Doğa ve Kent Belleğine Dair: "Diken Üzerine Egzersizler" - ArtDog Istanbul
Güneş Çınar, "Diken Üzerinde Egzersizler", kağıt kesme, pleksi, ahşap, 82x82x16 cm., 2025. (ayrıntı)

Doğa ve Kent Belleğine Dair: “Diken Üzerine Egzersizler”

Güneş Çınar’ın Maçka Sanat Galerisi’ndeki 13 Aralık'a dek devam eden “Diken Üzerine Egzersizler” sergisi, doğa ile insan arasındaki gerilimli ilişkiyi diken imgesi üzerinden ele alıyor. Sanatçıyla; gri tonlar, endüstriyel malzemeler ve organik formlarla kurulan melez estetik ve doğanın bugünkü yaralı ve dönüşen dokusu hakkında konuştuk.

/

Güneş Çınar’ın Diken Üzerine Egzersizler sergisi, sanatçının doğa ile insan arasındaki çok katmanlı, çelişkili ve süreklilik gösteren ilişkiyi mercek altına aldığı yeni üretimlerine odaklanıyor.

Serginin merkezinde yer alan diken imgesi, hem koruyan hem yaralayan, hem sınır koyan hem de o sınırları aşan yapısıyla insan-doğa ilişkisini belirleyen karşıtlıkları görünür kılıyor. Çınar’ın “egzersiz” kavramı ise tamamlanmış bir sonuca değil, devam eden bir arayışa, gözlem ve yüzleşme sürecine işaret ediyor. Sanatçı bu sergide bakışını kentin içinden doğaya değil, doğanın içinden hem doğaya hem de kente doğru çeviriyor. Gri, beton ve pas tonları, doğanın bugüne ait yaralı dokusunu ve kentin görünmez ağırlığını taşırken; 3D baskı, pleksi ve reçine gibi malzemeler, doğanın artık kaçınılmaz biçimde teknolojiyle iç içe geçmiş yeni hâlini sorguluyor.

Diken Üzerine Egzersizler, doğa, kent ve insan belleğinin birbirine karıştığı güncel ekolojik gerçekliği hem duyusal hem düşünsel bir alan olarak izleyiciye sunuyor. Güneş Çınar’la dikenin birbirine karşıt yapısı, doğa ve kentin iç içeliği, doğanın iyileştirme ve dönüştürme gücü hakkında konuştuk.

Diken Üzerine Egzersizler, 13 Aralık’a dek Maçka Sanat Galerisi’nde görülebilir.

GG Header
GG Header Mobil

Güneş Çınar, “Dikenler”, beton, poliüretan reçine, 2024–2025.

Diken imgesi serginin ana hattına oturuyor. Koruyan ama aynı anda yaralayan, sınır koyduğu gibi sınırları ihlal eden bir imge. Bu karşıtlıklar sizde nasıl bir düşünsel zeminde bir araya geliyor?

Bu sergi, doğa ile insan arasındaki çelişkili ilişki üzerine uzun bir gözlem ve sessizlik döneminden doğdu. Kentten uzaklaşarak geçirdiğim süreçte fark ettim ki doğayla ilişkim de tıpkı kentle ilişkim gibi tutarsız: hem hayranlık hem korku, hem temas isteği hem mesafe arzusu içeriyor.

“Diken benim için hem koruyan hem yaralayan, hem sınır koyan hem sınırı ihlal eden bir bitki.”

Bu karşıtlık, “diken” imgesiyle sembolleşti. Diken benim için hem koruyan hem yaralayan, hem sınır koyan hem sınırı ihlal eden bir bitki.

“Egzersiz” kelimesi ise tamamlanmış bir sonuca değil, sürekli bir denemeye, bir arayış hâline işaret ediyor. Sergi, bu arayışın parçası olarak kurgulanmış oldu. Doğaya duyduğumuz hayranlık ve tahakküm isteği aynı anda ortaya çıkıyor.

Yakınlaşmak ile uzak durmak, verdiğimiz zarar ve buna rağmen bitmek bilmeyen beklentimiz, aynı zihinden çıkan iki farklı refleks gibi. Diken bu çelişkiyi hem varlığıyla hem duygusuyla taşıyor. Benim için bu karşıtlıklar çözümlenmesi gereken bir problem değil; aksine insan-doğa ilişkisinin kurucu gerilimi. Diken, bu bağın güçlü bir metaforu olduğu için serginin omurgasına yerleşti.

Diken imgesine biçim verirken renk, doku, biçim ve boşluk-doluluk ilişkilerini nasıl kurguladınız? İzleyicide nasıl bir duygu bırakmasını amaçladınız?

“Dikenin battığı ve can yaktığı bir an değil, dikenin varlığıyla sessizce uyardığı bir hâlin temsiliydi amaçladığım his.”

Diken formuyla çalışırken biçimsel etkinin yanı sıra dikenin tehditkâr duygusunu da izleyiciye geçirmek istedim. Dikenin battığı ve can yaktığı bir an değil, dikenin varlığıyla sessizce uyardığı bir hâlin temsiliydi amaçladığım his. Diken heykellerini biçimlendirirken kullandığım renkler, dokular ve boşluk-doluluk düzenlemeleri, heykelin ana meseleleri olmasının yanı sıra doğa ile insan arasındaki gerilimli ilişkinin temsili gibi düşünülebilir.

Beton ve pas etkisini tercih etmemin nedeni doğanın romantik temsillerine mesafe koymak, doğanın kirletilmiş, melezleşmiş dokusunu görünür kılmak içindi. Boşluk-doluluk ilişkisi ise dikenlerin hem mekânla yerleştirmenin diyaloğu açısından önemliydi hem de yerleştirmenin bir bütün olarak algısını güçlendirmek için. Bütün bu biçimsel kararlarla izleyicide keskin bir acı değil, dikenin dokunsal uyarısını andıran hafif bir tedirginlik, düşünsel bir sızı bırakmayı amaçladım çünkü farkındalık çoğu zaman o ince, sessiz temas anında başlıyor.

Egzersiz sözcüğünün sergi özelinde süreç, deneme, arayış anlamında kullanıldığını görüyoruz. Bu arayışın bir tamamlanmışlığa evrilmesi gerekiyor mu, yoksa geçen süreç mi serginin odağında?

“Bu sergi bir sonuçtan çok bir yüzleşme sürecinin kaydı.”

“Egzersiz” kelimesini özellikle seçtim çünkü tamamlanma fikri doğaya da insana da yabancı. Bu sergi bir sonuçtan çok bir yüzleşme sürecinin kaydı. Üç yıla yayılan gözlem, öğrenme, korkma, kabullenme, düşünme, sessizleşme, doğada olma pratiklerini aynı anda içeren bir sürecin kaydı. Dolayısıyla sergi, tamamlanmış ve çözüme kavuşmuş bir durumu ele almıyor, aksine devam eden bir sürecin bir parçası.

Önceki çalışmalarınızda kente ve yıkıma odaklanırken bu defa doğanın içinden dışarıya doğru bir bakış sunuyorsunuz. Buna rağmen kullandığınız gri tonlar doğayı da kent gibi gösteriyor. Bu değişimin altında yatan etken nedir?

Önceki işlerimde kentin içindeki fragmanlarda, kentsel dönüşüm alanlarında doğadan izler arıyordum, çoğunlukla rölyeflerimde yıkım alanları ve heykellerde kentte yaşayan hayvanlar vardı. Kentteki doğa parçacıkları, duvarlar ve yıkıntılar arasında inatla var olmaya çalışan bitkiler ve hayvanlar bana doğanın hiçbir zaman tamamen “dışarıda” olmadığını hatırlattı.

Güneş Çınar, “Terra Incognita I”, 3D baskı üzeri reçine kaplama, 340×120 cm, 2024-2025.

Bu sergide bakış yönüm değişti. Şehirden doğaya değil, doğanın içinden hem doğaya hem şehre bakıyorum. Yani bu bir kopuştan çok, yaşadığım yere ait gözlemlerin çalışmalarıma etkisi. Şimdi doğada, kente ait olması gerektiğini düşündüğüm canavarları; kepçeleri, vinçleri, beton kamyonlarını ve çöp yığınlarını görüyorum. Gri tonların devam etmesinin sebebi de bu. Doğayı ona özgü bir estetik içinde betimlemek günümüzün gerçeğiyle örtüşmüyor. Doğa bugün betonun, pasın, endüstriyel atıkların izleriyle iç içe.

Bu yüzden gri hem kâğıt kesme işlerimde hem de rölyeflerimde renk ve malzeme tercihime yön verdi. Aynı anda kentin ağırlığını ve çöküntüsünü ve doğanın yaralı dokusunu taşıyabilen, insanın doğayla arasına koyduğu görünmez duvarı vurgulamak için özellikle tercih ettiğim bir ara alan.

Doğal olan imgelemle yapay olan malzemenin iç içe geçtiği bir estetik kuruyorsunuz. Bu melez yapının sizin için ne ifade ettiğini açabilir misiniz?

Bugünün dünyasında saf doğa diye bir şeyden bahsetmemiz sanırım imkânsız. Kent ve doğa birbirinin içine çoktan karışmış durumda.

“Çağımızın gerçekliğini gizlemektense, bu melezliği görünür kılmayı tercih ettim.”

Plastik ve beton doğanın dokusunda bugün zaten mevcut. Çağımızın gerçekliğini gizlemektense, bu melezliği görünür kılmayı tercih ettim. Kullandığım malzemeler; 3D baskı, reçine, pleksiglass, beton, doğayla tezat gibi görünse de aslında bugünün doğa algısına ayna tutuyor. Artık doğayı yalnızca gözlemlemiyoruz, onu tarıyor, ölçüyor, yeniden üretiyoruz. Dolayısıyla teknolojik üretim dillerini, doğa temsili içinde kullanmak benim için bilinçli bir karar.

Sizce kent ve doğanın ortak bir belleği var mı? Varsa içinde neler barındırıyor?

Kent ve doğanın ortak bir belleği olduğuna inanıyorum ve bu belleğin önemli bir katmanı, kentin doğal bir organizma gibi yayılması. Kent kendi ritmine, kendi büyüme döngüsüne, sahip; tıpkı canlı bir organizmanın çoğalması gibi. Bu nedenle kent yalnızca insan eliyle kurulmuş bir yapı değil; onunla evrilen bir organizma. Fakat bu organizmanın genişlemesi çoğu zaman sağlıksız: yayılımı doğanın dokusunu yırtarak, ekosistemleri kesintiye uğratarak gerçekleşiyor. Bununla birlikte doğa da o kadar pasif bir kurban değil.

İşlerimdeki gri tonların içinde beliren organik formlar, kırık yüzeylerden çıkan küçük filizler, pastoral manzaraların parçalanıp yeniden katmanlaşması hep bu iyileşme gücünün izleri. Ben kendi pratiğimde bu potansiyeli görünür kılmakla ilgileniyorum. Endüstriyel malzemelerin içinde organik olanın, organik yüzeylerin içinde kentin hayaletlerinin belirmesi de bu yüzden. Doğanın kendini iyileştirme ve onarma gücü çok yüksek, tahribatın içinden bir alan açmayı biliyor. Kent tahakküm kurarken doğa sessizce, sabırlı bir şekilde yeniden filizleniyor. Ya da buna inanmak tek avuntu.

Previous Story

Salt Beyoğlu’nda “90’lardan Beri Halı’dayız” Etkinlikleri Sürüyor

0 0,00