17. yüzyıl İtalya’sında bir kadının ressam olması, yalnızca toplumun değil, tarihin koynundaki sessizliği delmekti. Kadınlar için çizilmiş iki yol vardı: Manastırın duvarları ya da evliliğin dört duvarı. Ancak Artemisia Gentileschi bu yazgıya meydan okudu. 1593 yılında Roma’da doğduğunda kimse onun, sanat tarihinin en güçlü kadın seslerinden biri olacağını tahmin etmiyordu. Babası Orazio Gentileschi’nin atölyesinde yetişti. Caravaggio’nun ışık ve gölgeyle kurduğu teatral dünyası, onun fırçasında daha derin, daha acı, daha kadınca bir yankıya dönüştü.

Henüz on yedisindeyken resmettiği Susanna and the Elders (Susanna ve Yaşlılar), yalnızca kompozisyon becerisiyle değil, duygunun derinliğiyle de dikkat çeker. Erkek ressamların fantezisine dönüşmüş bu İncil öyküsünde, Artemisia’nın Susanna’sı bir erotik nesne değil, korkunun ve tiksintinin bedenleşmiş halidir. Mary D. Garrard’ın dediği gibi, bu tablo “sanat tarihinde cinsel tacizi ilk kez kadının gözünden gösteren” sarsıcı bir dönüm noktasıdır.
Ama Artemisia’nın hayatını değiştiren asıl olay, tuvalin dışında yaşandı. Babasının arkadaşı ve öğretmeni olan Agostino Tassi tarafından tecavüze uğradı. O dönemin İtalya’sında, bir kadının iffetinin zarar görmesi onun sosyal ölüm fermanıydı. Ama Artemisia sessiz kalmadı. 1612’de, cesaret isteyen bir kararla Tassi’ye dava açtı. Mahkeme sürecinde, “sibille” adı verilen işkence yöntemiyle, parmaklarına dolanan ipler sıkılarak doğruyu söylemesi istendi. Acıya rağmen sözleri netti: “Gerçeği söyledim ve hep söyleyeceğim. Çünkü bu gerçek.”
Tassi’ye dönüp, demir halkaları göstererek şunları söyledi: “İşte bana verdiğin yüzük bu, işte sözlerin.”
Bu sözler bir çaresizliğin değil, bir isyanın yankısıydı. Tassi suçlu bulundu ama hapse girmedi. Artemisia ise, “düşmüş kadın” damgası yiyerek Floransa’ya gönderildi ve evlendirildi. Yine de hiçbir şey onu fırçasını bırakmaya zorlayamadı. Aksine, yaşadıklarını boya ve tuvalle yeniden yazdı.

Kadınlığın Direnişi, Sanatın İsyanı
Floransa’da kendi atölyesini kurdu. Medici ailesinden Kral I. Charles’a kadar birçok patronu oldu. En bilinen eseri, Judith Beheading Holofernes sanat tarihinin en kanlı kadın direnişlerinden biridir. Caravaggio’nun izinden giden bu sahnede, Judith artık bir kahraman değil, cellattır. Yüzündeki kararlılık, dökülen kanın simetriği kadar keskindir. Bazı yorumcular, Holofernes’in yüzünü Tassi’ye benzeterek tabloyu bir intikam alegorisi olarak okur. Ancak Griselda Pollock’a göre bu, yüzeysel bir okuma olur. Onun ifadesiyle, Judith burada “sanat yaratabilen aktif kadının” vücut bulmuş hâlidir.

Bu eser, Artemisia’nın yalnızca travmasını değil, iradesini de resmettiği bir sahnedir. O artık bir mağdur değil, kendi hikâyesinin yazarıdır. Garrard’ın ifadesiyle: “Onu tanımlayan şey tecavüze uğraması değil, bununla ne yaptığıdır.”
Artemisia, sanat pazarının kurallarını da ustalıkla okudu. Cinsellik ve şiddet içeren mitolojik sahneleri işlerken, bu temaları erkek bakışının arzusu için değil, kadın bedenine yönelen tahakkümü teşhir etmek için kullandı. Danaë, Lucretia, Bathsheba, Lot’un Kızları gibi figürler, onun elinde cinsel fantezinin değil, kadın kaderinin sahnesine dönüştü. Koleksiyonerler, bir kadının elinden çıkma “düşmüş kadın” temalı resimlere ayrı bir arzu yüklediler. Ama Artemisia, bu arzuyu tersine çevirdi: Fırçasıyla sessizliği haykırdı.
Resimle Kazanılan Özgürlük
Artemisia’nın eserlerinin çoğu kadınları merkeze alır: Mecdelli Meryem, Azize Katerina, Azize Cecilia… Her biri, bir kutsallığın değil; acının, bilincin ve direnişin ifadesidir. 1620 tarihli Self-Portrait as the Allegory of Painting (Resim Alegorisi Olarak Otoportre) adlı çalışmasında ise, tuvali kendisi olur. Sanatı ve bedenini birleştiren bu otoportre, kadının sanat üzerindeki mülkiyetini cisimleştirir.
O, Accademia del Disegno’ya kabul edilen ilk kadın oldu. Artık boya alabilir, seyahat edebilir, sözleşme imzalayabilirdi. Kocası Pierantonio’dan ayrıldı. Napoli ve Londra arasında özgürce yaşadı ve iki kızını ressam olarak yetiştirdi.
Hayatının son döneminde hâlâ kadın olduğu için emeği değersizleştiriliyordu. Patronu Don Antonio Ruffo’ya şöyle yazdı:
“Fiyatımın düşürülmesinden utandım. İkinci kez acemi muamelesi görmekten incindim. Ama size bir kadının neler yapabileceğini göstereceğim.”

Artemisia’nın Sessizliğe Attığı İmza
Bugün Artemisia, yalnızca kadın sanatçılar için değil, bütün sanat tarihi için dönüm noktasıdır. Onu yalnızca trajedisiyle değil, trajediden doğurduğu estetikle okumalıyız. Zira Artemisia’nın mirası, yalnızca erkek egemen bir dünyada ayakta kalmak değil; o dünyayı dönüştürmek, fırçasını kadın bedeninin değil, kadın varlığının uzantısına dönüştürmektir. “Resimlerim benim şöhretimin kanıtı olacak.”
Ve öyle de oldu. Artemisia Gentileschi, hâlâ konuşuyor. Renkleriyle, gölgeleriyle, yaralarıyla. 20. yüzyılın başında Artemisia yeniden keşfedildiğinde, yalnızca sanat tarihi için değil, kadınların sanattaki temsili için de yepyeni bir kapı aralandı. O artık yalnızca tabloların içinden değil; kitaplardan, tiyatro sahnelerinden, beyaz perdeden, feminist hareketin öncü figürlerinden biri olarak da ses veriyor. Resimleri kadar yaşamı da anlatılmaya, tartışılmaya, yeniden yazılmaya devam ediyor. Artemisia’nın hikâyesi, bugün dahi kadınların sanat dünyasında ve toplumsal hafızada yer edinme mücadelesinde, karanlıktan gelen bir ışık gibi yol gösteriyor.