1954 yılından bu yana tasarım dünyasının en köklü ve saygın ödüllerinden biri olan Compasso d’Oro, 2025 yılında “Geleceğin Toplumunu Tasarlamak” temasıyla sahiplerini buldu. Bu yıl, bu küresel tasarım hafızasına adını yazdıran proje ise bir Türk markasından, Koleksiyon ve Koz Susani Design iş birliğiyle doğan Minipod oldu.
Ancak Minipod, sadece başarılı bir ofis mobilyası değil; modern insanın “yalnızlık ve odaklanma” ritüelini geri kazanma çabası. Açık ofislerin karmaşasında ve küçülen ev metrekarelerinde, kullanıcısına hem teknolojik bir üs hem de mahrem bir koza sunan bu tasarım, Rönesans’ın “studiolo” (çalışma odası) kavramını bugünün masasız ofislerine taşıyor. Ödülün hikayesini, ödülü ikinci kez alan ve “mesleki bir kutup yıldızı” olarak tanımlayan Defne Koz ve Koleksiyon Marka ve Tasarım Direktörü Koray Malhan ile konuştuk.
Compasso d’Oro, 1954’ten beri sadece iyi tasarımı değil, toplumsal faydayı da ödüllendiren tarihi bir kurum. Bu ödülü, 2025 yılında ‘Geleceğin Toplumunu Tasarlamak’ teması altında kazanmak, bir Türk tasarımcı ve marka için ‘küresel tasarım hafızasında’ nasıl bir iz bırakmak anlamına geliyor?
Defne Koz: Ben küçükken hep babam anlatırdı bana Compasso d’Oro’yu, hep ondan duyardım. Ve onun ne kadar büyük bir paye olduğunu o zaman kafama yerleştirmiştim. O zaman benim için Compasso d’Oro ulaşılmaz bir yerdi, olur mu acaba derken Domus arkasından, Sotsass ile çalışmam, gel zaman, git zaman, İtalya’yla iç içe oluşum sonrası ulaşılamaz gibi gelen şeylere yavaş yavaş insan bir şekilde ulaşabiliyor veya o aynı ruhu soluyabiliyorsunuz. Compasso d’Oro benim için hep kutup yıldızı gibiydi, hakikaten öyle. Ben 2000’de de aldım Compasso d’Oro’yu Marco ile beraber. Fakat bu sefer bana daha da büyük bir heyecan getirdi. Çünkü bir Türk firmasıyla alabildik. Yani bu benim için hakikaten müthiş bir şey, kendimi aşmış gibi oldum. Çok çok etkiledi açıkçası. Tabii ki daha önce bir sürü ödüller aldık ama bunun yeri bambaşka. Bir de o kadar az verilen bir ödül ki bu, 1954’ten bugüne kadar sayılı adette verilen bir ödülün içerisinde yer almış olmak hakikaten hoş.
Koray Malhan: Defne gibi ben de aslında babamdan duyardım Compasso d’Oro’yu. Bir de ödül kategorisinde değil benim için. Ödüller var, törenler var. Bu çok ödül gibi de değil, daha çok bir paye gibi gerçekten.
D.K.: Evet, farklı bir şey var. Tasarımın başlayıp dünyaya yayıldığı merkez noktadan çıkan, nişan gibi bir şey. Tasarım nişanı gibi.
K.M.: Bazı şeyler hakikaten bir birikimle bir yere geliyor. Şans eseri değil, çok sevdiğim bir laf var, tesadüflere tesadüf edilmemiştir diye. Defne zaten ilk defa almadığı için kendisi o konuda çok yol almış, şaşırtıcı değil ama bizim için de bence şaşırtıcılık dışında bir sürü düşündüğümüz, baktığımız, hallettiğimiz şeylerle çok örtüşen bir yanı olması bana çok kıymetli geliyor. O da nedir? Her memleketin ve her kültürün kendisini biraz daha yerellikle tarif etmeye çalıştığı yerde, ben biraz daha evrensellik arıyorum. Evrensellikten benim anladığım, bu insan topluluğunun aslında birbirine benzeyen, ortak, hiç bir zaman değişmeyecek, ezelden beri ve sonsuza kadar kalacak belli değerler var. Bunlar 2025’te değil, 2425’te bile değişmeyecek şeyler aslında. Onlar bence çok önemli kerterizler. Onlar tuttuğu zaman başka yerlerde de bir karşılığı oluyor. Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes’da bir iş yapıyor olması gibi. Hangi dilde konuşursa konuşsun Anadolu’yu anlatıyor ama evrensel bir dille konuşuyor. Bunlar şans eseri olmuyor, o evresel dili konuşabilmek bence kıymetli. Bunda beraber olmak, Defne’yle bir arada olmak müthiş büyük bir keyif. Çok zamandır biz bir arada neler yaparız darken, ilk başladığımız proje ki bayağı da sürdü projenin gelişmesi, hâlâ daha belli noktalarda ilerliyor ama çok mutlu bir adım diyeyim. İlk yaptığımız proje ile bu paye gelmiş oldu, bu çok kıymetli.

Koleksiyon’un kurucusu Faruk Malhan’ın fikri mirasını, bugün Soft Work Habitat kavramı çalışma kültüründeki dönüşümlere nasıl bir yanıt veriyor?
K.M: İki kademeyle cevap vereyim. Kurucusu Faruk Malhan dediğimiz zaman ben onu şöyle tarif ediyorum. Mimarlıkla örülmüş bir marka. Sadece kurucusunun mimar olmasının ötesinde markanın DNA’sını mimarlığın soruları, endişeleri ve kerterizlerini çok içine yüklemiş birisi. Hâlâ onların dışına çıkmıyor marka. Dolayısıyla öyle marka bir masa yapalım, sandalye yapalım, bu sene de böyle sandalyeler çok var, biz de yapalım diye bakmadı hiç. 53 yıldır bakmadı, bundan sonra bakmaz. Danimarkalı bir kuramcı olan David Sim’in Soft City diye bir kitabı var, 7-8 kere okudum kitabı. Bir sürü örnek alınacak şey var. Ona şöyle baktım, kent sürecinde yaptığınız yanlışlar bir kent hatası değil. problemler değil. Aslında insanın bakma hatası. Aynı şekilde tıpta da yapıyoruz, edebiyatta da yapıyoruz, ayna hatayı tasarımda da yapıyoruz. Onları alıp o kerterizden gelip peki kentte bu değişimler varsa bu bizim işimizi, bizim mesleğimizi, tasarım bakışı, çalışma mekanlarını ve yaşam mekanlarını nasıl değiştirebilir diye sorulduğu zaman cevap ortaya çıkıyor. Bizde de bu Soft City’nin getirdiği o modernizmin kalıplaşmış ve kompartmanlaşmış yapısındansa insan etrafına kurulu bir örgün habitatın öne çıkması, grid yapılmış kent planlarını çöpe atıp dört kattan fazla, yükselemez, beşinci kat olmaz, trafik olmamalı, bütün dünyada yapılamaz denen şeyleri uygulamamız lazım. Kopenhag 10 yıldır yapıyor, dünyanın en yaşanılabilir kenti. Burada nasıl değerler sistemi çalışıyor? 5 yaşında bir çocuk kendi başına yürüyerek okula gidip gelebilmeli, Çünkü trafikten geçmiyor, araba yok ve yolculuğu da A’dan çıktım B’ye vardım değil, A’dan B’ye giderken ne oldu üzerine kuruyorlar. Ona merhaba dedim, buna selam verdim.
Bütün bu kent içindeki soruların değişmesi gerek. Aslında biz çalışma ortamları ve diğer şeylerde de aynı hatalarla, kentin korkunçluğunu minör şekilde devam ettiriyoruz. Halbuki hepsinin amaçları, iş yapışı ve farklı yapıya sahip çalışanların hepsi zaten birbirinden farklı. Ama sonuçlar hep aynı. Sabah 8’den akşam 6’ya kadar farklı işler, aynı mekanlarda. Çalışma alanlarının devamı böyle mi olmalı sorusunun cevabı bizce hayır. Defne ve Marco için de hayır. Defne ve Marco’nun getirdiği çok dominant iki şey var, ikisi de çalışmayı baştan sona dönüştürecek şeyler. Biri, bir sandalye kompaktlığında olması. Diğeri de %95’i döşeme olan bir masa. Şimdi böyle bir masa yok daha.
Yükselir alçalır masa diye bir brief olsa, arkadaşlarımız da bir yükselir alçalır masa yapsa böyle bir şey hayatta çıkmaz. Yani hiçbir tercümeye sığınmıyor aslına bakarsanız. Ama biz o tercümeler gözünden bakmadığımız ve burada ne tür problemler var diye bir mimarın gözüyle görebildiğimiz ya da mimarca bakabildiğimiz için bu sonuç ortaya çıkabiliyor diye düşünüyorum. Çünkü mimar yüzüne en son bakıyor. Her şeye bakıyor, kente bakıyor, insana bakıyor, doğaya bakıyor, kuşa bakıyor, meteorolojiye bakıyor, örgün yapıya bakıyor, sosyolojik ilişkisine bakıyor, iktidara bakıyor, iktisadi gelişimine bakıyor. Bu farklı bir eğitim ve görme biçimi.

Tasarım sürecinde ‘filozofların düşünme kapsüllerinden’ ilham aldığınızı belirtiyorsunuz. Rönesans’ın çalışma odalarından bugünün açık ofislerine baktığımızda; Minipod modern insanın ‘yalnızlık ve odaklanma’ ritüelini geri kazanma çabası olarak okunabilir mi? Bu bir tasarım nesnesi mi, yoksa bir kaçış manifestosu mu?
D.K.: Referans doğru hakikaten yani o rönesans resimlerindeki odaklanmaya yönelik veyahut da düşünmeye yönelik. Bugün biz düşündüğümüz vakit ofis mekanlarını, her türlü şey var. Birlikte olunabilecek yerler, birlikte keyif yapılabilecek yerler, konferans dinleme yerleri, ama bir an düşündüğünüz vakit aslında odaklanıp da düşünebileceğiniz, yani düşünmek için yerimiz yok. Biliyorsunuz ofisler çok uzun dönemlerde bir sürü dönüşüm de geçirdiler. Paylaşımlı olanların hepsi, cubicle ofisler vs… Yani oradan sonra daha her şeyin açılmaya başlandığı bir dönem oldu. Daha çok birlikte olunabilecek bir atmosfer hayal edilirken derken covid’in gelmesi ve herkesin davranış biçimini tamamen değiştirmesiyle tekrar ofisler “Ne yapıyoruz biz?” demeye başladılar. Dolayısıyla da aslında Minipod, bu dönemin de çağrışları yani pandemi döneminin arkasından masasız ofisler için yapılmış bir masa. Bu masasızlığın amacı hakikaten sizin kendinizle baş başa kalabileceğiniz keyifli bir yerin oluşturulması.
Nasıl bir terzi gelip de size harika bir elbise yapar ve yaparken de onu sizin etrafınızda oluşturur, bu da bir yerde öyle. Çünkü sizin ergonomik olarak son derece rahat olmanızı gerektiren her türlü şeyi sağlayacak şekilde tasarlanıyor. Hem ayakta çalışabileceksiniz, daha sağlıklı olacaksınız, hem oturarak çalışabileceksiniz ve bir mahrem de olacaksınız. Size özel bir mekanı tamamen yaratmış olacak. Bu dengeli bir mahremiyet diyelim. Yani sizi klostrofobik olarak tamamen izole etmiyor, kendinizle hakikaten barışık bir şekilde kalmanızı sağlıyor. Koray’ın da dediği gibi %90’ına yakın aslında perdelenmiş kumaş. Yani dolayısıyla ses absorbe edici özelliklerini de taşıyan bir mekan. Bir tasarımı ortaya çıkardıktan sonra onun yaratacağı inovatif bir davranış biçimini burada vurgulamak aslında bence çok önemli. Yani inovatif derken tamam bu iner kalkar masalar vardı ama sizi bir mahremiyete davet etmiyordu bunlar, çok daha mekanikti. Işıklı olanları da vardı aslında ama çift ayaklı ciddi bir şeye sahip olmanız lazım. Dolayısıyla da Minipod’u isterseniz hotbox gibi havaalanlarında, otellerde olsun, toplu mekanlarda kullanabiliriz hem de ben açıkçası isterim evimde bunu. Çünkü onunla birlikte bu sadece bir mobilya da değil, kendi başına bir ortam oluşturuyor.
Pandemiyle beraber evden çalışmanın yaygınlaştığı ve aynı zamanda metrekarelerin iyice küçüldüğü günümüz evlerinde kendine ait bir alan yaratmak lüks haline geldi. Minipod’un kompakt yapısı dar alanlarda dekoratif bir kaos yaratmadan nasıl bir çözüm sunuyor?
D.K: Sonuçta hem wireless olsun sizin telefonunuzu da şarj edebileceğiniz, bilgisayarınızı da şarj edeceğiniz, hafif böyle bir intim ışığı olan ve her türlü mekanizmadan sıyrılmış ama aslında orada ciddi bir performans taşıyan bir strüktürü siz etrafınıza sarıyorsunuz aslında. Ve sizin için yaratılmış bir mekan çıkıveriyor ortaya. Dolayısıyla evimde ben salona da koyabilirim onu, yatak odama da koyabilirim. Her köşeye sığabilecek bir özelliği de var. Sığabilecek derken çalışma ortamını bir anda oluşturmuş oluyor kendi başına.
Tasarımda yumuşaklık ve korunaklılık hissi ön planda. Bu hissi yaratırken malzeme ve renk paletini nasıl belirlediniz? Kullanıcının o kapsüle girdiğinde hissetmesini istediğiniz ilk dokunsal duygu neydi?
D.K.: Herhalde mahremiyet. Şu hakikaten bir gerçek, hepimiz çalışıyoruz, artık her yerde çalışıyoruz. Trende, arabada, vapurda, her yerde… Sonuçta bir odaklanma eksikliği oluşuyor. Bende de oluşuyor. Aynı anda beş işi yapmak, ilk başta marifetmiş gibi gözükse de aslında artık onun diğer odaklamaları biraz kestiğini de hissetmiyor değilim. Böyle bir ortamda ben daha rahat odaklanabileceğimi düşünüyorum. Dolayısıyla da aslında ilk tercih belki de o. Koza yani aslında.

Koleksiyon markası altından bu tasarımı yapmak ve Minipod’u Koleksiyon’la birlikte üretme süreci nasıldı?
D.K.: Süreçten önce bizim Koray ile, Koleksiyon ile konuştuğumuz lisan çok birbirine benziyor. Ve yani ben daha A demeden Koray onu anlıyor. Yani gözlerimizle aynı şeyleri hissedebildiğimiz oluyor. O paralelliği hissediyorum. Geçmişimizden bugüne oluşturmuş olduğumuz tasarım kriterlerimiz ya da tasarıma bakış açımız, birikimler, beklentilerimizi aynı noktada buluşabiliyor. Bu benim için çok önemli bir nokta. Çünkü bir de benim böyle sürekli anlatmak zorunda kaldığım durumlar oluyor. Burada halbuki o uyumun verdiği müthiş bir güven duygusu da var tabii. Sinerji, dinamizm… Nasıl ortaya bir şey çıkacak diye birlikte heyecan duymak… Gerçekten o çok önemli bir şey. Yolda tökezlemedik mi? Tökezledik. Yani pek çok yerde ay nasıl olurdu, niye böyle oldu, olmamalıydı vesaire vesaire. Biz bunları yaşadık, yaşamadık değil. Ah ne güzel çizimi verdik, oldu bitti olmadı. Sorunlar yaşandığında da karamsarlığa kapılmadım. Çünkü nasıl olsa Koray da biliyor bunun böyle olmaması gerektiğini. O benim için sağlama aldığım bir güvence hakikaten. Dolayısıyla onunla birlikte çalışmak ve koleksiyonla birlikte çalışmak elbette benim için önemli.
Koleksiyonun kurucusu Faruk Mahan, tasarımı bir kültür üretimi olarak görüyor. Siz de Milano ve İstanbul arasında köprü kuran birisiniz. Minipod’u İtalyan rasyonalizmi ile Anadolu’nun misafirperver, sarmalayan kültürünün bir sentezi olarak görebilir miyiz?
D.K.: Güzel bir yaklaşım ve evet aslında öyle. Benim tasarım dilimi siz de biliyorsunuz ben hep mümkün olduğu kadar atmak yani yalınlığa dönüştürebilmek şeklinde yaklaşırım. Dolayısıyla bu quality space diyelim yani asıl Minipod’da vermek istediğimiz bir quality space hakikaten. Orada bu yalınlığı, belki sizin dediğiniz gibi benim ikinci vatandan İtalya’dan öğrendiğim, tasarıma bakış açısının verdiği kültür ile oluşturdum, yani oradaki her bir eğimin bir gerçek anlamı var. Ve dediğinizi ben çok beğendim. Çünkü bizim ananemizin getirmiş olduğu o sarmalayan, kucak açan misafirperverliği de bir şekilde bu tasarımla buluşturabilmek ve bunun böyle anlaşılmış olması aslında beni çok mutlu etti.
Şarj bağlantısı barındırıyor, teknolojik bir cihaz gibi ama soğuk durmuyor. Tasarlarken hi-tech ihtiyaçları, hi-touch bir forma sokmanın formülü neydi?
D.K.: Ben teknolojiyle çok ilgiliyim, ilgili de olmak zorundayım mesleğimden dolayı. Tabii ki her şeyi takip etme şansımız olamıyor ama mekanizmanın en doğrusu, en iyi olanı hangisi? Biz mesela ilk bir tane sunmuştuk. Ondan sonra onun 150 kilo ağırlıkta veya bilmem ne kadar zamanda 45 gün boyunca asılı kalıp da eğim vermeden durabiliyor mu gibi testlerini yaptıktan sonra mekanizmaların farklılığını bulmamız gerekebiliyor. Ama benim için önemli olan her ne kadar teknolojiyi son derece takip etsem de ve benim için çok önemli olduğunu bilsem de benim asıl önem verdiğim insan. Dolayısıyla da o insanın orada nasıl hissedebileceğini önemsiyorum. Daha doğrusu kullandığım ürünün bağırsaklarını görmek istemiyorum. Ürün bana verdiği performansı güzel bir şekilde versin, onu da istiyorum. Yani şımarıklaştık tabii, artık her şeyin çok güzel olmasını istiyoruz, çok performatif olmasını bekliyoruz. Ama orada böyle bir mekanizma görmek benim hoşuma giden bir şey değil. Dolayısıyla bunu da böyle bir kutu içerisinde saklamak da değil, ürünün kendisinin içerisinde kendi formuyla entegre olarak kaybolmasını sağlamak amacımızdı.
Geleneksel masa başı işler Z kuşağı için pek cazip değil. Minipod’un ayakta veya oturarak çalışma esnekliği sunması, yeni neslin hareketli ve kuralsız çalışma biçimine bir yanıt mı?
D.K.: Hem öyle hem de belki bizim bu toplumda henüz onun ihtiyacı tam olarak oturmadıysa da dünyanın pek çok yerinde sürekli oturmanın zararlı olduğunu artık biliniyor. Dolayısıyla da bunun asıl amacı tabii ki yeni kuşaklar için farklı çalışma ortamları sunmak. Güzel ama bir yerde hakikaten sağlığımızı koruyarak ayağa kalkıp oturarak çalışmayı bir şekilde desteklemesini önemsiyoruz.
Osaka Expo 2025’in teması gelecek toplumunu tasarlamak üzerine Minipod‘a baktığımızda geleceğin ofisinin artık bir bina ya da bir ofis katı değil, gittiğimiz her yere kurabildiğimiz bir kapsül olacağını anlıyoruz. Dijital göçebeler için bu ürün bir üs olarak görülebilir mi?
D.K.: Önümüzdeki dönemlerde bu ürünü tamamlayıcı başka ürünleri de düşünüyoruz. Dolayısıyla buna baktığınız vakit o tam bir üs olarak belki algılanabilir hakikaten. Çünkü aydınlatması, sandalyesi ile birlikte bir bütün olarak siz bunu bir şekilde her yere dağıtabilirsiniz. Hem birlikte kullanılabilecek bir mekan yaratabilirsiniz, hepimizin bir arada olabileceği, hem de daha izole bir şekilde kullanılabilecek hale dönüştürülebilecek bir ürün. İzole etmeyen izolasyon.
Minipod’un Expo 2025 Osaka ve Adi Design Museum’da sergilenmesi nasıl bir duygu yaratıyor sizde?
D.K.: Tasarımın merkezi İtalya’da yapılmış olan üretimlerin adedini düşünüyorum ve bütün bunlarla birlikte Minipod ve Minipod Pro’nun orada olması, bizim için büyük bir gurur. Bir müzede yer alması tabii ki çok hoş ama o müzede olması yani Adi Dizayn Müzesi’nde Compasso d’Oro’nun verildiği müzede olması, çok daha önemli.
Marco Sussani ile uzun yıllardır ortaksınız. Minibot projesinde biriniz fonksiyonu diğeriniz duyguyu mu temsil etti yoksa bu tasarım tamamen tek bir zihnin ürünü olarak mı ortaya çıktı?
D.K.: Biz iş bölümü aslında hiç yapmıyoruz. Aklımızda bir fikir oluyor. Kafamızda oluşan bir fikri biz aslında ilk başta tamamen farklı, birbirimizden bağımsız olarak geliştiriyoruz. Şunu yapalım diye değil, yapılması gereken neler olabilir diye düşündüğümüz vakit, böyle bir şeye ihtiyaç var diye yola çıkıyoruz. Ama o şey nedir? O şey yok ortada. Onun bir brief’i de yok. Sonra birbirimizden bağımsız olarak düşündüğümüzde ortaya çıkan bir fikri seninkinde şu iyi, benimkinde bu iyi şeklinde geliştiriyoruz. Dolayısıyla o açıdan keyifli bir ekibiz.




