje Şiir Festivali Üzerine

0 0,00