Dört Perdelik Bir Hayat: John Galliano

Zirveyi ve aşırı popülariteyi gören, onların getirdiği tüm nimetlerden ve dokunulmazlıktan sonuna kadar yararlanan fakat bir yerden sonra işler artık yolunda gitmeyince gözden ve tahttan düşen bir kral... Buraya kadar her şey alışılageldik güç zehirlenmesi hikaye arketipine uygun ama söz konusu "enfant terrible" namıdiğer "modanın yaramaz çocuğu" Galliano olduğunda işin içine dördüncü perde de giriyor. İskoçya’nın Son Kralı ve Whitney gibi filmlerle tanınan Oscar ödüllü yönetmen Kevin Macdonald ile "High & Low: John Galliano" filmini ve John Galliano'yu konuştuk.

//

John Galliano üzerine bunca mesaiden sonra, onun moda tarihindeki yerini nasıl tanımlarsınız?

Bu projeye dahil olduğumda moda hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Galliano’yu tanıyordum, iptal kültürü ve affetme olgusuyla ilgileniyordum. Filmin hikayesiyle geçirdiğim zaman arttıkça, benim gibi moda hakkında hiçbir şey bilmeyen biri bile onun bir dahi olduğunu anlıyor. Aslında filmi izleyen ama modayla ilgilenmeyen herkesin de aynı kanaate varacağını düşünüyorum. John Galliano’nun dehasının tam olarak ne olduğunu tarif etmek zor. Moda hakkında konuşurken resim ya da başka bir sanat hakkında konuşur gibi konuşmak, kelimelerle derdini ifade etmek mümkün değil.

Özetle şunu söyleyebilirim: Her şeyden önce İngiliz modası açısından, o 1980’lerde ve 90’ların başında, Fransa’ya gitmeden önce meşhur lakabıyla “enfant terrible”dı (modanın yaramaz çocuğu). Gerçekten yeni, taze fikirler getiren, punk’tan etkilenen ve onunla ilgilenen, o dönemde Britanya müziğindeki yeni dalgadan, yeni romantiklerden etkilenen ve sanırım yeni romantikliğin parçası sayılacak tüm bu tarihi referansları alan kişiydi, aslında “pastiş” yapıyordu ancak bunu muazzam bir şekilde yapıyordu. Dönemin Britanya modasından farklıydı. Çok daha ilginç, çok daha sofistike… Sonra tekrar Fransa’ya gittiğinde bu kadar olay yaratmasının nedeni, son 100 yılda oraya gidip modada öncülük yapmayı başaran ilk İngiliz tasarımcı olmasıydı. Üstelik modanın oldukça sakin, kibar ve fazlasıyla klasik bir anlayışa hakim olduğu Fransa’ya anarşist, serseri, hatta isyankar bir üslup getirdi.

Bunlar tabii ki tesadüf değildi, zaten LVMH’in başındaki Bernard Arnault tarafından getirildi ve Arnault manşetlere çıkacak birini istiyordu. Ve gerçekten de John’un şovları büyüklüğü, abartısı, renkleri, hareketleri ile başlı başına birer sanat eseri olarak uluslararası basında manşetlere çıkan ilk tasarımcı oldu. Daha da ilginci ise bir ay kadar önce yaptığı son defilenin kabul görmesi. Moda ile ilgilenen insanlar Maison Margiela defilesinin yeni milenyumun şu ana kadarki en başarılı işlerinden biri olduğunu ve modayı değiştireceğini söylüyor. Eğer görmediyseniz mutlaka görmelisiniz, olağanüstü. Kariyerinde üçüncü perde açılıyor ki bu kariyeri mahvolmuş biri için gerçekten şaşırtıcı…

“Beni Şaşırtan Aynı Hatayı Defalarca Yapabilmiş Olması”

Filmin araştırma ve hazırlık aşamasında Galliano hakkında karşınıza çıkan ve sizi şoke eden bir detay oldu mu?

Beni şoke etmek zordur ancak Galliano beni çok şaşırttı. Öğrendiğimize göre antisemitik patlamaları üç kez yaşanmış. Yani tek bir olay değil, tekrar eden bir model ve bu da işleri biraz değiştiriyor…

Beni en çok şaşırtan olaylardan biri de Dior’un ondan inanılmaz sayıda defile beklemesiydi. Bir defile çok büyük bir iş, kıyafetlerin yaratılmasının yanı sıra defilenin hazırlanması ve pazarlanması da ciddi bir süreç. Yılda 32 koleksiyon yapıyordu, çılgınlık… Kimse bunu yapamazdı. Bu yüzden korkunç bir çöküş, korkunç bir düşüş olması benim için bir şekilde şaşırtıcı değil. En şaşırtıcısı Yahudi karşıtı yorumlarına rağmen defilelerin aralıksız sürmesi.

Bu filmin başından beri beni büyüleyen yanı ise güzellik yaratmakla, gerçeklikten kaçmakla, fanteziyle ilgili olan birinin çirkin olaylar ve söylemlerle yan yana gelişi, barda sarf ettiği hakaretler… Yani bu tür bir zıtlık gerçekten çarpıcı ve tuhaf.

“Galliano Kendini Moda İle İfade Ediyor”

Moda ile kişisel ilişkiniz nedir ve filmi çektiğinizden bu yana değişti mi?

Sanırım değişti. Giydiklerimde değil ama sanırım modayı oldukça küçümseyen ve bunun yüzeysel bir saçmalık olduğunu düşünen tipik bir orta sınıf, orta yaşlı Britanya erkeğiydim. Şimdiyse modayı gerçekten takdir etmeye, John’u ve diğer modacılara hakkını teslim etmeye ve işlerini anlamaya başladım. Tabii John’da gördüğüm diğer tasarımcılarda var mı emin değilim. Belki Alexander McQueen‘de ve diğerlerinde de aynı şekildedir ama John Galliano kendini kıyafetler aracılığıyla çok kişisel, derin bir şekilde ifade ediyor, hayatının o anında yaşadıklarını tasarımlarına yansıtıyor.

Bana göre, modayı bir sanat formu haline getiren de bu. Sanat, zanaat değil. Belki hem zanaat hem sanattır. Artık John’u bir sanatçı olarak görüyorum, muhtemelen diğer büyük isimlerden birçoğu da sanatçı olarak nitelendirilebilir. Büyük bir fikirsel değişim geçirdim. Aynı zamanda moda endüstrisi ile ona güç veren yaratıcı bireyler arasındaki zaman zaman çok sağlıksız ilişkiyi de anladım. Film dünyasındaki yazar, yönetmen ya da duyarlı aktör ile stüdyo sistemi arasındaki fark gibi, daha görkemli olduğu zamanlarda, belki şimdi o kadar değil, bireyin bazen stüdyonun endüstriyel gereksinimleri tarafından ezilebildiği zamanlar…

“High & Low – John Galliano”yu çekerken John Galliano işinize karıştı mı?

Netflix’te ya da başka bir yerde görebileceğiniz hemen her biyografik belgesele kıyasla filmin tamamen bağımsız olduğunu söyleyebilirim. Normalde bu belgeseller bir şekilde söz konusu kişi ya da ona bağlı kişiler tarafından kontrol ediliyor. Kesinlikle isim vermeyeceğim. “High & Low: John Galliano” ise tamamen benim bakışıma ait. Son kurgusu bana ait. Parayı Fransız bir finansörden bağımsız olarak topladım ve bazı sahnelerin gerçekliğinden emin olmak için John’a birkaç kesit göstermek zorunda kaldım.

Dürüstçe söyleyebilirim etrafında halkla ilişkiler çalışanları yoktu. Bir soruyu yanıtlamadan önce hiç kimsenin tavsiyesini sormadı ya da buna benzer bir şey yapmadı. Sadece kendi olmaya, açık olmaya çalıştı. Bu yüzden onu takdir ettim. Günümüzde özellikle de böyle hassas bir konuda nadir görülecek bir durum.

İki biyografik belgeseliniz daha var, ama onlar adlarını odağındaki sanatçının isminden alıyor: Whitney ve Marley. Ama bu sefer öyle değil: “High & Low – John Galliano”.

Öncelikle hem Marley hem Whitney dünya çapında sadece isimleriyle bile markalaşmış insanlar, Galliano daha çok moda dünyasında efsaneleşmiş ama bence moda dışında insanlar onu pek tanımıyor. Üstelik seyircinin bir biografi izlemeyeceğini bilmesini istedim. Bu Galliano’nun biyografisi değil. Film onun karakterine, hayatının inişleri ve çıkışlarına odaklanıyor. Başlar başlamaz Galliano’nun antisemitik hakaretleri meselesini göstererek “Bakın, işte odadaki fil ve çok mevcut, modası hakkında da konuşacağız” diyorum.

İlginizi çekebilir:  "Stiletto"nun Festival Yürüyüşü

Medyada hakkında ne zaman bir haber çıksa ilk başta “gözden düşmüş tasarımcı”, “bir zamanların gözden düşmüş tasarımcısı” ya da “antisemitik tasarımcı” gibi unvanlar kullanılıyor. Ben de “low” (düşük) derken bunu söylemek istedim aslında. Aynı zamanda film ismi olarak da hoşuma gitti, çünkü onun modasını da temsil ediyor. Sokaktan ve haute couture’ü harmanlayan, ondan yeni ve heyecan verici bir ürün yaratabilen bir moda.

“Yüksek” ve “düşük” filmin psikolojik tahlillerini de temsil ediyor. Bilinçli zihin ve bilinçdışı zihin, onların altında yatan derinlikler… Sadece güzelliği yaratmaya çalıştığınızda, hayatın çirkin tarafını bastırmış olursunuz. Ama yine de o çirkin taraf bir şekilde ortaya çıkar.

John Galliano’nun bu filmden beklentisi neydi?

Başlarken Galliano’nun kendi gündemi vardı: Bir canavar olmadığını, en azından herkesin düşündüğü o canavar olmadığını hissettirmek. Bana dedi ki, insanların beni asla affetmeyeceğini biliyorum ama beni biraz daha anlamalarını istiyorum. Güvence vermemi istediği tek şey ise bir bağımlı için tünelin sonunda nasıl bir ışık olduğunu göstermekti. Çünkü ona göre bu bir bağımlının hikayesiydi. “Beni harekete geçiren madde olmadan hayatımda yeniden tatmin olabilir miyim?” sorusuna “evet” cevabı almak istiyordu. İstediği şey tam buydu.

Bu belgesel filmi çekerken onun hakkında konuşmaktan kaçan insanlarla karşılaştınız mı?

Çok ilginç, görüştüğüm tanınmış isimlerin çoğu bu konuda konuşmak istedi, halbuki tartışmalı konulardan hep kaçarlar. Charlize (Theron) kendisi de babasıyla birlikte bağımlılıktan etkilendiği için gönüllü konuştu. Penelope Cruz, Naomi Campbell ve Kate Moss gibi birçok isim Galliano’ya karşı büyük bir sevgi ve sadakat gösterdi ve “biz onu hâlâ seviyoruz” demek istediler. Şöhretlerin zehirli olan ya da zehirli görünen kişilerden hızla uzaklaştıklarını defalarca deneyimlediğimiz için bunu beklemiyordum. Bu işe dahil olmak istemeyenler ise birlikte moda sektöründe çalıştığı, bu konuyla ilişkilendirilmek istemeyen veya tepkilerden korkan kişilerdi. 

Sizin için filmin en zorlayıcı kısmı neydi?

Moda dünyasından insanların moda hakkında ilgi çekici bir şekilde konuşmalarını sağlamak… Çok azı bunu başardı. İstediğim dile yaklaşmak için aracı olarak bir moda tarihçisini kullandım ve modanın kendi adına konuşmasına izin verdim. John bile bu konuda konuşmakta pek yeterli değildi. Moda dünyasındakileri alanları ve kariyeri hakkında konuşturmak oldukça zor. Kurgu odasında filmi yapılandırmak da bir o kadar zordu.

Sinemada çok bağımlılık hikayesi var. Whitney filmini yapmıştım ben de bağımlılık ve yıldızlar hakkında. O biyografiler başarıya yükseliş, başarı ve ardından ani düşüşü anlatır, üç perdedir. Fakat “High & Low: John Gallianoda uyanmak, kendini açıklamak ve yaptığın şeyi neden yaptığını anlamaya çalışmak da var. Böyle dört perdelik bir yapının üstesinden gelmek zordu. Filmi sıra dışı ve belki de diğer bağımlılık hikayelerinden farklı kılan da bu oldu.

Daha önce McQueen’den bahsederek John ile aralarında bir benzerlik olduğunu söylediniz. Sizce neden böyle bir benzerlik vardı?

Aslına bakarsanız, ikisi de eşcinsel, ikisi de işçi sınıfından geliyor ve ikisi de Londralı. John, Cebelitarık’ta doğdu, sanırım yedi yaşındayken Londra’ya taşındı. İkisi de St Martin’s Sanat Okulu’na gitti. John, Britanya modasının tanrısıydı. Bu yüzden McQueen’in ona hayranlık duyması ve sonra onunla rekabet etmesi şaşırtıcı değil. Sanırım iki taraf arasında bir tür psikolojik mücadele vardı. Bazı açılardan birbirleriyle rekabet halindeydiler ama bence her ikisi de post punk, Britanyalı, anarşist ve asi tavrı, hayranlık uyandırıcı hale getirdiler. Böylece, çok “nezaketli” moda dünyasını sarstılar. Moda dünyası yalnızca birkaç zengin insan ve birkaç film yıldızı için küçük ölçekli bir endüstriyken, modanın herkesin erişebileceği cazibe ve lüks aromasına sahip bir konuma dönüşmesine yardımcı oldular.

Galliano “iptal” (cancel) edildi ve filmde bahsettiğiniz gibi hayatının o anıyla başlıyor. İptal kültürü hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce kalıcı etkileri olacak mı? 

Sanırım iptal kültürünün tam olarak ne olduğunu bilmiyorum. Yani tanımlamak çok zor ama bence göz önündeki figürleri algılama biçimimizde yeni bir ahlak var. Bu tür bağnaz bir tutum, bazı açılardan boğucu olabilir ve insanların yaratıcı olmasını engelleyebilir. Çünkü şu an yaratıcı insanlar yaptıkları iş konusunda gergin hissediyorlar. Tüm bunların yanında tamamen yanlış davranışlarda bulundukları halde paçayı kurtaranları da görüyorum. Harvey Weinstein bunun bir numaralı örneği ama tek örneği değil.

Bence insanların muhtemelen şunu hatırlatmaya ihtiyacı vardı: Bir yıldız olabilirsiniz ancak bu diğer insanları aşağılayabileceğiniz ve saygısızca davranabileceğiniz anlamına gelmez. O yüzden bu tutumun da artıları ve eksileri var. 

En nihayetinde John’un hikayesi affedilmenin yolunu nasıl bulacağınız ve kendinizi nasıl affedeceğiniz üzerine. Ve bence bu çoğumuzun hayatında, “iptal” edilmese de, karşılaştığı bir şey…

“High & Low: John Galliano” 26 Nisan’dan itibaren MUBİ’de yayında olacak.

Previous Story

Özpetek: Netflix Türkiye, İçki Yüzünden Filmimi Almadı

Next Story

Alman Filmleri “Kino 2024″le Türkiye’de

0 0,00
02_ArtDog_CD_Logo_RGB_Black

BÜLTEN

Türkiye ve dünyadan haftalık kültür-sanat haberleri, inceleme yazıları, sergiler ve etkinlikleri takip et.

Bülten aboneliğinde ArtDog Istanbul’un gizlilik sözleşmesini kabul etmiş olursunuz.