Emin Mete Erdoğan’ın x-ist’teki üçüncü kişisel sergisi “Bitkiler, Binalar ve Hayvanlar”, izleyicilerin zihninde yaşadığımız dünyanın geleceği ve insan-doğa ilişkileri üzerine sorular oluşturuyor. Geçmişten bugüne bitki ve hayvan türlerinin insan aklını temsili devasa binaları işgal ettiği, insanlarınsa ortalıkta görünmediği kurgusal bir dünya yaratan sanatçı, sergi öncesi sorularımızı yanıtladı.
Tuvallerinde çok yoğun bir el emeği ve zoolojik bir bilgi birikimi var. Soyu tükenen/tükenmekte olan hayvan türleriyle karşılaşıyoruz. Serginin hazırlık sürecinden bahsedebilir misin biraz?
Serginin hazırlığı yaklaşık 1,5 yıl sürdü. İlk 6 ayı görsel toplamak ve işlerin duygusunu yakalamak için yaptığım denemelerle geçti. Organik ve inorganik üzerinden bir gerilim amaçlamıştım ama bunun eşitler arasında olmasını istiyordum. Bitkilerin ve hayvanların binaların içinde hapis gibi gözükmesini istemiyordum. Aynı şekilde parçalanmış, yıkılmış bir bina da çizmek istemiyordum. Yıkılmış bir binayı bitkilerin ve hayvanların domine ettiği bir görsele doğru gittiğimde iş didaktik hale geliyordu. İşlerin şimdiki hallerindeki duygu durumunu yakalamak çok zor oldu. 50 tane eskiz yaptım. Sergiyi ziyaret edenler bunlardan 10 tanesinin resim haline dönüşmüş hallerini görecekler. Resimlerin tamamlanması bir yıl sürdü.
Bir sanatçı olarak doğa-insan ilişkisi ne zamandan beri ilgi alanında?
Bir insan olarak doğa ve insan ilişkisi üzerine uzun zamandır düşünüyorum. Kendini ve çevreni tanımlamak seni tamamen değiştiren bir eylem. Dinler, felsefeler ve bilim, tarih boyunca doğa ve insan tanımlamaları yapmışlar. Sergiye gelen izleyicinin bu kavramlar üzerine yeniden düşünmesini amaçlıyorum. İşlerimin bunun için potansiyel bir okuma alanı açacağını düşünüyorum.
“İZLEYİCİYE SONUCU VERMEK İSTEMİYORUM”
Serginin ismi “Bitkiler, Hayvanlar ve Binalar”. Yarattığın bu evrende insanların nereye gittiğini bilmiyoruz. Bunun yanıtını izleyiciye mi bırakmak istedin yoksa bu evrende insanın dünya sahnesinden tamamen çekildiğini söyleyebilir miyiz?
Evet, izleyicinin karar vermesini istedim. Benim bu konu hakkında bir fikrim var ama insanları yönlendirmek istemiyorum. Aslında yönlendirme olabilir ama sonucu ben vermek istemiyorum, dersem daha doğru olacak sanırım. Umberto Eco’nun sanat eseri, sanatçı ve izleyici üzerine şöyle bir şeyden bahseder: Yazar karşısındakine tamamlanacak bir yapıt sunar. Yapıtın tam olarak nasıl tamamlanacağına dair bir fikri yoktur ama bir kez tamamlandığında, izleyiciyle olan diyaloğun sonunda somut olarak ortaya çıkanın, yapıtın yine de başka bir yapıt değil, kendi yapıtı olacağını bilir.
Sergide insan aklının temsili/metaforu olarak binaları kullanmanın nedeni nedir? Bugün insan aklının ürünü deyince akla ilk olarak makineler, bilgisayarlar, yapay zeka gibi şeyler geliyor. Mimarinin kalıcılığı mı oldu bu kararın ardında yatan şey?
Bina günümüzdeki tüm negatif çağrışımına karşın aynı zamanda bizim için ev anlamına da geliyor. İşlerde bir ironi var; bitkiler ve hayvanlar normalde olmayacakları bir yerde konumlanıyorlar. Ve bundan ötürü mutsuz değiller. İnsan yapımı bir yapı onların doğal yaşam alanına dönüşmüş; evleri olmuş durumda. Bu ironiyi yakalamak için binaları kullandım.
“İNSAN İÇİNDE KÖTÜYÜ VE İYİYİ BARINDIRIYOR, TIPKI DOĞA GİBİ”
İnsanın yaradılış gereği kötücül olduğunu mu düşünüyorsun? Kendi dışındaki varlıklar üzerinde bir hegemonya kurmadan da var olabilir mi insanlık? Böyle bir dünya düzeninden bahsetmek ütopik mi?
İnsan içinde hem kötüyü hem de iyiyi barındıran bir varlık. Tıpkı doğa gibi. Çoğu kişinin düşüncesinin aksine doğa, tatile gittiğimiz zaman gördüğümüz bir yer değil. Tüm varlığımızla her an içinde bulunduğumuz, bizi ve bütün etrafımızı kaplayan bir alan. İçinden çıkmanın veya girmenin mümkün olmadığı bir mekân. Eğer doğayı duygularla açıklamak isteseydik bütün bir duygu skalasına ihtiyaç duyardık.
Canlıların hepsi birbiri üzerinde hegemonya kurar. Bunun nasıl ve hangi derecelerde yapıldığı önemli bence. Hegemonya olmamasını istiyorsak maddenin özünü anlamalı ve bu özü istediğimiz gibi şekillendirebilmeliyiz. Cansızdan canlı üretebilmeliyiz. Mesela taştan çimen üretmek gibi. Ama bu sefer de o üretilenin ne olduğu ve hakları üzerine ahlaki bir tartışma başlar. Ya da insanlık insan öncesi primat şekline dönebilir. İnsanlar avcı-toplayıcı olduğu zamanlarda bile doğaya ve diğer hayvanlara çok büyük zararlar veriyordu. Kocaman bir ormanı yakıp içinden iki üç tütsülenmiş hayvanı veya kök bitkiyi yiyor, koca bir mamut sürüsünü uçuruma sürükleyip içlerinden birinin sadece yüzde onunu yemek için mağaralarına götürüyorlardı. Bildiğimiz en masum ve doğaya saygılı insan topluluklarından Avustralya yerlileri Aborjinler, bundan yaklaşık 55 bin yıl önce Avustralya kıtasına girdiklerinde o topraklarda 10 tane 50 kilonun üstünde hayvan türü vardı. Kısa bir sürede sadece bir tane büyük hayvan türü hayatta kalabildi. Soruna gelirsem evet, ütopik bir düşünce ama düşünmesi güzel, haz veren bir yanı da var aynı zamanda.
Bir önceki sergin “The Flood”da renk kullanımı vardı, bu sergide ise tamamen siyah-beyaz işler görüyoruz. Bu değişimden biraz bahsedebilir misin? Hangi renkleri kullanacağına işlerin bağlamına göre mi karar veriyorsun?
Daha önce renkli işler yaptım ama bir önceki sergimde sadece bir işte renk kullandım. Burada bahsettiğimiz sanırım ton perspektifi. Önceki sergimde ufka kadar uzanan manzaralar çiziyordum. Figürler ufka doğru silikleşiyordu. Bu sergimde ise ufku görmüyoruz. Dolayısıyla ton perspektifi kullanmadım.
“KENDİNİ ANLAMLANDIRMA BİR TERCİH MESELESİ”
İşlerinde organik-inorganik, yokluk-varlık, kaos-dinginlik, siyah-beyaz gibi tezatlıkları bir arada kullandığını görüyoruz. Sence dünya düzeni, insanlığın tarihi bu karşıtlıklar üzerine mi kurulu?
Böyle sorunca Kant’ın ve Hegel’in diyalektiği geldi aklıma. İkilik üzerinden dünyayı ve kendini anlamlandırma bir tercih meselesi. Cennet-cehennem, iyi-kötü, biz-onlar… Bu anlamlandırma formülünü üçe de çıkarabiliriz. Cennet-dünya-cehennem, bu dünya-öteki dünya-araf… Bire de indirebilirsin; tanrı ya da doğa gibi. Bence dünya düzeni, insanlık tarihi gibi büyük konuları açıklamak hangi formülü kullandığınla ilişkili değildir. O formül üzerinden ne kadar doğru bir analiz yaptığınla ilgilidir.
İnsanoğlunun dünya sahnesinden çekilmesi, dünya kaynaklarını tüketmesi, kaynaklar üzerinde tahakkümü yitirmesi bu sıralar hem Türkiye hem de dünya çağdaş sanat sahnesinde sık sık işlenen konular. Bildiğimiz anlamda insanlığın sonu geliyor mu sence?
Bence insanlığın sonu Huxley’nin dediği gibi hazlarının peşinde koşarken gelecek. Blade Runner, Mad Max gibi apokaliptik bir son yaşanmayacak. Dünyadaki en tatlı şey yaşamanın kendisi. İleri bir eşikte insanlık bilimle ölümü aşmayı başaracak ve böylece bildiğimiz insanın sonu gelecek. İnsanlığın ortak özelliği ölümlülüğünün farkında olan bir hayvan türü olmasıdır. Ölüm olmazsa bilincimiz yeni duruma göre tekrar kurgulanacaktır. Ve ortaya çıkan yeni varlığın insan olacağını sanmıyorum.
Bundan bin sene önceki annemizin annesinin annesi bir insandır. Ama bir milyon yıl önceki annemizin annesinin annesi primat benzeri bir varlıktır, ondan 50 milyon yıl önceki fare benzeri bir memelidir, bunu abiyogeneze kadar götürebiliriz. Biz onlardan evrimleşerek bugüne geldiysek, ileride başka bir forma dönüşeceğiz ve senin de dediğin gibi insan evladı dünya sahnesinden çekilmiş olacak. Yani insanlığın sonu üçüncü dünya savaşıyla değil bilimdeki gelişmelerle gelecek ve bu bir yok oluştan çok değişim olarak yaşanacak.
“SANAT ALAMET-İ FARİKASINI KAYBETMEK ÜZERE”
Peki, bu esnada sanata ne olacak?
Bence sanatın hakikat-sonrası çağda kendini yeniden tanımlamaya ihtiyacı var. Üç gerçeklik tanımlayalım: Bir içimizdeki, iki dilimizdeki, üç dışımızdaki. İçimizdeki gerçeklik fantezi halinde konumlar kendini. Çarpışacağı bir başka kişi olmadığı için özgürdür, sınırsızdır. Dilimizdeki gerçeklik daha temkinlidir çünkü her söylediğimiz bir başka kişi tarafından duyulacak ve yargılanacaktır. Üçüncüsü ise artık direkt olarak bizle ilgili değildir. Bizim üzerimizde ve bizi kapsayan bir şeydir. Toplum, mahalle, ülke gibi. Bu üç gerçekliği tanımlamak için tarih boyunca formüler kullanılmıştır. Bunlar din, felsefe ve bilimdir. Hepsi gerçekliği açıkladığını iddia eder.
Burada din gerçektir demiyorum, iddiasının gerçeklik olduğunu söylüyorum. Burası önemli. Sanatın ise başından beri böyle bir iddiası olmamıştır. Yani sanatın gerçek olmasına gerek yoktur. Anlaşılması için örnek vereyim. Game of Thrones’un yazarı George R.R. Martin eğer bu kitap bir fantastik edebiyat eseridir derse sorun yoktur ama bu kitap tamamen gerçekleri anlatıyor, kitaptaki olaylar bire bir yaşanmıştır, ejderhalar vardır derse artık o kitap bir din kitabına dönüşür. Bu kitaba kimin inandığı önemli değildir; kitabın yazarının kendi iddiası dönüşünce tamamen aynı içerikte olan kitap da başka bir şeye dönüşür.
Çağdaş sanatın politikayı şekillendiren, karar verici mekanizmaları etkileyen bir gücü olabilir mi?
Yunan filozoflarından 1900-1950’ler Avrupası’na kadar olan süreçte inancın dışımızdaki gerçeklikten içimizdeki gerçekliğe çekilme serüvenini izleriz. Çok uzun zamandır inancın doldurduğu kamusal alanda bir boşluk oluşmuştur. Bu boşluğu doldurmak için felsefe ve bilim ortaya doğru bir yönelime geçmişlerdir. Alternatif olarak sanat da buraya kaymaktadır. Bu eksen kayması sırasında sanatın iddiası gerçeklikle yoğun şekilde ilişkiye girmiştir. Kamusal alanın ortasından kenara doğru yönelen dinin iddiasını kopyalamaktadır. Biz belli nedenlerden ötürü sanata sanat, felsefeye felsefe, bilime bilim, dine din diyoruz. Bütün bu düşünce biçimleri birbirleri arasında geçişler barındırsa da, aynı zamanda kendi sınırları da olan kavramlardır. Sanat o kadar gerçeklikle iç içe girmiş durumda ki alamet-i farikasını kaybetmek üzere. Burada bahsettiğim gerçeklik, sanatın kendi iddiasıdır. Sanatçının kendi hayatından, bilimden, felsefeden ve dinden etkilenip sanat eseri üretmesi değildir. başka bir şey gibi davranması özünün kaymasıdır. Hakikat-sonrası çağda özellikle bizim gibi hiç bir zaman modernizmini tamamlayamamış toplumlarda, her şeyin her şey yerine geçmesi doğaldır. Bence bizim öncelikle çok daha temel meseleleri halletmemiz gerekiyor. 1950’ler Avrupası gibi aşırı rasyonel bir toplum da değiliz. yani aşırı derecede mantıktan dolayı sıkışmış, bunalmış bir halk da yok. Hakikati yakalamadan hakikat sonrasını yaşıyoruz. Bizde kamusal alanı din terk etmedi, terk ettiği yere de zaten AVM dikildi. Bu tabloda sanatın politikayı ve karar verici mekanizmaları etkileme gücü olduğunu sanmıyorum. bütün bunlar belli bir altyapısı, halkın sanata ilgisinin olduğu toplumlarda olabilecek şeyler gibi geliyor bana.