Yapay zeka sanatçısı Alkan Avcıoğlu tarafından yaratılan Gerçek Ötesi (Post Truth) filmi 11 Temmuz günü gösterime girdi. Gerçek Ötesi, “tamamı yapay zeka ile üretilen ilk uzun metrajlı belgesel ve gerçek dünya hakkında sahte bir film” olarak tanımlanıyor.
Yapım süreci 15 aydan fazla süren filmle ilgili olarak; “200.000 saniyeyi aşan, 55 saatten fazla görüntü havuzu oluşturulduğuna ve görüntülerin yanı sıra, ses tasarımının, müziğin ve anlatıcısının tamamen yapay zeka araçlarıyla üretildiğine” dair bilgiler ortaya çıkan işle ilgili merak uyandırıyor. “Hakikat ve gerçeklik kavramlarının değerini yitirdiği bir dünyaya nasıl dönüştüğümüzü inceleyen” film, yapay zekanın nelere kadir olduğu, ne kadar ileri gidebileceği, bu süreçte biz insanların nerede durduğu ve bizi nelerin beklediği gibi konuların heyecan ve korkunun bir arada olduğu bir ruh hali ve zihinsel pratik üzerinden tartışıldığı bir dönemde, Gerçek Ötesi bu tartışmalara önemli bir katkı sunacağa benziyor. Film üzerine Alkan Avcıoğlu ile son derece “gerçek” bir söyleşi yaptık…
Öncelikle filmin fikrinin nasıl ortaya çıktığını dinlemek isterim…
Yıllar önce kariyerimde yön değiştirip yapay zeka ile sanat üzerine çalışmaya başladım. Çünkü günümüzde gerek sinema, gerek fotoğraf, gerek edebiyat, gerek müzik gibi pek çok sanat formunun içinde bulunduğumuz tuhaf çağı ifade etmekte yorgun düştüğünü düşünüyorum. Aslında post-fotografik sanat çalışmalarım da, bu film de aynı yerden yola çıkıyor: Enformasyon bombardımanına tutulmuş, bilişsel ahenksizlik içindeki zihinlerimizi biçimsel olarak ifade edebilecek daha iyi yöntemler bulmak.
Çok basitçe sormak gerekirse; “tamamı yapay zeka ile üretilen ilk uzun metraj belgesel film” tanımını biraz açar mısın?
Yani filmde kullanılan görüntüler, sesler ve müzik yapay zeka üretimi; filmin tüm görsel-işitsel hammaddesi yapay zeka ile oluşturuldu diyebiliriz. Tamamı yapay zeka ile üretilen ilk filmlerden biri Gerçek Ötesi. Ve bu film dışında yapay zeka ile üretilmiş başka bir belgesel yok henüz. Yapay zeka ve sinema ile ilgilenen bildiğim tüm yaratıcıların derdi bir Hollywood filmi çekmeyi başarmak. Bense tam tersi bir kuramsal sorgulamadan geliyorum. Sentetik görüntü üreten bu modeller sinemasal anlatıma yeni ne getirebilir diye düşünerek yola çıktım. Ve ilk fark ettiğim şey, bu araçların gerçekliğin temsil biçimini kökten değiştirecekleri oldu. Ve haliyle de belgesel türünü sarsacak ve sınırlarını esnetecek bir potansiyel var burada.

Filmi manipülatif bir yeni gerçeklik ifşası olarak izledim. Yaparken nasıl bir bakış açısı gözettin?
Gerçekliğin zaten sahteyle iç içe geçtiği bir çağda klasik belgesel formunun anlamını yitirdiğini ya da fazla manipülatif hale geldiğini düşünüyorum. Bu bağlamda sahtenin ta kendisini merkeze alarak gerçekliğe daha yakın olabileceğine inanıyorum. Bugün gerçekliğin kendisi zaten sahteyle ve kurguyla kuşatılmış durumda; politikadan sosyal medyaya her şey performatif bir temsile dönüşmüş halde.
Baudrillard’ın da ifade ettiği gibi, postmodern toplumda kopyalar orijinallerden daha gerçek hale geldi. Böyle bir çağda belgesel nerede durur ki? Örneğin filmde de başat örneklerden birisi olarak kullandığım, Körfez Savaşı’ndan kalan petrole bulanmış kuş görüntüsü gibi tarihsel, ikonik ama yıllar sonra sahte/kurmaca olduğu ortaya çıkmış imgeler… Böylesi sahte imgelerin medya ve popüler kültürü donattığı; mitinglerin kalabalıklaşması için “photoshop”landığı; internetteki tartışmaların yarısını botların “domine” ettiği bir çağda bir belgesel neyi belgeleyecek?
Böyle bir çağda sahte bir gerçeği aynen kullanmaktansa, yapay zeka ile sentetik bir şekilde yeniden üretmek hakikate bir adım yaklaşmak oluyor. Çünkü bazen bir şeyi yeniden sahte üretmek, geçmişteki sahteciliği ya da gerçekliğin yok oluşuna dair absürtlüğü daha doğru biçimde aynalayabiliyor. Film de tam olarak bu çelişkiden besleniyor.
Anlatımda yer alan neredeyse her cümle ile ilgili uzun uzun düşünüp tartışılabilir bana göre… Senaryo tamamen sana ve Vikki Bardot’ya (Gizem Avcıoğlu) ait sanıyorum. Metin içinde veya yapılan alıntılarda yapay zekanın katkısı olan yerler var mı?
Alıntılarda katkısı yok çünkü yapay zeka “chatbot”ları hala fazla halüsinasyon görüyor; yani uyduruyor. Filmdeki felsefi alıntılar ve film referansları tamamen bize ait. Senaryoyu kendisi de 2021’den bu yana bir yapay zeka sanatçısı olan eşimle beraber yazdık. Kendi hayatımızdan ve bu çağdaki sıkışmışlıktan kurtulmaya çalışırken okuyup beslendiğimiz şeyler senaryonun kalbini oluşturuyor.
Yaklaşık iki yıla yayılan titiz bir süreçte, 42 versiyonun ardından son haline ulaştı. Her cümle tartışarak, eleyerek, defalarca dönüp bakarak kuruldu. Farklı dönemlere dayanan onlarca olayı harmanladığımız için, senaryonun yapısal ritmi ve ilerleyiş matematiği üzerine özellikle çok kafa yorduk.

Önümüzde konulan “gerçekliğin -artık- öznel olması” durumu, filmde “you” olarak sıkça işaret edilen bireylerin -bizlerin- bir kısmı için heyecanlı yeni potansiyeller anlamı taşırken, bir kısım için de geleceğe dair kaygı seviyesini bir hayli arttırıyor. Sen nerede duruyorsun?
Alejandro Jodorowsky şöyle bir hikâye anlatır: Bir gün biri bana yarıya kadar dolu bir bardak su gösterdi ve sordu: ‘Yarı dolu mu, yarı boş mu?’ Ben de suyu içtim. Sorun kalmadı.
Ortaya çıkan iş üzerine bir “post-prodüksiyon / post-editing” süreci geçirdiniz mi?
Hayır, çünkü burada sanatsal değeri ve yeniliği oluşturan şey yapay zekanın kusurlu tarzı. O yapaylık ve absürtlük, ya da yeri geldiğinde abartı, postmodern çağın içinde kaybolmuş bireyi anlatmak için biçilmiş kaftan.
Brian Eno’nun çok sevdiğim bir sözü var: “Bugün yeni bir teknik araçta garip, çirkin, rahatsız edici bulduğumuz ne varsa, zamanla o şey aracın imzasına dönüşür. CD distorsiyonu, dijital videonun titrekliği, 8-bit sesin pürüzü… Hepsi başlangıçta birer hata olarak görülüyordu. Ama teknik olarak aşılabilir hâle geldiklerinde, bu ‘kusurlar’ taklit edilmeye ve estetikleştirilmeye başlandı. Çünkü modern sanatın büyük bölümü, bir şeylerin kontrolden çıktığı, bir teknik aracın sınırına gelip bozulduğu andan doğar.” Tam da bu yüzden gerek resimlerimde gerek şimdi filmimde post-prodüksiyon yapmayı bilinçli olarak reddediyorum. Filmimin finalinde dans eden insan figürleri kusursuz olsaydı, tüm anlamını yitirirdi. Oysa bu halleriyle, çağın insanına dair daha önce görülmemiş yeni bir estetik metafor oluşturuyorlar.
Bu film senin kendi yaratıcı / mesleki üretiminde nereye oturuyor?
Film zaten yıllardır oluşturduğum sanatsal tarz ve kavramsal çerçeveden besleniyor. Filmin büyük bir bölümünde kendi eserlerimden görüntü ürettim. Yine müzikler için de, bazı şarkılarda, bundan 25 yıl önce dijital olarak ürettiğim deneysel elektronik “ambient” şarkıları veri girişi olarak kullandım.

Filmin gerçekleşen prömiyerinde izleyici ile birlikte ve sinema ekranında sen de ilk kez izledin sanıyorum. Ne hissettin?
İlk kez seyirciyle ve üstelik biletleri tükenmiş, dopdolu bir gösterimde izlemek harika bir histi. Film, görsel ve işitsel olarak baskın bir sinemasal deneyim sunuyor. Böyle bir filmin ilk gösteriminin açık hava sinemasında gerçekleşmesi ise çok anlamlı bir ayrıntıydı.
Özellikle final sahnesinde mekândaki kolektif yoğunluk çok net hissediliyordu. Finalde seyircinin nasıl sessizleştiğini, neredeyse nefes almadan perdeye kilitlendiğini görmek benim için oldukça çarpıcıydı.
Önünde heyecan verici yeni projeler var mı?
Film olarak şu an eşimin kurmaca film projesi üzerine çalışıyoruz. Yine beraber yazıyoruz ama bu sefer o yönetiyor. 2026 yılındaki festivalleri hedefleyen bir yapım.
Sanat kariyerimdeyse bugüne kadarki en heyecan verici projemin çıkışına çok az kaldı… Eylül ayında New York’ta, 40 yılı aşkın tecrübesiyle efsaneleşen Edward Burtynsky ile yarattığımız ortak koleksiyonun sergi açılışı var. Hypertopograhics isimli bu koleksiyon, çağdaş görsel sanatlar adına çığır açıcı bir iş. Ayrıca bu seviyede bir geleneksel fotoğrafçı ile bir yapay zeka sanatçısının işbirliği olarak bir ilk. Bunun dışında Paris Photo ve Contemporary Istanbul’da çıkacak yeni çalışmalarım var. Ağustos’tan itibaren de Paris, Berlin gibi şehirlerde toplu sergilerde çıkacak eserlerim var.