Bu sayı için başka şeyler yazacaktım, güzel şeyler, hayatımızın küçük renkleriyle ilgili. Ama çoluk çocuk sınırlara, dikenli tellerin önüne yığılan, soğuk bir sabahta Ege’nin buz gibi suyuna – oysa biz tatile gittiğimizde güneşin altında ne hoş, ne tatlıdır aynı su –yarı bellerine kadar girip botlara tırmanan mültecileri görünce göçmen olmak, yurdundan kopmak nasıl bir şey yaşamış olanların dilinden duyalım istedim.
Uzun zamandır sosyal medyada çok beğenerek takip ettiğim bir hesaptan alıyorum yazının bundan sonraki kısmını, Diaspora Türk (@diaspora_turk). Savaştan kaçan, mülteciliğin en acı yüzünü gören insanların tanıklığı değil bunlar. Bizim ülkemizden Avrupa’ya, çoğunluğu Almanya’ya resmi izinlerle çalışmaya gitmiş insanların tanıklıkları. Dikenli teller olmadan bile ne kadar zor bir hayat bu, işte birkaç parça. Varalım kaçak göçmen olmayı biz hayal edelim.
Dediğim gibi, yazının bundan sonrası Diaspora Türk’ten, en derin şükranlarımla.
“Göçmen yer değiştirmez, yeryüzündeki yerini yitirir. Vatanından olmuştur ama yeni bir vatan da bulamamıştır.”(Bauman)
“Bir gün nasıl olduysa TRT’yi denk getirdik. Frekansı bir daha bulamayız diye radyonun düğmesini tutkalla yapıştırdık. Sonra da o çaldı biz ağladık.” (11. Peron) [11. Peron, Avrupa’ya giden ilk Türk işçilerinin hikâyelerinden oluşan olağanüstü güzellikte bir Gökhan Duman kitabı.]
“Dışişleri’ne giren her diplomatın gönlünde bir gün Büyükelçi olmak yatar. Ama ben Başkonsolos olmak istiyordum. Babam, 1971’de Almanya’ya giden işçilerden biriydi. Bizi de 1972’de yanına aldırdı. Önce heimda (yurt) sonra tuvaleti dışarıda olan bir evde yaşamaya başladık. O zamanlar Frankfurt Başkonsolosluğuna bağlıydık. Konsoloslukta işimiz olduğu zaman en güzel elbiselerimizi giyer, bayrama gider gibi giderdik. Orada herkesin Türkçe konuşması çok hoşuma giderdi. Lazım olsak da olmasak da babam sırf Türk bayrağını görelim diye bizi hep götürürdü. Burası bizim toprağımız” derdi. Bunun ne anlama geldiğini bilemezdim, ‘Her yerden kovarlar ama buradan kovamazlar. Çünkü burası bizim vatanımız. Burası Türkiye’ derdi. Babam Kapıkule’de toprağı öpecek kadar severdi ülkesini. Lise 1’de artık diplomat olmaya karar vermiştim. Başkonsolos olacaktım çünkü çile oralarda yaşanıyordu ve ben bunu biliyordum. 1987’de İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirdim. Yeniden Almanya yolları gözüktü. Dortmund’da hukuk mastırı yaparken kaçak işçilik, hamallık dahil her işle uğraştım. 1000 marka bir Ford minibüs almıştım. Minibüsü silme kitap yüküyle doldurup Türkiye’ye döndüm. 1993’de Dışişleri sınavını kazandım. 6 yıl sonra Essen’e Muavin Konsolos olarak atandım. Babam ise annemi kaybettikten sonra Almanya’da kalmaya devam etti. 2007’de tam 36 yıl sonra memleketimiz Ödemiş’e dönmeye karar verdi. Biz geliriz diye torun sayısı kadar yatak-döşek satın almış. Bir kamyona doldurmuş, Ödemiş yolunda direksiyon başında kaza geçirip 72 yaşında oracıkta vefat etti. Emekliliğinde bir gün bile memleketini yaşayamamıştı. Ondan iki yıl sonra ise Düsseldorf’a Başkonsolos oldum. Almanya’da Başkonsolosluk yapan ilk işçi çocuğu olmuştum. Artık çocukluğumun amcalarının, teyzelerinin arasındaydım. 2013 yılına kadar Almanya’da görev yaptım. Ve daha sonra Büyükelçi oldum. Aradan yıllar geçti ama oradaki insanımızın yeri yüreğimde hiç soğumadı.” (Fırat Sunel)
“Babacığım, anneciğim okuduğum şiiri size yolluyorum. Bu şiiri Cumhuriyet Bayramı’nda okudum. (Odunumuz kömürümüz geldi, biz hepimiz iyiyiz, ellerinizden öperiz. “ Kızınız Selda)
Al yıldızlı al bayraklar,
Her yanda dalgalanıyor,
Süslendi evler sokaklar,
Renk renk ışıklar yanıyor.
“Yıl 1971… Babam amcamdan bana ve en küçük kardeşim Serpil’e pasaport çıkartmasını ve uçak biletlerimizi alarak bizi Almanya’ya göndermesini istemiş. Amcam pasaportlarımızı çıkartıp, 9 Ekim sabahına uçak biletlerimizi aldı ve bizi tembihledi: ‘Ben babana telgraf çektim. Sizi havaalanından alacaklar. Başkaları gelip sizi götürmek isterse sakın onlarla gitmeyin. ‘Frankfurt’a indik, annemle babamı bekliyoruz ama kimse bizi almaya gelmiyor. 30-35 yaşlarında iki Türk yanımıza geldi. Onlardan biri ‘Ben ailenizi tanıyorum, gelin sizi onlara götüreyim.’ dedi. Ben de, ‘Peki tanıyorsan isimleri ne?’ diye sordum. Adam cevap veremedi. ‘Yağmur yağıyor, hava soğuk, hasta olacaksınız. Bize gidelim, yarın ailenizi buluruz.’ diyorlardı. Ben amcamın dediklerini hatırlayarak onlarla gitmedim. Kardeşimin kulağına ‘Şimdi bir taksi gelince koşarak oraya gideceğiz. O taksi bizi annemize götürecek.’ dedim. Koşarak taksiye ulaştık. Elimdeki adresi şoföre verdim. Würzburg’un ayrı bir şehir olduğunu nereden bileyim? Ben üç beş mahalle geçeceğiz sanıyordum. Yol uzayınca cama vurmaya başladım. ‘Nereye götürüyorsun bizi?’ diyordum ağlayarak. Adam bir şeyler söylüyor ama ben anlamıyorum. Sonra taksi bir yola saptı. Şoför bir restorana girdi. Kardeşimin elinden tutup dışarı çıktım ve otobana doğru koşmaya başladık. Ne kadar koştuk bilmiyorum ama polisler bizi durdurup tekrar taksiye bindirdiler. Biz ağlamaktan, açlıktan, yorgunluktan ayakta duramıyorduk. Biraz daha yola devam edince nihayet Würzburg’a geldik ve bir yerde durduk. Apartmanların birinden annemle babam çıktı. Bir yandan ‘Yavrularım gelmiş’ diye bize sarılırken bir yandan da “Siz nasıl geldiniz, niye haber vermediniz?” diyorlardı. Annem bir gece önce rüyasında kendisine iki çiçek verildiğini görmüş. Sonunda ailemize kavuşmuştuk. Ertesi gün amcam ağlayarak halamları aramış. ‘Ben çocukları uçakla gönderdim. Kardeşime telgraf çektim ama bugün geri geldi. Onlara bir şey olduysa yaşayamam’ demiş. Amcamın çektiği telgraf, babam hastanede olduğu için iş yerinden geri dönmüş. Biz de o sırada Almanya’ya gelmişiz ama kimsenin haberi olmamış.” (Nilgün Ertan)
“Hamilesin, Türkiye’den yeni gelmişsin. Canım nasıl tulum peyniri ve simit istiyor. Kendim simit yapmaya karar verdim. Gittik her yerde kabartma tozu arıyoruz. O zamanlar sözlük de yok. Kimseye derdimizi anlatamadık. Ben de karbonatsız yapmayı denedim. Katur kutur bir şey oldu, yenmiyor. Tulum peyniri gelmezse öleceğim! Yeni bir grup izinden gelmiş. Onlara söylenecek bir şey değil ama Hasip, ‘Benim hanım aşeriyor. Eğer tulum peyniriniz varsa, verir misiniz?’ demiş. Hasip gece saat 3’te dönüyordu işten. Ben uyuyorum. Tulum peyniri kokusu geliyor burnuma. Herhalde rüyama girdi artık dedim. Bir gözümü açtım ki, Hasip tulum peyniriyle yanımda.” (Seyhan Turan, 40 Jaar in Schiedam)
“Sevgili babacığım ben Mehmet senden selamını beklerim, her saat aklımdan ve dilimden düşmüyorsun, seni sevdiğim için kendimin resmimi gönderiyorum. Bana böyle bir fotoğraf makinesi getiriver de buzağılarımın resmini göndereyim.”
“Asansörle 854 metre derinliğe ineriz. Sonra aşağıda çalışacağımız yere varmak için de 25 dakika trenle devam ederiz. 35 derece sıcaklıkta 7 saat çalıştıktan sonra geri çıkarız. Yaşım 32 ama artık kocadım, hevessiz kaldım.” (Füruzan, Yeni Konuklar)
“Çalıştıkları ekmek fabrikasında iki arkadaşlarının tuvaletleri temizlemeye gönderilmesini protesto için grev başlatan 16 Türk kızı, grev sonucunda isteklerini kabul ettirmeyi başardılar.” (10 Ocak 1974, Milliyet)
“İkbalciğim, 8.1.1965’te Münih’te çektirdiğim bu resmi tarafına gönderiyorum. Vatandan uzak, en çok ailesinden uzak bulunan Ahmetciğinin bu resmini al, kokla bağrına bas, kendisi gelene kadar yastığının altına koy rahat rahat uyu sevgilim.” (Eşin Ahmet Güngör)
“Bu andan itibaren hasta olan her Türk’ün, hasta olduğu gün fabrikaya telefonla veya bizzat bildirmesi şarttır. Hasta olan şahsın fabrikayı aradığında “Ik ben ziek” demesi kafidir.” Türk işçiler için izin prosedürü, (1965-Hollanda)
“Bu evlerde daha insan oturmaktadır” Yıkılması kararlaştırılan binalarda oturan göçmen ailelerin, yıkım görevlilerini uyarmak için duvara yazdıkları not… (1974, Berlin, Kreuzberg)
“Eşim bant doldurup yollamış, bütün ev teybin başındayız. Eşim bantta iyisiniz inşallah diyor bütün ev ‘iyiyiz iyiyiz’ diyor, köye kar inmiştir diyor, herkes ‘indi indi’ diyor. En son anasını, babasını herkesi andı, kalanlara da hasretle selam ederim dedi. İşte o kalan bendim.”