Salt’ın yeni basılı kitabı İpek Duben: Ten, Beden, Ben hem Türkçe hem de İngilizce olarak yayımlandı. Vasıf Kortun‘un yayına hazırladığı kitap “Benim Hikâyem” başlığıyla açılıyor. Yaklaşık 40 yıllık tanışıklığı olan Vasıf Kortun’un sorularıyla sohbete dönüşen metinde İpek Duben’in hikâyesine tanık oluyoruz. Klasik bir sanatçı monografisi ya da sanatçı kataloğu olmayan, bu yüzden de ayrı bir kıymeti olan kitabın önsözünde Vasıf Kortun, İpek Duben’in Türkiye’deki sanat kurumlarının feodal yapısı, sınırlamaları ve nasıl hizalandıkları konusuna dair derin mutsuzluğunu dile getirdiğinden bahsediyor.
Duben ve Kortun’un sohbetini sayfalar boyu okurken sanatçının nerelerden gelip, nerelere uğrayıp nerelere vardığını görüyoruz. Toplumsal cinsiyet, kişisel ve toplumsal kimlikler, Türkiye’nin toplumsal ve kültürel dinamikleri, modernleşme, göç, şehirleşme ve geleneklerin Duben’in sanat anlayışındaki yerini görürken geçmişten bugüne sanat dünyasının tüm aktörlerinin sormaktan ya da tartışmaktan çekindiği meseleleri de bu konuşmada masaya yatırılıyor…
İpek Duben: Ne Sürgün Ne Göçmen
Vasıf Kortun ve İpek Duben konuşmasında Duben’in kendini ifade etme aracı olarak sanatı nasıl seçtiği, New York School’a yönelmesi, daha sonra 1976’da İstanbul’a dönüşünü okuyoruz. Duben, dönemin atmosferini “Ortam siyasi olarak gergin ve ekonomik olarak tükenmişti; sokak protestoları, cinayetler, sol görüşlü insanların tutuklanması ve apaçık bir Amerikan karşıtlığı… Aileminse yeni kariyerimle ilgili mutsuzluğu sürüyordu” şeklinde özetliyor. Kortun’un “İstanbul’a dönmek büyük bir şok yaratmış olsa gerek. Ne sürgündün ne de göçmen. Geri dönmek insana tuhaf bir irkilme duygusu da veriyor. Robert Kolej mezunu olmanın, ABD’de eğitim görmüş ve yaşamış olmanın getirdiği bir ayrıcalık hissi var” diyor ve tüm bunların nasıl sanata dönüştüğünü soruyor. Duben’in yanıtı ise şöyle: “Siyaset bilimi öğrencisiyken Türkiye siyasetine odaklanarak borcumu ödeme dürtüsü, topluma katkıda bulunma sorumluluğunu hissediyordum. Ancak bir sanatçı olarak kendi tarihimle ilgiliydim ve kültürel aracılığıma bir kimlik kazandırmak niyetindeydim. Senin de vurguladığın gibi hayatın içindeyken olan biteni dışarıdan izliyorduk aynı zamanda, 1976’da içinde bulunduğum durumu özletiyor bu tanım.”
“Dışarıdan Gelmiş” Bir Figür
Kortun, “İçinde bulunduğun siyasi bağlama karşı tutumun nasıldı? 1970’lerin sonu siyasi anlamda gergin senelerdi, umutlu ve özgürlükçü siyasetin yerini partizancılık ve kasvetli bir ‘milliyetçi cephe’ koalisyon hükümeti almıştı. Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nden mezun olmamış, üstelik bir Amerikalı ile evli kadın bir sanatçı olarak birkaç farklı anlamda ‘dışardan gelmiş’ bir figürdün. Sanat ortamı görece küçüktü; farklı siyasi eğilimlerle ve kaygan, tutucu pozisyonlarla ayrı parçalara bölünmüştü. Derken çeşitli eleştiri yazıları yayımlamaya başladın. İlk Ocak 1978 tarihli. Bu ilk yazılarda dahi, sanat eserlerine dair yaptığın ayrıntıcı analizlerin sakin ve tarafsız bir üslupla aktarıldığı görülüyor. Sanat pratiğin ve sanat yazarlığını nasıl uzlaştırdın? Ciddiye alınmak için belli kutuları işaretlemen gerektiğini hissettin. Sonunda Akademi’ye tahammül ederek sanat tarihi alanında doktora yaptın -ki bu dönemi de tüm lezzetli ayrıntılarıyla konuşmayı umuyorum. Ancak ilk olarak sanat pratiğinin etrafındaki bağlama nasıl cevap vermeye başladığını ve yerel sanat dünyasına müdahil olmayı nasıl başardığını konuşalım” diyor. İşte Duben’in yanıtının sanat eleştirmenliği bölümünden bir parça.
“Eleştiri Yazılarımın Bedeli Ağır Oldu”
“Heyecan verici yeni sergileri değerlendirmenin sanatçılarla tanışmak, onların işlerine aşina olmak için iyi bir yöntem olduğunu düşündüm. Kısa süre içinde sanatçıların ciddiye aldığı eleştiri yazılarım rağbet görmeye başladı. Sanat eleştirmeni olarak tanınmaya başlıyorum ama bu durum sanat kariyerimi olumsuz etkileyecekti. Benzer bir tecrübe yaşamış olan Özer Kabaş beni uyarmıştı. Son derece haklı olduğunu çabucak anladım. Namımın yüzüme tokat misali çarptığı iki ayrı durumla karşılaştım. Bir seferinde 1979 ya da 1980’de Şerife serisi üzerinde çalışmaktayken Kemal İskender’le paylaştığım atölyemi Özdemir Altan ben yokken ziyaret etmiş ve ‘Bu kız hâlâ bunları mı (Şerife serisini) yapıyor?!’ demiş, daha sonra bu içgörülü yorumu bana ‘Ya resim yap ya da yazarlık’ diye devam ettirmişti.
Ustanın bu aydınlatıcı yorumu beni kesin bir karar almaya yöneltti ve ‘Yazmak yerine yalnızca resim yapacağım, sizler de işlerinizi değerlendirecek dürüst bir sanat eleştirmeni bulmak için uğraşıp duracaksınız’ diyerek sanat eleştirmenliğini bıraktım. Özdemir Altan’ın bakış açısı o dönemde sanat dergilerini değerlendirme ve eleştiri metinleriyle dolduran Sol LeWitt, Donald Judd, Joseph Kosuth gibi sanatçılardan son derece farklıydı. Özdemir’in onlardan haberi dahi yoktu. O zaman neden eleştiri yazmayı bıraktım? Çünkü güçlü konumları tutmuş bazı kişiler beni düşüncelerim ve tercihlerim yüzünden cezalandırabiliyordu. Ya yazmak ya da resim yapmak zorundaydım. Eleştiri yazılarımın bedeli ağır oldu.”
Kitabın İçinde Başka Neler Var?
Bazı alıntılar doğrultusunda aktarmaya çalıştığımız İpek Duben Ten, Beden, Ben kitabı Duben’in sanat üretimine, üretimini tetikleyen her şeye odaklanan, odaklandığı her dönemin atmosferini anlatan kıymetli bir çalışma. Türkçe ve İngilizce dillerinde ayrı ayrı hazırlanan, tasarımını Esen Karol’un yaptığı kitap, adını 2021-2022’de Salt Beyoğlu’nda düzenlenen sergiden almış. Kitapta Kortun’la Duben’in sohbetinden sonra Marianne Hirsch’ün “Dağlarla Anının Dibinde”, Kaelen Wilson-Goldie‘nin “Asla Yalnız ya da Soyutlanmış Değil: İpek Duben Kanonu Dağıtıyor”, Işın Önol’un “İpek Duben; Normalliğin Garipliğine Meydan Okuma” ve son olarak da Duben’in 1991’de Maçka Sanat Galerisi’ndeki sergisi sırasında düzenlenen “Modernizm ve 1980’lerde Sanat” başlıklı panelin dökümü var.