Martch Art’ın kapısından girilen anda başlayan nerede ya da kimin evinde olduğunu anlama çabası ve buna hizmet eden gözetleme içgüdüsü, çocukluğunu 80’lerde geçirenlerin çoğuna tanıdık gelecek bir oturma odasıyla buluşuyor ilk önce. Ardından neyin iş, neyin yerleştirme olduğunu sorgulatan bir yatak odası ve kırmızı rujla aynasına “bırakıverdim kendimi” notu yazılan bir tuvalet ile… Klozetten koltuklara ne varsa, sergiye dahil ve ziyaretçilerin kullanımına açık.
Her şeyin ortasında, hiçbir şey yazmasa bile zihinlerde “İki Film Birden” panosu canlandıran, temsili bir erotik sinema salonu var. Volkan Eray’ın Yeşilçam’da seks filmleri furyasına kolayca karışabilecek bu afişleriyle serginin öznesine dair bir izlenime kapılmak mümkün. Hem geçmişinden hem bugününden belgeselvari kesitlerle serginin diğer sanatçısı Kübra Uzun, ev sahibi personasına en yakın aday. Çınar Eslek ise objeleri ile her yerde… Burada bir erotik film yıldızı yaşıyor/yaşamış olabilir mi? Yarım bırakılmış şarap kadehi, ev sahibinin her an gelebileceğinin mi yoksa bir anda çıkıp bir daha hiç gelmediğinin mi işareti acaba?
Mekânın birçok başka mekândan oluştuğu ve öznenin beden, zihin, cinsiyet gibi öğelerden muaf olduğu evde, zaman da şizofren… Afişler 74-80 dönemini, mobilyalar 80’leri, tüplü renkli televizyonlar 90’ları hatırlatıyor. Dönersen Islık Çal’dan Ahu Tuğba’lı filmlere, Ferdi Özbeğen’den Sezen Cumhur Önal’a hafızaların tetiklendiği TV’de de daha çok 90’lara rastlamak mümkün. Reklamların da es geçilmediği bu kolaj tamamen serginin küratörü Yekhan Pınarlıgil’in elinden çıkmış.
Ülkenin şalterleri indirilmiş, her yer karanlık. Renkler yitirilmiş. Kayıp nerede başlamış, savaşlar ne zaman kaybedilmiş? Tüm bu karanlığın içinde sanat umutları yeşertebilmeye yeter miymiş? İzleyiciye belki de hiç tanımayacağı bir hayatın derinliklerine inmeyi ve indikçe kendinin kuytularını keşfine varmayı vaat eden, mahzendeki karanlıkta canavarlar, hülyalar ve yıllanmış şaraplar arasında düşmeye cesareti olanlara derinlik sarhoşluğu armağan eden Bırakıverdim kendimi, düşermiş gibi’yi küratörü Pınarlıgil’e sorduk.
Serginin ana temalarından biri voyörizm, serginin tam ortasında hayali bir sinema salonu ve post-truth erotik film afişleri var. Peki siz kendinizi serginin küratörü olarak mı yoksa bir yönetmen olarak mı görüyorsunuz?
Bu sorunun gelmesi bile benim için bir gurur. Küratör müyüm, sahne mi kurguluyoruz, film mi çekiyoruz, burası bir film stüdyosu mu çok belli değil. Salondaki televizyonun kurgusunu ben yaptım. Bir başka televizyonda Kübra’nın hayatından gerçek bir kesit var. Çınar’ın rolü de sadece sanatçı değil. Tüm bunları Çınar’la birlikte kurguladık. Volkan ve Kübra da bir aşamada işin içine dahil oldular. Volkan sinemayı kurgularken buradaydı. Onların üretimleri Çınar’ın eserleriyle yan yana duruyorlar. Hangisi kurgu, hangisi belge, hangisi Duchamp’ya göz kırpan atılmış ve bulunmuş eşya, bunların belirsizliği benim rolümün belirsizliğiyle doğru örtüşüyor.
Sanatçıların rolleri de biraz belirsiz, kaygan zeminlerde tanımı tam olmayan işler yapıyoruz. Sinema ile aramızdaki ilişki de böyle aslında. Sinemanın kurgu olup olmaması, hayatımızın sinemaya açık olması, aradaki geçirgenlik, kurgunun bizde iz bırakması ya da onu içimize almamız. Hayatımızın kurgularda belge olmadan bile yansıması. Tüm bunlar bu dönemin insanının sendromları…
Serginin kökeni dört yıl öncesine, karantina dönemine gidiyor. Aradan geçen zamanda telefon konuşmalarındaki rüya paylaşımları söyleşi ve kitaba, onlar da bugün bir sergiye döndü. Bundan sonra bu hikâye bir filme döner mi?
Aklımda böyle bir fikir var, TV ya da radyo programı da olabilir. Motivasyonum yüksek, saklamayacağım. Fakat sergi bile çok uzun zaman gerektirdi, sergiyi hazırlamak değil, gösterebilmek zaman aldı. İçeriğinden dolayı her yerde kolaylıkla yapabileceğimiz bir sergi değildi, Martch’ın açık kafalı davranması sayesinde gerçekleşti. Bu yüzden film ya da benzeri projeleri de kolaylıkla yapamayacağımıza eminim.
“Karanlık, Hayal Gücü Olarak Geri Döndü”
Bırakıverdim kendimi, düşermiş gibi elektriksiz, ışıksız, kapkaranlık bir dönemi referans alıyor. Hatta siz de “adeta karanlık bir gece” diye tarifliyorsunuz serginin zaman boyutunu. Geçtiğimiz yıl sinemada birebir aynı tanıdık göndermeye, hatta aynı ada sahip Özcan Alper imzalı Karanlık Gece filmi vardı.
Ben yurtdışında yaşadığım için birçok filmi kaçırıyorum maalesef, o filmi de izleyemedim. Ancak 80’ler ve 90’lar dönemini çocuk, genç ya da yeniyetme yaşlarda geçirenler bir şekilde o dönemden stigmatlar taşıyorlar. Koşullar, hem düşünme tarzımıza hem hayatımıza hem de üretimlerimize yansıdı. Oldukça doğal tesadüfler. Dönem de çok garip, sanatçılar da karanlık işler yapmış her alanda. Küstahça söylemek gerekirse, karanlık, o dönemin insanlarına bir hayal gücü tetiklenmesi olarak geri döndü. Gece karanlığının içinde barındırdığını görmekle görmemek arasında tahayyül ettiğimiz sahneler, bence o dönemden bize kalan tortular, kolektif bir bilinçaltı. Zamanında paylaşamadık, tüketemedik belki… Bundan kurtulmak ya da hatırlayıp tekrar düşmemek için, belki tekrar düşüp yine o hayallere tutunmak için bir analiz etme isteği hepimizinki.
Serginin öznesi kaybolmuş renklerinin peşine düşen biri… O özne aslında biz miyiz?
O kişinin yaşadığı zaman tek değil. Mekân, şahıs, karakter bütünlüğü de yok sergide. Biraz ben varım işin içinde, şahit olduğum kişiler, okuduğum, sinemada izlediğim kişiler, hepsi iç içe. Doğru aslında, serginin öznesi günümüz insanından bir patchwork.
Sergide popüler kültürden, hatta “magazinel” diye etiketleyebileceğimiz, birçok isim var. Ahu Tuğba, Banu Alkan, Ferdi Özbeğen… Bu isimlere sergide yer verme sebebiniz neydi?
Popüler kültürün içinde yaşıyoruz, tamamen uzaklaşmaya gerek yok. O elitizmin içinde olmak bana itici geliyor. Bahsi geçen isimler sözkonusu zaman çizgilerinin mihenk taşları. Benzer figürler de var tabii ama onlara gönderme yapmıyoruz, çünkü onların bu serginin hikâyesinde bir yeri yok. Mesela Covid döneminde kitap yazma aşamasındayız, Çınar’la telefonda konuşup içki içiyoruz. Sarhoşuz ve fonda Özbeğen’in aynı şarkısı beşinci kez dönüyor. Bu tarz duygusal bağlantıların dışında, varlığı ve tutumuyla LGBTQIA+ kültürde yerini oluşturmaya çalışmış insanlarla, karşı duranları ayırmak gerekti. Karşı olanları kullanmak pek hoşuma gitmiyor. Olumlu tavrı olanlara dair subjektif bir seçim gerçekleşti.
“Bırakıverdim kendimi, düşermiş gibi” ve “Dilber” Estetiği
Popüler kültürden bahsetmişken serginin sinema salonu kısmında bir Beyoğlu duvarı ve pavyon afişleri görüyoruz. Son günlerde bir televizyon dizisi üzerinden “pavyon estetiği”nin merkeze taşındığı bir gündem var. Hatta tesadüf o ki serginin Beyoğlu duvarındaki afişlerde de “Dilber” adında bir pavyon yıldızına rastlıyoruz. Peki siz pavyon estetiğin bugüne uyarlanması hakkında ne düşünüyorsunuz?
Diziyi izliyorum, Dilber’in dans sahneleri ile sergi arasında bir bağlantı kurabilirim. Çok erotik sahneler, popüler bir erotizm… Oradaki geçiş beni çok ilgilendiriyor, bir başka kulvar açıyor. Sanat politika ile, eleştiri ile, eleştirel bakışla çok alakalı. Sanatın bize yeni yaşam alanları açtığına naif bir şekilde inanıyorum. Bizi belirlenmiş şablonlardan dışarı çıkarıp başka hayat stratejileri olduğunu gösteren bir mekanizması var sanatın.
Politik sergi yaptığımızda, ben de yaptım yıllarca, çok oturaklı oluyorlar. Kahkahaya çok yer bırakmayan işler… Halbuki bizi kontrolü altına alan tahakkümün sahibini eleştiriyoruz. Ciddiyeti, gülmemeyi, kıpırdamamayı, dans etmemeyi, durmayı bizden çok daha iyi kullanabilen bir merci. Politik sergilerde onların diliyle onları eleştirmeye çalışıyoruz. Ben biraz bundan mustaribim, doğru strateji olmadığını düşünüyorum. Kıvırmak, gülmek erkeğin statü kaybı, kadının saygından objeye dönüşme hali. Onların gözünde düşülmüş hayatları yaşıyoruz. Kendimizi savunabilmek için ciddi olmak, kendimizi dinlettirebilmek için haber spikeri gibi durmak zorunda değiliz. Dilber’in orada dansında da kurgu ya da değil bu ve son dönemdeki sergilerimde duruşumla da eleştiriyi, eleştirenin diliyle değil başka bir dille yapmayı önemli buluyorum.
“Yaşam da renkler de kısıtlanıyor”
1915, 6-7 Eylül, mübadele, darbeler, 90’lar gibi travmatik dönemlerin içine bugünü de katan bir karanlık tarifi “şalterlerin indirilmesi”. Güncel karanlığı da bir sanatçı göçü, beyin göçü olarak nitelendiriyorsunuz. Sizce bunun Türkiye sanat dünyasındaki sonuçları neler?
Ermeni soykırımı ile başlayan, bugüne uzanan bir süreç. Beyoğlu’nda doğup büyüyünce kültür kaybını daha net görüyorsunuz. Galatasaray’da yatılı okuduğum için o yıllarda Beyoğlu’nun dönüşümünü çok yakından gördüm. Etrafımızdaki binaları kimin yaptığını düşünmeniz bile yeterli. Böyle büyük bir kaybın bizi getirdiği dönemde yaşıyoruz.
İnanılmaz sayıda giden var. Çünkü Türkiyeli insanlar gitgide daha kontrollü ve daha sıkıcı bir hayata mahkum ediliyor. Sanat-sanatçı etkisinin azalması, renksizliği ve tektipleşmeyi tetikliyor. Alternatifler kayboluyor, yeni şeyleri düşünmek, farklı bakmak elimizden alınıyor. İnsanları dışlayan ya da standartlaştırmaya çalışan söylemlerin olduğu bir sosyal çevrede yaşıyoruz, yaşam da renkler de kısıtlanıyor.
Bütün bu karanlığın içinde umudunuz var mı?
Bir yandan karanlığın pozitif tarafına inanıp hayal gücünü tetikleyen bir şey olmasını arzuluyorum, bir yandan hiç daha önce hissetmediğim kadar uçsuz ve çıkışsız bir tünel görüyorum. Umarım yanılıyorumdur. Dünya çok acayip bir yere gidiyor, sadece yeşil ekolojiden bahsetmiyorum, bireysel ve sosyal ekoloji anlamında da negatif bir yere gidiyor. Belki daha yakın olduğum için, Türkiye bana dünyadan daha hızlı bir şekilde kötüye gidiyor gibi geliyor. Yakınındaki şeyler daha hızlı gelir ya insana…