Gaziantep Kalesi'nden. Fotoğraf: Mehmet Akif Parlak - Anadolu Ajansı

Deprem: Yine mi Bunları Yaşıyoruz?

/

Yaşamımız boyunca defalarca aynı sahnelere tanık oluyoruz, aynı acıları tekrar yaşıyoruz ama artık bunlara bir de öfke ekleniyor. Tekrar, tekrar yaşananlar, arkasından gelen aynı tartışmalar, televizyon programlarında uzmanların uyarıları, kişiler değişebiliyor ama sorun hep aynı.

Bugünkü teknolojilerle ve ülkemizde var olan inşaat birikimi ve ülkenin genel kalkınmışlık düzeyine bakıldığında son yaşadığımız depremde değil on binlerce, ancak beş on kişiyi kaybetmiş olmamız gerekirdi. Bu korkunç kayıpları bu ulus hak etmiyor. Bu sorunu tartışırken elbette siyasete bulaşmamak mümkün değil; hele depremden sonra yaşanan beceriksizlikler, eşgüdüm eksikliği, dağınıklık, hepsi çok vahim bir tablo çiziyor. İnsan kötü yapılan yapılara mı kızsın, altında nice canın öldüğüne mi, yoksa bir de deprem sonrası acze mi? Aslında bu depremle ülkemizdeki sosyal yapıyı ve insan niteliklerini en çıplak haliyle görmek mümkün oldu. Bir yandan bir an bile düşünmeden hemen atlayıp ellerinden geldiği kadar araç gereç toplayıp depremzedelerin yardımına koşanlar, bir taraftan durumdan yararlanmak için fırsat arayanlar. Hele yorumlarda sürekli işin kaderle ilişkilendirilmesi insanı hakikaten çileden çıkartır. Bu işin kaderle, inançla yakından uzaktan ilişkisi yoktur, bunu herkes bilmektedir.

Bunlar herkesin gördüğü büyük bir acıyla ve öfkeyle izlediği gerçekler. Peki bunun ötesinde soruna daha nesnel bakmak istesek işin içinde çeşitli çıkar arayışları, beceriksizliklerin ötesinde tüm bu yaşanan olaylarda ortak payda nedir? İşte burada devreye, gelişmiş toplumlarda aydınlanmadan beri gördüğümüz davranış biçimleriyle daha henüz tam olarak aydınlanamamış toplumlar arasındaki büyük uçurum girmektedir. Aynı hatayı tekrar, tekrar yapanlar ile ilk defadan ders alarak önlemini alan kültürler arasındaki fark. Başka deyişle ampirizmden henüz daha tam olarak nasibini alamamış toplumlar.

Aydınlanma çağının kuşkusuz en önemli filozofları arasında yer alan John Locke (1632-1704) liberalizmin babası olarak tanınmakla birlikte konumuz açısından bakıldığında bizim için Locke’un ampirizmin öncüsü olması çok daha önemlidir. Ampirizme özetle baktığımızda, bilginin deneyimden edinilebileceğini öngören bir felsefe akımıdır. Özellikle Anglo-Sakson toplumlarda çok etkili olan bu felsefi yaklaşıma toplum yaşamının her evresinde karşılaşmaktayız, hatta hukuk sistemlerini de etkilemiş, geleneksel olarak Roma hukukundan farklı olarak içtihat temelli bir yapı benimsenmiştir (Jurisprudence). Özellikle bu yapı, esnekliğiyle zaman içinde güncel koşullara uyumu ve verilen yasal kararların o günün nesnel koşullarına daha uygun olabilmelerini sağlamaktadır.

Ampirizmi benimsemiş toplumlarda tanık olduğumuz gerçek, bir hatanın tekrar yapılmaması için gerekli önlemlerin alınmasıdır. Örneğin, ABD veya İngiltere’de insanın dikkatini çeken olgulardan biri kamuya açık yerlerde birçok uyarı levhası olmasıdır, hatta bazıları çok saçma bile gelebilir; ama bilinmelidir ki o saçma gibi duran uyarı, birisinin daha önce yapmış olduğu bir eylemle ilgilidir. Amaç bunun bir daha tekrarlanmamasıdır. Aslında bu kadar basit.

Ne var ki bizim gibi gelişen (bazı açılardan bir türlü gelişemeyen) ülkelerde yaklaşımlarımız ampirik olmaktan uzak kalmaktadır. Aslında her facia dan sonra o kadar bilgi bombardımanına uğranıyor ki herkes uzman olabiliyor; fay hatları, kıtaların kayması, yapısal sorunlar, zemin mekaniği, vs. Ama ne yazık ki bu bilgi birikimi eyleme dönüşemiyor, çok basit ve ranta dayalı kıstaslar egemen olmaya devam ediyor. Oysa çözümler bizim gibi dünyada birçok ülkeyle kıyaslandığında çok daha geniş olanakları olan bir ülkede çok basit. Elde bilgi var, teknoloji var, finansal güç var ama bir ‘ama’ var ki bunu bir türlü aşamıyoruz. Deniyor ki deprem ülkesiyiz ve de çok doğru bir yaklaşımla “deprem öldürmez, binalar öldürür” tespitini yapıyoruz. Aynen böyle olmakta. Ama görüyoruz ki, elde bütün olanakların olmasına rağmen hâlâ yanlış inşaat uygulamaları yüzünden binalar yıkılabiliyor, birkaçı değil, binlercesi!

İlginizi çekebilir:  Mahallemde Çocuk Tiyatrosu

Oysa ülkemizde inşaat konusunda çok gelişmiş bir birikim vardır. Üniversitelerimizde çok iyi inşaat mühendisi, zemin mekaniği uzmanı, jeolog yetişiyor, mimarlarımız da dünya standartlarında ve de müteahhitlik hizmetlerinde uluslararası pazarlarda çok başarılı bir çizgimiz var. Kaliteli inşaatları zamanında bitiren nitelikli şirketlerimiz var.

Bütün bu olumluluklara rağmen ne var ki yurdumuzda ya kaçak ya da tasarlanan iyi bir projeyi doğru dürüst uygulamayan, küçük hesaplar peşinde koşan ve asla geçmiş deneyimlerden ders alamayan şahıslar sektörü ele almış, en az yasal olarak yapılanlar kadar insanlarımız bu kişilerin inşa ettiği yapılara mahkûm.

Hızlı kentleşmenin getirdiği baskı ve de geliri artan bir toplumda konut ihtiyacı her gün daha çok hissedilmektedir. Bu durumdan istifade edenler sırf kâr amacıyla hareket ettiği sürece ve düzen (başka bir deyişle denetim eksikliği) buna olanak tanıdıkça bu tür kolektif faciaları tekrar, tekrar görmemiz söz konusudur.

Bu post-deprem günlerinde her zaman olduğu gibi birçok çözüm önerisi tartışılıyor ama belki de radikal bir değişime gidilmesi gerekir, örneğin, çok pahalı denilmesine rağmen çelik konstrüksiyonlara öncelik verilmeli, en azından bunu en riskli bölgelerde uygulamalıyız. Pahalı dense bile depremin getirdiği maddi kayıplar yanında bu ‘pahalılık’ pek bir şey ifade etmez. Hem de beton çağından diğer gelişmiş ülkeler de olduğu gibi yavaş yavaş çıkma fırsatını bulmuş oluruz. Bu ülkede 50 katlı binaları betondan inşa etmeye devam ediyoruz, bu yapılar adeta kendi yüklerini taşıyorlar. Oysa çelik konstrüksiyonla bir yapıyı günde bir kat monte ederek çıkabiliyorsunuz üst katlara çıkıldığında aşağı katlarda çalışmaya hemen başlayarak cepheyi yapıyorsunuz, içerdeki ince işleri de. Ne toz ne gürültü ve en önemlisi çevremizi korumak açısından su tasarrufu (bir metreküp beton için 200 litre su gerekiyor). En kısa zamanda bu konuda inşaat mühendislerimiz bu tür yapıların mühendisliği üzerine eğilmeliler ve uygulama için bu alanda işçilik becerileri geliştirilmelidir.

Çimentokolik bir ülke olmaktan çıkmalıyız; bu doğal ki çok büyük çıkar çevrelerinin işine gelmeyecektir, başta çimento fabrikaları, beton şirketleri, kalıpçılar, vs. ama onlar da bu dönüşümün orta vadede herkese daha karlı olabileceğini anlamalı. Kalıpçılar çelik ustalığına çok kısa zamanda hâkim olabilirler, çimento her zaman dünya pazarlarında alıcı bulur, daha çoğunu ihraç ederiz. İş, inşaat mühendislerimizin ve mimarlarımızın bu dönüşüme ayak uydurmalarına kalıyor. Ve de son olarak çelik sanayimizin bu konuda ciddi bir atılım yapması gerekiyor.

Evet yatırım gerekecek, inşaat maliyetleri biraz yükselecek ama yapım kolaylığı ve zaman tasarrufu bu tür inşaatlara dönmenin ne kadar akılcı olduğunu bize gösterecektir. Ama en önemlisi bir gün bu deprem ülkesinde haberleri dinlediğinizi düşünün; falanca şehrimizde 7.9 ölçekli deprem oldu, ilk belirlemelere göre üç kişi yaralı iki kişi de korkudan kalp spazmı geçirdi. Bu bir rüya değil, olması gerekendir.

Previous Story

BİFO 6 Nisan’da Sahnede

Next Story

19. Akbank Kısa Film Festivali

0 0,00
02_ArtDog_CD_Logo_RGB_Black

BÜLTEN

Türkiye ve dünyadan haftalık kültür-sanat haberleri, inceleme yazıları, sergiler ve etkinlikleri takip et.

Bülten aboneliğinde ArtDog Istanbul’un gizlilik sözleşmesini kabul etmiş olursunuz.