Photograph: Unsplash

Depremsel Barbarlıklar

//

Geleceği en az otuz yıldır vurgulanan doğal ve toplumsal depremlerden birini yaşıyoruz. Dünya kabuğu depreşti. Ve üstünde oraya buraya koşuşan sorumlu sorumsuz kargaşa bekçilerini çaresiz yüzbinlerin arasına saldı. Kuşkusuz Türkiye, bu enkaz yığınlarını kaldıracak. İnsanları günlük yaşamlarına dönecekler. Ama kargaşa bekçilerinin kontrolünde bu sahnelere neden olan düzen Türkiye’yi sallamakta devam edecek.

Depremin sayısal boyutunun olağanüstülüğü, tasavvur edilemeyecek dramatik sahneler, kırdan kopup gelmiş insanların doğal bir olayla karşılaştıklarının bilincine bile zor varmaları, kamu idaresinin ve hükümetin, gerçeklerin boyutundan korkarak, halka anlatmakta zorlandığı, hatta belki kendisinin de doğru bilinçlendiremediği karmaşık olgular Türkiye’yi bir psikolojik travmaya soktu. Toplum ilk günlerde ilkel toplumların doğa karşısındaki tavrını sergiledi. Milyonlarca insan günlerce sokaklarda sabahladı. Neden? Çünkü, önce oturduğu evin sağlam olduğundan emin değil. İnşaatların çarpık yapıldığını günlük kültürünün parçası olarak, bilinçaltına yerleştirilmiş. Depremi tanrısal bir olgu diye algıladığı için tanrının gazabının nereye kadar varacağını da bilemiyor. İdareciler, bilim adamları da ‘aman evlere girmeyin’ diyorlar. Peki, bu deprem kışın olsaydı, milyonlarca insan nerede barınacaktı? Muhterem, her şeyi düşünen büyük adamlarımız, böyle bir olasılığa karşı en ufak bir endişeyi dile getiriyorlar mı? Onca yıl getirdiler mi? Türkiye’nin her karış toprağını yağma edenleri hoş tutmak için af yasası çıkaranlar, İstanbul’u orta boy bir deprem vurduğu zaman insanları nerede barındıracaklarını düşündüler mi? Bunu örgütlediler mi? Ne yapacaklarını halka duyurdular mı?  Şu sivil savunma örgütlerini kuramayan, sivil toplum örgütlerine karşı çıkan, yabancıların yardım isteklerine vize vermeyen birtakım adamlar, kendi evleri yıkılırsa ne yapacaklarını düşünürler mi?

Doğan Kuban

Bu Barbarlık Gösterileri

Eğer bu sorular yanıtsız kalmakta devam ediyorsa, başka bir deyişle, bugün Kadıköy’ün bir köşesinde beş yıllık bir apartmanın dördüncü katındaki vatandaş, fazla derine gitmeden, “Bana evimin duvarları çatlarsa ve dışarıda da sıfırın altında beş derce soğuk varsa, elektrik ve su kesilirse, küçük çocuklarımı nereye götüreceğimi lütfen bildirir misiniz?” diye sorduğu zaman bunun yanıtı olmayan bir toplumda yaşıyorsak, park edemediği arabasını, çöpten arınmayan yolunu, işine giderken çektiği zorlukları bir kenara bırakarak, bir çağdaş barbarlıktan söz edebiliriz. Kendimizin, bilinçsizce, bu partileşmiş menfaat gruplarını iş başına getirdiğimizi, onlarla bütünleştiğimizi, eğer böyle kuşkulu gelecek perspektifleri dile getiriyorsak bunun ortak bir toplumsal tavrın göstergesi olduğunu bilmemiz gerek. Bu barbarlık gösterileri herkese aittir. Millet Meclisi’ndekilerin kaygısızlığı da ondan ileri geliyor. Şairinden müteahhidine, gazetecisinden toprak ağasına kadar bütün temsilcilerimiz, ‘devlet deniz, yemeyen domuz’ olduğunu biliyorlar. Her yaptıkları hareketi tasvip eden bir toplumu temsil ediyorlar. Temsil demokratiktir. Halk ve memur işlerini nasıl yürüteceklerini, karşılıklı olarak, biliyorlar. Anayasasının ara sıra, yasaların her zaman delinebileceğini avukatlardan öğreniyorlar. Ölen ölüyor, kalan kalıyor. Çark dönüyor. Bütün tarih boyunca, en ilkel koşullarda da, biraz daha fazla kayıp vererek, toplumlar yaşadılar. Günümüz dünyası çeşitli düzeylerde bir teknoloji barbarlığını karşılamaya hazırlanıyor. Bizimkinin niteliksel bir farkı var. Biz teknoloji barbarlığı ile ilkel toplum barbarlığını birlikte yaşıyoruz. Bu ilginç sinkretizmin katlanmış etkilerini de televizyonlarımızdan seyrediyor ve onların Türkçeyi iyi bilmeyen muhabir ve spikerlerinden ve diğer anlı şanlı ünlülerimizin yorumlarından öğreniyoruz.

Dünya kabuğunun milyonlarca yıllık hareketleriyle karşılaşan bir cahil toplumun deprem olgusunun doğal mı, tanrısal mı olduğu konusunda şizofrenik tartışmaları, ilkokul öğrencilerinin bile bilmeleri gereken bilgileri ve çoktan yasalara girmiş ve uygulanan inşaat ilkelerini halka tekrar tekrar televizyonlarda anlatmak tüyler ürpertici bir ilkellik boyutunu açığa çıkardı. Bütün bunlara tüy dikmek için, Büyük Millet Meclisi’nin, yirmi milyon insanın acılarını ve maruz kaldıkları zararları hiçe sayarak, insanı canlı gömen inşaatları yapanlara af çıkarması, toplumun kendisini yok edecek felaketler karşısında bile uyanmadığını ve örgütlenemediğini gösterdiği için, fiziksel depreme göre kıyaslanamayacak kadar daha büyük bir düşünsel ve duygusal depremin içinde yaşadığımızı sergileyen olaylarla karşılaşır olduk. Ve bundan da daha korkunç olan, çok insan tarafından söylenmesine ve yazılmasına karşın, hükümet ve idare edenler, yani toplumu bu felaketin pençesinden çıkaracak olanlar, uğradığımız felaketin boyutlarını, nedenlerini anlamış görünmüyorlar.

Toprak Yığını Gibi Yığılan Kat Kat Apartmanlar

Ülkeyi kargaşaya sürükleyebilecek bir durumun ne fiziksel, ne psikolojik ne de kültürel boyutlarından haberdarlar. Bunu da sürekli sahneledikleri politik söylem oyunu içine kattılar. On binlerce insanın yaşamıyla oynayan sorumlularla öylesine eşdeş olmuşlar ki, hiçbir hükümet adamı yere bir toprak yığını gibi yığılan kat kat apartmanların ne belediyeler, ne profesyoneller ve yapıları taahhüt edenler, ne de politikacılar arasındaki suçluları hakkında bir çift söz söyledi. Üstelik açık suç delileri olan harabeleri ortadan kaldırmak için bayağı gayret sarf ettiler.  Toplum bunları anlamayacak kadar duyarsız değil. Politikacılar için iyi düşündüğünü söylemek de olanaksız. Cahil ama, saf değil. Kaldı ki kentlere göç edeli, dünyadan biraz daha haberi var. Ne var ki bu kültür düzeyi, düşünceyi örgütleyip o örgütlenmenin içinde yerine oturmayan düzenleri temizleyecek kadar güçlü değil. Bu hükümete kızıyor. Bir öncekine kızmıyor. Bugün Ahmet’e, yarın Mehmet’e kızıyor. Kızarsa her partiye karşı. Kızmazsa sapına kadar Fenerbahçeli. Ak ve Kara görüyor. Ve her seçimde kendine uygun güzel temsilcilerini bulup Meclis’e yolluyor. Seçim alanlarından hipnotize olmuş gibi onları dinliyor. İpe sapa gelmez sözleri, kahvede ve televizyonda dinlediklerine uygun olduğu için tasvip ediyor. Başına evi yıkıldığı zaman, süreç yineleniyor. Kahve ve televizyon söylemine de devam ediliyor.

Bugün yakınlarını, evlerini, işlerini yitiren ve anlaşılması olanaksız acılar ve endişeler içinde kıvranan yüzbinlerce insan bu felakette tanrının değil, inşaatları yapan ve kontrol edenlerin suçlu olduğunu kuşkusuz biliyorlardır. Tanrının kendi apartmanlarını yıkıp, yandakini neden yıkmadığını da düşünüyorlardır. Eğer düşünceleri, gözlemleri ve yaşadıkları süreç içinde, bu bilinç aşamasına varmışlarsa, bundan bir sonraki aşama böyle bir gelişmeye kendilerinin nasıl alet olduğunu düşünmek olmalı. Evlerini yapmak için rüşvet isteyen biri ile anlaştılar mı? İmar durumu beş kat olan yere yedi kat yapmak için uğraştılar mı? Apartmanı yapan müteahhittin daha önce yaptığı işlerin kalitesini bir mühendise kontrol ettirdiler mi? Bir apartmanın, bir müteahhitten önce bir mimar tarafından planlanması, bir inşaat mühendisi tarafından hesaplarının yapılması, ayrıntılı bir proje olması gerekliliğini biliyorlar mı? Biliyorlarsa bunu kontrol etmişler mi? Bunlar, kentlilik düzeyine erişmiş toplumlarda neredeyse otomatik olarak yapılan kontralarıdır. Aslında  bu soruları sormaya gerek yoktur. Bunların hiçbirinin, genelde yapılmadığını biliyoruz. Biz Türkiye’de inşaat alanlarını uzmanların değil,  politikacıların seçtiklerini, daha doğrusu hasbelkader işgal edilmiş alanları inşaata tahsis ettiklerini sayısız gecekondu yasası ile biliyoruz. Biz kat yüksekliklerinin belediye meclisi kararlarıyla verildiğini ve bu meclislerin müteahhitler, arsa spekülatörleriyle dolu olduğunu da biliyoruz. Biz belediyelerin bağış karşılığı inşaat izni verdiklerini de biliyoruz. Biz nazım planların yapılmadığını, planların uygulanmadığını, isteyenin istediği yere, gerekli politik ilişkileri kurduğu takdirde, istediği gökdeleni yaptığını da görüyoruz.

Biz her yıl, orman yangını, kıyı yağması, sel, deprem, erozyon gibi nedenlerle Türkiye’nin insanlarının başına neler geldiğini de biliyoruz. Biz izinli yapının inşaatların ancak yüzde 40’ı olduğunu da kontrolle görevli (!) belediyelerden öğreniyoruz. Biz Türkiye’de toprağın yağma edildiğini, yapı alanında suç diye bir şey kalmadığını da biliyoruz. Biz kentlerin giderek daha fazla koktuklarını, çöplerini kaldırmakta güçlük çektiklerini, kadastroları olmadığını, kanalizasyonlarını bitiremediklerini, sularının kısıtlı, havalarının kirli olduğunu da biliyoruz.

Ağzı Köpüklü Adamlar!

Bunlara karşın bu kentlerde yaşandığına ve zaman zaman mutlu da olduğuna göre, mutlu olmayanları düşünmenin bir toplum düşmanlığı olduğunu da, öyle söyledikleri için, biliyoruz. Ağzımızı usturuplu açıyoruz. Kentlerin fizyonomisi çok gerçekçi bir tablo çiziyor, anlayanlara. Bu tablo, fotoğrafı çektiğiniz noktaya göre değişiyor. Topkapı Sarayı’nın resmini, Boğaziçi’nin havadan resmini, Rumelihisarı’nı, Vaniköyü’nü, Akmerkez’i, Sabancı Center’ı ya da Bağdat Caddesi’ni çekip, işte İstanbul bu denebileceği gibi; Ümraniye, Bağcılar, Süleymaniye, Armutlu, Paşabahçe sırtlarını göstererek işte İstanbul bu da denebilir. Artık yaza yaza bıktığımız, ilgi düşkünü, bakım düşkünü, estetik düşkünü, fiziksel ortamı anlatmanın bir anlamı kalmadı. Toplum, bu Meclis’i, bu belediyeyi ve kent olamayan kenti tanımlayan toplumdur. Toplum, 10 milyonluk bağış kâğıdını, imar izni sanan ve bunda da haklı çıkan, okuması yazması olmayanlarla doludur. Depremin doğal nedenini öğrenmemiş, ağzı köpüklü adamların gazete sayfalarında köşe yazısı yazdıklarını ya da bir doğal felaketi bir siyasi felakete çevirme talimi yaptıklarını görüyoruz.

Toplumun sorunu bu deprem değildir. Türkiye’nin insanları, sayısız depremi günübirlik yaşıyorlar. Bu depremin farkı, farkına varılmadan, hatta kayıt edilmeden geçen günlük yaşamsal depremlerin, doğal bir afetle eşdeşleşerek, toplumun büyük bir zaafını ortaya çıkarması olmuştur. Ve daha on gün geçmeden, bu toplumdaki ilkel yapı, bunu da absorbe edecek davranışlara sahne olmaktadır. Oysa Türkiye’yi yıkıntıya çeviren bu doğal felaket bizi hazırlıksız yakalayan, yağmurlu havada şemsiyesiz sokağa çıkma gibi bir olay değildir. Depremin sonuçları, bizim doğanın sabrını suiistimal ettiğimizi gösteriyor. Daha da öteye, bizim barbarlaştığımızı gösteriyor.

Ülke Barbarlaşıyor

Kuşkusuz böylesine büyük, binlerce kollu bir toplumsal afette, çalışkan, fedakâr, yardımsever insanlar, yardım edecek örgütler ve bütün eleştirilere karşın yine de büyük bir devlet var. Fakat bunlara aldanmamalı! Bütün dünya ile paralel, fakat onların birçoğunun çok ötesinde, teknolojiyi yanlış yorumlamanın insanı ucuzlatan tavırlarını sergileyen, ilkel bir kapitalizmin aşırılıklarının ve düpedüz kurumlaşmış hırsızlığın teşvikini açıkça yapan bir barbarlık var. İyilerin ağırlığı kötüleri ve cahilleri dengelemiyor.

Ülke barbarlaşıyor. Çağdaş barbar, pahalı bir barbardır. Yani bir hata yaptığı zaman topluma pahalıya mal oluyor. Aradaki fark iki katlı küçük bir evle gökdelen arasındaki fark gibidir. Barbar dendiği zaman akla gelen bütün özellikler bu topluma musallat. Barbar cahildir. Bu toplum cahil. Okumuş, okumamış, yüzde otuzu depremi tanrıdan bilirse o toplum cahildir. Bu yaygın cehalet mürekkep yalamışlıkla ilgili değildir. Cehalet, insanımızın çağdaş dünya içindeki yerini belirleyememesinden kaynaklanıyor. Nerede yaşayacağına karar veremediği gibi, nasıl yaşayacağına da karar vermiş değil. Bu kararı verecek bilgi yoğunluğuna da sahip değil. Bu tür iletişimsizlikler gelişmiş ülkelerde de olabilir. Fakat bizimkinde büyük bir faz farkı var. Bu Avrupacı, Amerikancı ya da İslamcı olmakla da ilgili değil. Bu 21. yüzyılda toplumun ve insanın, başını taşa vurmadan nasıl yaşayacağı konusunda aydınlanmış olması demek. Ya da bunun tartışmasını yapabilmesi demek. Seçilen politikacılar da aynı saflardan geldikleri için yol göstermeleri söz konusu değil. Onun için günü gününe yaşamak zorunda kalan ve evi başına yıkıldığı zaman geleceğe ilişkin hiçbir umudu kalmayan insanların varlığı şaşılacak bir şey değil.

Deprem bu çaresizliği gözler önüne serdi. Hayali bir parça geniş olan, bu depremden akıl almaz dehşet senaryoları üretebilir. Tabii hükümet sansür eder. Başını kuma gömmek barbar insanın özelliğidir. Tanrıların gazabı geçince çıkarırsın. O sırada fırtına seni sürüyüp götürürse, şansına küsersin. Son depremde sorun, afetin büyüklüğü değildi. Bilinç seviyesinin düşüklüğü ve politikanın yıvışık söylemi idi. Devlet işinin başında. “Neden olacak be adam?” Sorun hükümet ve idarenin işin başında olması değil. Onlar her zaman başımızda değiller mi? Halka gelecek için ne umut veriyorlar? Onlara doğruları söylüyorlar mı? Canı yananlar onlara inanıyor mu? Bunu halkın ağzından da anlamak oldukça zor. Gölcük’te evi yıkılmış bir adam. Aileden birkaç kişi ölmüş. Değerli malları, belki de bütün malları evde kalmış. Fakat artçı depremlerden ötürü eve giremiyor. Evinin karşısında ‘Godot’yu bekliyor:

-Her şeyimiz yok oldu. Değerli mallarımız içerde. Kimse bir şey söylemiyor. Ne olacağını bilmiyoruz!

-Allah sabır versin!

-Sabretmekten başka çaremiz yok. Allah’a şükür; Allah devletimizi başımızdan eksik etmesin.

Bu garip şikâyet ve şükretmekte birbirinden farklı iki söylem var. Aralarındaki ilişki kopuk. Adamı söylettiğin zaman, her şey şikayet konusu. Geleceğini bilmiyor. Ne yapacağını bilmiyor. Çaresizlik içinde. Fakat Allah’a şükrediyor. Ölmediği için olsa gerek. Onu daha büyük bir felaketle karşı karşıya bırakmadığı için. Bu geleneksel kültürün kemikleşmiş yönü. Devlete de bir dediği yok. O da başımızın tacı. Buradan şikâyetin muhatabı yok. Halinden şikayet ediyor. Bu vatandaşın yakınmasının sosyal içeriği, klasik bir örnek oluşturmaktan öteye, bir nedensellik bilincinden yoksun oluşu. Sorgulamıyor dünyadaki yerini. Başına gelenler de kader. ‘Allah beterinden saklasın’la geçiştirecek. Devlet ise zaten erişilmez bir düzeyde. Devletin soyut bir kavram olduğunu ve içeriğini, zamanla sınırlı olarak, kendisinin saptadığını da bilinçlendiremiyor. Daha doğrusu belki bilinçlendiriyor, fakat aktif, onu harekete, soru sormaya götürecek bir bilinç değil. Üstünkörü bir haberi olma. Bu tipik vatandaş kader ve devlet kavramları açısından bir esir. Henüz sorgulayan ve eleştiren bir kentli değil. Belki kentte oturuyor ama kentli olmamış.

İlginizi çekebilir:  Fındıkoğlu 80. Yaş Günü Konseri

Soru Sormuyor!

Fakat bu bilinç düzeyindeki insanlar, Türkiye’deki demokrasi sürecinin temelini oluşturuyorlar. Dünyayı sorgulamadıkları gibi, demokrasiyi de, devletle karıştırdıkları hükümeti de sorgulamıyorlar. Bir hükümet yetkilisinden “Ne olacak bizim halimiz?” diye belki sorar. Sorduğu kişi de herhangi bir palyatif yanıttan ötesini zaten bilmiyor. Ne var ki bu tür kişi hükümet nezdinde sorumlu bir vatandaştır. Sorumluluğunu biliyor, yani bu durumda soru sormuyor. Bu ülkede soru sormayan sorumluluğunu bilen bir vatandaştır. Çünkü karşısında yanıt verecek kimse yok. Eğer bir toplumun fertleri, bütün yaşamlarını parça parça eden bir felakette bir nedensellik aramayıp, kendi kişisel sorunlarına yanıt ararlarsa, bugün çadır, yarın ekmek, öbür gün borç gibi –ki bu ekstrem durumlarda insanların çoğunluğunda ancak böyle yapar- bu nedensellik bağının nasıl kurulacağı, bu düşün ve davranış mekanizmasının gelecekte ne hazırlayacağı kestirilemez. Bu durumun bir komşu kabilenin baskınına uğrayıp kadınları, çocukları kaçırılmış, bir kenara büzülüp vahşi hayvanlara karşı yaşama savaşı veren bir ilkel kabileden farkı, etrafta gürültü ile dolaşan araçlar ve yaşamını doğrudan tehdit eden vahşi hayvanların olmayışıdır. Apartman hırsızlarını daha aşağı düzeyde bir tehlike olarak kabul edebiliriz. Parasız, evsiz, işsiz kalan yüzbinlerce insanın karaltısını hissettikleri gelecek ise henüz kapıların önüne yuvarlanamamıştır. Bu durumda o insanların beklediği şey, bir program ve bunu açıklayan güvenilir bir devlet söylemidir. Bu söylemi hükümet üretecek ve mahalle kabadayısı olmayan güler yüzlü sorumlular, sevecen davranışlarla uygulayacaklardır. Devletin üst kademelerindeki sorumlular ise bu şefkatin sürekli varlığını sağlayacaklardır.

Eğer bu koşullar yoksa –ki şu anda yok- depremden sonra o yörelerin halkı, elbiseleri ve zor çalışan cep telefonları dışında, ilkel kabileler gibi, günlük yaşamlarını savunmaktan öteye gidememektedirler. Ve Gölcük’te konuşan vatandaş gibi,  gelecek için hiçbir programları yoktur. Elimden ancak bu kadar gelebilen ve bir bakıma, yüzyıllarının geri kalmışlığını ve yarım yüzyıllık yağmanın yükünü taşıyan zavallı hükümet de, iktidarın bütün celadeti ile, kendini her şeyin sahibi ve her eleştirinin hedefi olarak görmektedir. Oysa birkaç aylık bir hükümeti eleştirmek kanımca doğru değildir. Çünkü eğer bugünkü hükümetin eli kolu bağlı ise bu; geçmişteki hükümetlerin yığılmış ihmallerinden, partizanlıklarından, bilim dışı davranışlarından, yağmayı baş tacı etmelerinden kaynaklanmaktadır. Gerçi yenisi de aynı kızaktan denize indirilmiştir. Fakat çok üzerine varmanın bir anlamı yok.

Toplum geçmişini ve geleceğini sorgulayan bir bilinç düzeyine erişmediği zaman bütün enerjisini günlük yaşamın sorunlarına sarf eder. Ekonomik gelirin düşük olduğu toplumlarda, tüketim delisi olmak için sürekli beyni yıkanan ve ancak günü gününe yaşayan insanların vizyonu kısa vadeli gelecek içinde hapsedilmiştir. Bu toplumlar uygar olmaz. Uygarlık olgusu uzun tarih içinde süzülmüş, geçmişin insanlık deneyimlerini, evrensel davranışlarını içeren boyutlarda tanımlayabiliriz. Günü gününe yaşayan bir toplum uygar olamaz. Kuşkusuz bugünkü yarı kentli toplum da, uygarlık unsurları içeriyor. Fakat toplum bugünkü kurgusu, egemenlik unsurları ve genel davranışlarıyla uygar olmak bir yana, ilkel toplumların birçok özelliğini taşıyor. İnsan varlığına saygı, ortak yaşam kurallarına uyma, bilimsel düşünce, estetik kaygı, şiddeti kınama, gerçek sevgisi, hoşgörü uygar toplumu tanımlayan özelliklerse, insanı horlama, toplumsal kurallara saygısızlık, bilim düşmanlığı, çirkinlik, şiddet, yalan tahammülsüzlük barbar toplumu tanımlamaktadır. Bunların tümü Türkiye kentlerinde kol geziyor.

Orta Çağ Panoraması

Bilime karşı olmak, 21. yüzyıla bir toplumun esaretini hazırlayan en önemli özelliktir. Deprem egemen güçlerin yarım yüzyıldır devleti bilimsel düşünceden uzaklaştırmak için ne kabilse yaptığını gösteriyor. Depremin suçüstü yakaladığı en önemli olgu sorumlular katında bilimsel tavır yokluğudur. Sonunda iş Allah’ın sırrına vakıf olunamayan gazabına kadar indi. Fay hattı kırılmadı. Fay hattı bilinmiyordu. Fay hattı diye bir şey yoktur. Var olsa bile önemi yoktur. Bu tanrının hazırladığı ve küçük süt bebelerini cezalandıran fakat hırsız müteahhitleri yasa da çıkartarak kurtaran bir takdirdir. Tanrının sözcülüğünü yapan politikacılarımız da vardır. Bunların varlığı da takdiri ilahidir. Bu Orta Çağ panoramasının var olduğu ülkelerde sorun din değildir. Dünyanın en ileri sayılan ülkelerinde de yüz milyonlarca insan din ve tanrı düşüncesiyle haşır neşir olmaktadır. Bizim sorunumuz cehalet ve demokrasi adı altında yapılan cehalet sömürüsüdür. 21. yüzyılı bu performansla bitiren toplumlar çifte barbarlık namzetleridir. Birincisi teknolojinin egemen olduğu ve kişiyi robotlaştıran barbarlık, ikincisi bir yandan birincisine özenen, öte yandan bilimsel ve rasyonel düşüncenin getirdiği etkinliğe erişememiş, günü gününe yaşayan toplumların barbarlığıdır. Türkiye bu ikinci kategoride özel bir yer işgal eder.

Türkiye, tarihi potansiyeli ve jeopolitik konumunun özelliği ile teknoloji barbarlığına ortak olmak zorunda olsa bile, cehaletin ve kentlileşmemenin getirdiği ikinci tür barbarlıktan kurtulacak potansiyele sahiptir. Bunu engelleyen tarihi olgu İkinci Dünya Savaşı sonrasının soğuk savaşı, ‘kent-köylü’nün politik egemenliği ve kentlerde toprak yağmasının akıl almaz rantı olmuştur. Bu ekonomik baz, kırsal kültürün devleti ele geçirmesine, entelektüel potansiyeli saf dışı etmesine yaramış, yeni barbarlığın temellerini atmıştır. Bilimi saf dışı etmesine yaramış, yeni barbarlığın temellerini atmıştır. Bilimi saf dışı eden kırsal kültür temsilcileri, büyük kentleşmenin getirdiği karmaşık sorunları köy muhtarı gibi çözmeye kalkışınca Türkiye büyük felaketler için seçilmiş bir ortam oluşturmuştur.

Tarihte Örneği Yok

Bugün hiçbir etkinlik alanında başarısızlık, olumsuzluk nedeni aramaya hacet yoktur. ‘Bu olur mu? Bu yasa çıkar mı? Bu kadar yapı yıkılır mı? Böyle bir hırsızlık tasavvur edilir mi?’ türünden sorular artık anlamını yitirmiş, içeriksiz sorulardır. Bütün olumsuzlukların anası olan bir toplumsal strüktür, yarım yüzyıl içinde, kurulmuştur. Bu, sanayileşme aşamasında, kırdan kentlere akan topraksız, fakir, okumamış insan gücünün harekete geçirdiği dinamik değişmelerin neden olduğu, kaçınılmaz bir sonuçtur. Depremde kötü yapılan binalar çökecek, bunları yapanlar da affedilecektir. Binbir suç, cehalet, bilinçsizlik, uzağı görememe, her türlü riski alma sonucu her suç, ilkel toplum yasaları içinde, affedilmese bile, uygar bir toplumun gerektirdiği cezaları almadan, unutulacak ve yenilerine yol açacaktır. Bu demokrasi olamayan demokratik rejimin ilkel güçlere sağladığı bir avantajdır. Bunun çözümünün kendimizde olduğunu düşünsek bile, Türkiye’yi ilkel bir düşünce yapısından çıkaracak güçler marjinalize olmuşlardır. Çünkü, Türkiye tarihinin hiçbir döneminde, bu kadar kolay, bu kadar ucuz, iktidar ele geçmemiştir. Tarihte de örneği yoktur. Yağma ile bu kadar servet ve politik güç ele geçiren kırsal kültür temsilcilerinin bu gücü marjinal gruplara, bilim adamlarına, profesyonellere teslim etmeleri olasılığı yoktur. Bu tarihi gerçeklere aykırı olur. Bu iktidar sahiplerinin, gerçekten halkın temsilcisi olan bu kültür fakiri iktidarların, bugünden yarına bilimsel düşünceye ödün vermeye de istekleri olamaz. Deprem de olsa, on binlerce adam da ölse, yüz binlerce ocak da sönse, bütün fay hatları kırılsa da bir düşünce değişikliğinin gerekliliğini anlayacak kadrolar Türkiye’de iktidarda değildir. Bu durum az gelişmiş ülkelerin 21. yüzyıl panoraması olacaktır. Yüksek teknoloji hamalları ve ekonomi paryaları. Fakat  sürekli uyuşturucu alan insanlar gibi, kendi durumlarının hiç de kötü olmadığını onlara sabahtan akşama kadar anlatan bir medya ve propaganda ortamında yaşayacaklardır. Bu Batılı teknoloji barbarlığının ve ekonomik sultasının hazırladığı bir tuzak olarak,  bizim gibi ülkeleri daha ilkel bir barbarlığın koynuna iten tarihi bir fenomendir. Buna globalizasyon filan değil, yeni barbarlık demek daha doğru olur. Üstelik iki taraflı kesmektedir. Bir tarafı ileri ülkeler adına, diğeri kendi adımıza geleceğimizi doğrayan bir kasap satırı.

Gereken Saygıyı Göstermedik

Kuşkusuz birçok bilim adamı, iyi niyetli aydınlar, hayalciler, kendilerini gelenekçi, milliyetçi sanan yağma ortakları ve zaten bu tartışmanın birçok boyutunu hiçbir zaman anlayamayacak olan çok insan böyle bir düşüncenin dile getirilmesine karşı çıkacaktır. Biz barbar değiliz. Biz büyük bir uygarlık yarattık. Biz Süleymaniye’yi, Selimiye’yi yaptık. Biz Avrupa tarihine egemen olduk. Biz İslamiyet’i Avrupa’ya karşı koruduk. Biz dünya tarihinin kaderini Çin’den Avrupa’ya kadar değiştirdik. Biz İslam tarihinde ilk laik cumhuriyeti kurduk. Biz İslam dünyasının en ileri ülkesiyiz. Bizim büyük bir tarihimiz var. Bütün bunların hepsi doğru. Ancak bir şey daha doğru; bütün şanlar ve şerefler geçmiş yaftası taşırken, bu çağımızın tabelası: Biz kendi insanlarımıza gereken saygıyı göstermedik. Onu kendi yaptığı yapının altına gömdük. Sonra onu oradan çıkaracak örgütü yarım yüzyılda kuramadık. Biz yasasızlığı, yasal yollarla toplum yaşamına egemen kıldık. Burada kişisel hataların anlamı yok. Halk bu iktidarları kaç kez değiştirdi. Bir köylü ülkesinden bir büyük kentler ülkesine terfi ettik. Ama o kentleri kent gibi yaşanır hale getiremedik. Türkiye’nin çoğunluğu bilimsel ve rasyonel düşüncenin toplum yaşamına egemen olması dediğimiz olgunun farkında değil. Ve kendisi gibi olanları da iş başına getiriyor. Gelecek yüzyıla depremin yaraladığı bir bilinç ve ekonomi ile giriliyor. Kendimize çeki düzen vermek için, her şokta yeniden daha rasyonel ve bilimsel olmaya çalışacağına söz veren, Sayın Ecevit gibi, başbakanlarımız olacak. Düşünenler onu nereye koyacaklarını bilemeyecekler.

Aslında onun konumu, toplumun kalburüstü adamlarının konumu gibi. Yağmur yağdığı zaman, eğri büğrü yolda ayağını ıslatmak istemeyen adam gibi davranıyor. Neresi kuru ise oraya ayağını basıyor. Gittiği yön yok. Sadece göllenmemiş kuru topraklarda ayakkabısının boyalarının bozulmamasına çalışıyor. Toplumun gerçek temsilcisi. Eğer kendi kendimize yalan söylemezsek, hepimiz buna benzer davranıyoruz. Yolları seller istila etmiş. Ayaklarımızı ıslatmamak tek temel sorun. Halk ise zaten çıplak ayak. Bu hem gerçek, hem metafor.

Türkiye’yi örgütlü yağmanın elinden kurtaracak bir yol tanımlanamadığı sürece, bu yola baş koyacak insanlar yeterince çoğalmadığı ve hiç kimse ayakkabısını çamura bulaştırmak istemediği sürece, gelecek bütün depremler, yangınlar, su baskınları, atmosferik olayların en hafifleri, durumunun gerçek boyutlarını değerlendiremeyen bütün toplumlar gibi bizi de her gün sallamaya devam edecektir. On binlerce adam öldüğü sırada af yasası çıkaran meclisler ancak böyle toplumlarla olur. Tüfeğini sırtına asıp dağa çıkmak çağı da geçmiştir. 18. yüzyıldan bu yana dünyanın zenginliklerini kendi ülkelerine yığmış olan birkaç ülke dışında, dünyanın insanları sürekli deprem içinde yaşıyorlar. Bunun nedenini de anlamıyorlar. Güneş biraz ortalığı ısıtıp, yollar kuruduğu zaman mutlu oluyorlar. Bizim ünlü politikacılarımızın gözlediği gibi kolay unutuyorlar. Günü gününü artarda ancak getiren adamın belleği ne ola ki? Bazı imgeleri anımsıyordur: Beyaz güvercin ve mavi gömlek gibi. Fakat onların neye yaradığını unutmuştur. Ayaklarının ıslanmadığı güneşli bir günden kalan hayal.

Ahlaksal Çürüme

Türkiye’de ahlaksal çürüme enkaz altındaki cesetler gibi, Haliç gibi, lağım akan dereler gibi kokuyor. Bunlar metafor değil, gerçek. Gecekondu ile gökdelenin yan yana yaşaması gerçek.  Belediye ve devlet topraklarının yağması gerçek. Rüşvet leblebi çekirdek gibi yeniyor. Politikacı yalanı gerçek. Toplumun saflığı gerçek. Bir doların 450.000 TL olduğu gerçek. Bundan utanmadığımız gerçek. Ama çamurlu ayakkabı ile gezenler de var. Çoğunun sesi korkudan çıkmasa da namuslu adamlarımız var. Hisseden, düşünen, tepkisi körelmemiş insanlar her köşede yaşıyor. Hatta politika ile yoğrulmuş, ilkel bir bürokrasinin içinde bile var. Ayağı zaten kuru görmeyen insan ise çoğunlukta. Ama bir hasta adamın damarları gibi iletişim, namuslu ve rasyonel düşünce iletişimi, yani hastayı canlandıracak kan zor dolaşıyor. Gerçekleri öğretecek, bilinci bileyecek söylem, marjinal aydından çıplak ayağa uzanmıyor. Bunun patentini, doğru dürüst hiçbir şey olmadığı için, politikacı olmuş, söylemsiz, kekeme bir takımadamlar almış. Adam doğal bir olay olan depremi bile yamultup politik söylem haline getiriyor. Doğal deprem sonucu hasar tamir edilir. Cahil bir toplumda yalanın hasarının tamir edilemediğini deneye deneye ömrümüzü tükettik.

“Deprem de olsa, on binlerce adam da ölse, yüz binlerce ocak da sönse, bütün fay hatları kırılsa da bir düşünce değişikliğinin gerekliliğini anlayacak kadrolar Türkiye’de iktidarda değildir. Bu durum az gelişmiş ülkelerin 21. yüzyıl panoraması olacaktır. Yüksek teknoloji hamalları ve ekonomi paryaları. Fakat sürekli uyuşturucu alan insanlar gibi, kendi durumlarının hiç de kötü olmadığını onlara sabahtan akşama kadar anlatan bir medya ve propaganda ortamında yaşayacaklardır.”

Previous Story

Pera Film’in “Uğrak” Programı Devam Ediyor

Next Story

Uluslararası Doğaçlama Dans Festivali’nden Açık Çağrı

0 0,00
02_ArtDog_CD_Logo_RGB_Black

BÜLTEN

Türkiye ve dünyadan haftalık kültür-sanat haberleri, inceleme yazıları, sergiler ve etkinlikleri takip et.

Bülten aboneliğinde ArtDog Istanbul’un gizlilik sözleşmesini kabul etmiş olursunuz.