Türkiye’nin Ege ve Akdeniz sahilleri vadedilen cennetlerle, “her şey dahil” otellerle dolu. Bedelini ödeyip burada konaklayan yerli ve yabancı turistler, ödedikleri para karşılığında her türlü hizmeti bekliyor, otel çalışanlarını diledikleri gibi kullanabileceklerini sanıyorlar belki de. İşte belgesel sinemacı Volkan Üce, kamerasını o vadedilen cennetin görünmeyen yüzüne çeviriyor. Aynı “her şey dahil” otelde, biri cankurtaran, öteki mutfak çalışanı olarak görev alan iki mevsimlik işçinin iki sezon boyunca geçirdiği dönüşümü ve gelişimi anlatıyor. 41. İstanbul Film Festivali’nin hemen ardından yönetmenle Her Şey Dahil hakkında konuştuk. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin Ulusal Belgesel Yarışması’nda En İyi Belgesel Film seçilen, İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Belgesel Yarışması’nda ise Mansiyon ödülüne layık görülen Her Şey Dahil’i MUBI Türkiye’de izleyebilirsiniz.
-
Hakan ve İsmail’i nasıl seçtin? Etnik kökenleri, yaşları, birinin mutfak çalışanı diğerinin cankurtaran oluşu bu seçimde özellikle dikkat edilmiş detaylar mıydı?
Karakterleri seçme dönemi heyecanlı bir süreçti. Öncesinde iki kişi seçmek istediğimi ve bu iki kişinin iş hayatına ilk defa adım atacak, masumiyetlerini kaybetmemiş kişiler olması gerektiğini biliyordum. Ayrıca gösterecekleri potansiyel değişimin de birbirini tekrar etmemesini istedim. İlk başta sadece oteli buldum ve o yaz için 350 kişiyi işe alacaklarını öğrendim. İş görüşmesine gelen herkesten izin isteyip çekimler yaptım ve İsmail ile Hakan ile de öyle tanıştık. Hızlı bir şekilde birbirimizle iyi anlaşıp birbirimize güvendikten sonra emin oldum. Eğer o sene içime sinen kimseyle tanışamasaydım çekimleri ertelemek de ihtimal dahilindeydi.
-
Çekimlerin yapıldığı oteli ve yönetimini ikna etmek kolay oldu mu? Sınıf çatışmasını ve işçilerin yaşam koşullarını gerçekçi bir şekilde ortaya koyan bir belgeselin parçası olacaklarını biliyorlar mıydı, film son halini aldıktan sonra bu konuda bir sorun yaşadın mı?
Mekânı belirleme süreci tahminimden çok daha zor geçti. Her şey dahil otellerin içine girmenin hiç kolay olmadığını anladım. Resort otellerin olduğu bölgede 400 kadar otel olduğunu okumuştum. Önce yaklaşık 100 adet otele sosyal medya ve e-posta aracılığıyla ulaşmaya çalıştım, hiçbirinden dönüş alamadım. Sonrasında İzmir’den araba kiralayıp Alanya’ya kadar gözüme kestirdiğim otellerin önünde durdum, tıpkı Hakan ve İsmail’in yaptığı gibi kapılarına dayandım adeta. Bazen pazarlama müdürleriyle bazen otelin müdürüyle konuştum. Lojmanlar, mutfaklar dahil otelin her yerinde çekim yapmak istediğimi belirttim. 30-40 otel ziyaret etmişimdir, hepsinin yanıtı olumsuz oldu. Animasyon ekiplerini, reklamlarını çekebileceğimi söylediler. Bazıları “Burada hayvan yok ne belgeseli çekeceksiniz?” dedi. “İnsan belgeseli çekeceğim.” dediğimde güldüler. Tam umutsuzluğa kapıldığım sırada belgeselci başka bir arkadaşım aracılığıyla Nashiro Resort Hotel’in sahibi Ezgican Aydoğan Bey ile iletişime geçtik. Sağ olsun ne yapmak istediğimi hemen algıladı, bu filmin kendisi adına da çalışanlarının nasıl hissettiği, ne istedikleri konusunda iyi bir araştırma olacağına güvenerek çekim yapmamıza izin verdi. Amacımın deşifre programı tarzında bir şey çekmekten ziyade kişisel değişimler üzerine psikolojik bir belgesel çekmek olduğunu anladı. Filmin kurgusu bittikten sonra Manavgat’a tekrar gidip görüntüleri Hakan, İsmail ve Ezgican Bey’e gösterdim. Hepsi çok memnun kaldılar sonuçtan. Ezgican Bey, Hakan ve diğer cankurtaranlar aquapark civarında çok sigara içtiği için rahatsız oldu ama görüntülere herhangi müdahalede bulunmadı. Hatta turistlerin bazı tavırları ve oteldeki israf düzeyinin görünür olmasına ayrıca mutlu oldu.
-
Film ekibi olarak otelde mi konakladınız; işçilerin mi yoksa turistlerin mi yaşam koşullarına yakın bir deneyim yaşadınız?
Ekibimiz ben, kameraman ve sesçi olarak üç kişiden oluşuyordu ve üçümüz de otelde konakladık. Bizim için en kolay ve mantıklı seçenek bu olduğu için tercih ettik fakat kendimizi kesinlikle tuhaf hissettik. Çekimlerden sonra hemen hemen her akşam lojmanda çalışanlarla vakit geçiriyorduk, sohbet ediyorduk. Yatmak ve kahvaltı için otelde olduğumuzda kendimizi suçlu hissediyorduk. Bir ara otele yakın bir daire mi kiralasak diye düşündük fakat otelde kalmamız hem daha ucuzdu hem de çekimlerin büyük bir çoğunluğu otelde olduğu için ekipmanlarla kahvaltıya inip güne başlamak çalışmak için pratik bir yöntemdi. Ama yine de benim için çekim döneminin en kötü yanı sanırım otelde kalmaktı. Çalışanlarla daha yakın ilişki kurdukça, onları daha yakından tanıdıkça otel ortamı gittikçe daha rahatsız edici geldi. Medeni varsayılan, parası olan turistler çok vahşi davranabiliyorlar. Biz bazen alacak yiyecek bulamadık; önümüze geçenler oldu, tabaklarına bütün yiyecekleri dolduranlar oldu. Bir keresinde yiyecek almaya giden sesçi arkadaşımızdan bize patates kızartması ve pide getirmesini rica ettikten sonra kendisi aramıza on beş dakika sonra kan ter içinde mısır ve mor lahanayla dönebildi, “Bunları kurtarabildim sadece, içerisi savaş alanı gibiydi.” dedi. Bazen öğünlerden bol pide alıp çalışanlarla paylaşıyorduk fakat bu da kendimizi daha az suçlu hissetmek için yaptığımız bir şeydi sadece en nihayetinde.
-
Filmde Hakan ve İsmail’in iki ayrı sezonda yaşadıklarını ve iki sezon arasındaki değişimlerini izliyoruz. Oteli ziyaret ettiğiniz bu iki ayrı sezonda kendileri geçirdikleri dönüşümün ne kadar farkındaydılar?
Bence fazlasıyla farkındaydılar. Hakan belki bu konular üzerine daha çok kafa yoran biri ama İsmail de gayet farkındaydı bence. Biz çekimlerin ortası sayılabilecek bir zamanda bir ay ara verip çekimlere tekrar devam ettiğimizde özellikle Hakan’ın değişimini çok bariz hissetmiştik mesela. Ara vermeden önce aquaparkta sakin bir şekilde vakit geçiriyordu, turistlerle konuşmaya çalışıyordu, etrafını keşfediyordu. Bir ay sonra döndüğümüzde enerjisi tamamen düşmüştü, aquapark birçok açıdan tamamen aynıydı fakat Hakan farklıydı.
-
Her Şey Dahil sadece Türkiye’deki tatil köylerinde karşılaştığımız ya da sadece tatil köylerinde karşılaştığımız bir uçurumu anlatmıyor, çok daha evrensel ve sistemin genelini kapsayan bir uçuruma dikkat çekiyor. Türkiye’deki tatil köylerinin çalışanlarına sağladığı imkanlar bakımından diğer ülkelerle kıyaslandığında nasıl bir yerde durduğunu araştırma imkânın oldu mu?
Ben filmde her şey dahil otelleri günümüz kapitalist düzenini temsil eden bir mikrokozmos olarak, milletlerinden bağımsız, zenginlerin ve fakirlerin aynı çatı altında yaşadığı bir ortam olarak resmettiğim için ülkeler bazında çok incelemedim. Ama mesela, Türkiye’deki tüm her şey dahil otellerde bu çalışanlara asgari ücret veriliyor. Oteller çalışanları tutmak için farklı yöntemlere başvurabiliyor. Örneğin bizim çekim yaptığımız otelde çalışanların kaldığı lojman odalarında klima vardı. Diğer otellerle çalışma şartlarını bunun üzerinden karşılaştırıyorlardı. “8 kişi kalsak da en azından klima var.” diyorlardı. Bazı başka otellerde çalışanların çadırda kalmak zorunda olduğu bile oluyormuş. Diğer ülkelerde de benzer durumlar vardır muhtemelen. Şahsen tatil için hiçbir zaman her şey dahil bir otele gidip kalmadım o yüzden birebir bilmiyorum. Filmi Kanada’da izleyenler de oradan Meksika’daki her şey dahil otellere gitmenin yaygın bir durum olduğunu ve genel tablonun benzer olduğunu söylemişlerdi.
-
Filmdeki güvenlik görevlisi ve onun temsil ettikleri Hakan ve İsmail’in hikayelerindeki ‘villain’ gibi geldi bana. Sistem, kendisi de diğer işçilerle aynı koşullarda çalışıyor olmasına rağmen sistemin tarafında, sistemin çıkarlarını savunan bir karakter yaratmayı nasıl başarıyor sence?
Bu aslında yeni bir şey değil. Toplama kamplarında da pis işlerin Naziler tarafından Yahudilerin kendilerine yaptırıldığını okumuştum. Kamp Yahudi’si denen bu insanlar diğer Yahudileri gaz odalarına götürenlerin kendisiymiş. Tarih boyunca özellikle din kavramıyla insanlar bu gibi noktalardan manipüle edilmiş. Kamp Yahudileri de “bu bizim için bir test” diye razı geliyormuş kendi yaptıklarına. Bana sorarsanız günümüzde yeni din kapitalizm ve meritokrasi. “Çalışıp çabalarsan istediğin her şeyi elde edebilirsin, sahip olmak için hak etmelisin, eğer sahipsen zaten hak ediyorsundur, eğer fakirsen de bu yeterince çabalamadığın içindir.” gibi düşünce biçimlerine din gibi tapılıyor. Sistemin kaybedenleri de olmasına rağmen sistem içinde güçlü bir şekilde dikte edilen bu ikna mekânizmalarıyla güvenlik görevlisinin davranışı arasında da paralellik olduğunu düşünüyorum. İki Fanta için arkadaşlarıyla kavga eden güvenlikçi muhtemelen işimi iyi yaparsam, kendimi ispatlarsam yüksek seviyelere gelirim diye düşünüyordur ve sistemin bir parçası haline geliyordur.
-
Filmin çekildiği zaman aralığı çok geçmişte olmamasına rağmen dünya çok hızlı değişiyor. Ve muhtemelen bu filmi bugün çekseydin çok daha farklı bir sonuç çıkabilirdi ortaya. Benim dikkatimi özellikle çeken iki konudaki olasılıklar hakkında ne düşündüğünü merak ediyorum. İlki, Hakan’ın telefonda doların yükselmesinden dert yandığı ve dolar kurunun 3 TL dolaylarından 7 TL dolaylarına çıkmasının kendisini nasıl etkilediğinden bahsettiği sahne. Doların 14-15 TL civarında olduğu bugün Hakan ya da Hakan gibi bir mevsimlik işçi para biriktirerek yurt dışına gitme hayalleri kurabilir miydi?
Hakan dolar biriktirmesi ile ilgili “Ben başladığımda dolar 3’tü şimdi 7 oldu, aynı meblağ için iki kat daha fazla çalışmam gerekiyor.” diyordu. Fazladan mesai yapıyordu, güvenlik işinden çıktıktan sonra restoranda çalışıyordu vs. Şu an 15’e çıktı sanırım dolar, artık beş misli çalışması gerekiyor. Pandemi ve savaş sebebiyle belki birçok ülkede enflasyon var belki fakat genel ortalama %5-6 civarı iken Türkiye’de bu oran resmi sayılarla %60 küsur. Finansal açıdan bu kadar kötüleşen bir Türkiye’de Avrupa’ya gitme hayalleri kurmak çok da gerçekçi gelmiyor. Eskiden yurt dışına çıkma imkânı olan insanlar biraz para biriktirip birkaç hafta tatil yapıp dönebiliyordu, artık bu imkânsız gibi bir hal aldı. Türkler için yurt içi tatil daha mümkün gibi görünüyor artık.
-
Bir diğer sahnede, yine Hakan, edebiyattan tanıdığı Ruslarla ilgili görüşlerinin değiştiğinden söz ediyor. Ukrayna’daki savaşın ve savaşın etkisiyle birçok Rus vatandaşının belirsiz bir süreliğine Türkiye’ye taşınmaya başladığı bu dönemin tatil köylerindeki turist profilinde ya da mevsimlik işçilerin Rus turistlere bakışına bir etkisi olacağını düşünüyor musun?
Biz çekimleri yaparken otelde birçok Türk de vardı. On sene kadar önce bu otel sadece İskandinav ülkelerine ve belki Almanya ve Fransa’ya reklam veriyormuş, sadece o ülkelerden müşteri kabul ediyormuş. Fakat Avrupalılar Türkiye’ye daha az gelmeye başladıkça otel de Ruslara, Araplara ve Türklere yönelmiş. Ben de filmde Türk-Kürt işçiler vs. Ruslar gibi bir yöne gitmeye çalışmadım. Otelde Ruslar çoktu ve Hakan’ın Rus edebiyatına yönelik ilgisi ve bilgisi olduğu için filmde de onu kullandım. Ama asıl derdim uyruklardan ziyade aynı çatı altında yaşayan, parası olan ile olmayan arasındaki uçurumdu. Çalışanların çoğu Türk ve Arap turistlerden Ruslara nazaran daha rahatsızdı. Kameranın olmadığı zamanlarda çok daha kaba davranan turistler vardı mesela hepsini çekemedik. Sarhoş olup küvetinin viskiyle doldurulmasını isteyen Türk bir turist vardı mesela, dakikalarca çalışanlarla kavga etti. Otelin parasını ödediği için her türlü hizmeti hak ettiğine inanıyordu. Rusların taşınmaya başladığını duydum ama işçiler için bir fark olacağını sanmıyorum. Onlar ekmek derdinde, Putin’in yaptıklarını umursamazlar bence. Sonuçta parası olan ve olmayan arasındaki döngü hala devam edecek.
-
Her Şey Dahil Antalya ve İstanbul Film Festivalleri’nin ulusal belgesel yarışmalarında ödüller kazandı. Öte yandan yurt dışında da birçok festivalde gösterildi, belki gösterilmeye devam edecek. Yurt dışındaki gösterimlerden katıldığın olduysa ya da gelen yorumları takip ettiysen, Türkiye’deki izleyici ve yurt dışındaki izleyicinin yorumları arasında dikkatini çeken bir farklılık var mı?
Otuz farklı ülkenin büyük festivallerine katıldım ve şanslıydım ki çoğuna fiziksel olarak gidebildim ve seyircilerle soru cevap etkinliklerine katılma imkânım oldu. Film hakkında çok fazla sayıda insanla sohbet ettim, dört farklı kıtadan yazanlar oldu. Derdimi anlatabildiğimi, anlaşılabildiğimi hissetmek harikaydı. Film yapmak benim için bir duygu işi, his işi ve tatmin olduğumu hissettim. İzleyicilerin tepkileri arasındaki fark ile ilgili tespitim şu olabilir ki Türkiye’de seyirciler işi sevdiklerinde de sevmediklerinde de iki duyguyu da çok abartılı ifade etmeye yatkınlar. İnsanların tavırları kolayca ölçüsüzlüğe kaçabiliyor. Mesela yurt dışından gelen başka bir yönetmen arkadaşım başından geçen bir şeyi anlatmıştı, Türk bir izleyici gösterimden sonra mikrofonu alıp hayatında gördüğü en kötü film olduğunu söylemiş yönetmenin yüzüne. Ben bunu yönetmene karşı saygısızlık olarak görüyorum, çok sert bir tepki gibi geliyor, en azından emeğe saygı gösterilmeli diye düşünüyorum. Ben kendi filmim için bir iki tane “ergen tweeti” dışında kaba bir yorum görmedim, genelde kibar, olumlu yorumlar aldım neyse ki. Türkiye’deki gösterimler için ayrıca heyecanlıydım.
-
Farklı ülkelerdeki izleyicinin, filmin ele aldığı sınıfsal uçurumun aynı derecede farkında olduğunu düşünüyor musun?
Ben Mustang filmini tesadüfen Türkiye’de bir sinemada izlemiştim ve neredeyse bütün salon filmin kolonyal bakış açısına şok olmuştuk. Avrupa’da yaşayan Türk bir yönetmen olarak bu riskin benim filmim için de var olduğunun farkındaydım ve özellikle kurgu sürecinde bu konuya ekstra hassas yaklaştım, herhangi bir ajitasyona özellikle izin vermedim. Mustang’in uluslararası arenada elde ettiği başarının karşısında Türkiye’den aldığı tepkilerin farkındaydım ve benim filmim için de bu şüpheli yaklaşımı gözlemledim. Kolonyal bakışın ne kadar problemli bir pozisyon olduğunu umarım Batı da yakında fark eder. Uluslararası festivallerde seyirciler karakterleri fazlasıyla benimsediler. Biraz da kendi önyargılarının farkına vardılar, kendilerini turistlerle kıyasladılar ve suçlu hissettiler. Otellerdeki çalışanlara artık farklı bakacaklarını söyleyenler oldu. Danimarkalı bir gazeteci film eleştirisinde “Türkiye’de sıradan bir her şey dahil otelin aqua parkının yanında Hakan gibi bir insanın var olduğunu öğrenmek benim için dünyayı güzelleştirdi.” gibi bir yorum yapmıştı ve çok hoşuma gitmişti. Fransa’da bir festivalde yaşanan bir olaydan örnek vermem gerekirse, tesadüfen aynı sırada oturan bir kadın ve adamla filmden sonra konuştuk. Kadın filmden çok etkilendiğini, çok duygulandığını, yerinden kalkamadığını söyledi. Adamsa duygusal olarak daha fazla beklentisi olduğunu, karakterlerin neden dövülmediğini, neden mutsuz olmadıklarını anlamadığını söyledi. Ben de ona bu bakış açısının neo-kolonyal bir bakış açısı olduğunu ve benim öyle bir film yapmak istemediğimi söyledim. Sanırım genel olarak kimse beğenmemezlik etmedi filmi ama kolonyal bakışı olan insanlar daha egzotik, daha ajitasyona başvuran bir film beklediler sanırım.
-
Her Şey Dahil 23 Nisan’da MUBI kataloğuna eklendi. Son yıllarda dijital platformların belgesel filmlerin erişilebilirliğini ya da izleyicinin belgesel sinemaya olan ilgisini arttırdığını düşünüyor musun?
Olumlu bir etkisi kesinlikle oluyor bence, dijital platformların kataloglarına belgeselleri dahil etmelerini çok önemli buluyorum. Bir ülke ne kadar gelişmişse belgesellere de o kadar ilgi oluyor. Türkiye’de insanların çok sıkıntılı olmasını, akşamları oturup belgesel izlemek istememelerini anlıyorum ama bence gelecek belgeselde. Son 10 senede yaşanan gelişmeyi çok heyecan verici buluyorum. Türkiye de buna kesinlikle dahil. İstanbul Film Festivali’nde belgesel kategorisinde yarışan çoğu filmi izledim ve hepsine hayran kaldım, umarım hepsi emeğinin karşılığını bulur, izleyiciye ulaşır ve meselelerini anlatabilirler. Hepsi çok değerli. Türkiye ne kadar çabuk belgesele üvey evlat muamelesi göstermeyi bırakırsa o kadar iyi olur. Gelişmiş ülkelerde büyük festivallerde kurmaca ve belgesel arasında bir ayrım gözetilmiyor artık. Ödül kategorilerinde de keşke belgesellerin önü daha fazla açılsa. Özgün müzik, görüntü yönetmenliği, kurgu gibi kategorilerde belgeseller genelde görmezden geliniyor fakat aslında kafamızı buraya doğru çevirirsek çok incelikli ve değerli işler konuyor ortaya.
-
Bir önceki filmin Arafta / Displaced, üçüncü nesil dört Türk kökenli Avrupalının farklı hayaller peşinden İstanbul’a gelişini ve burada yaşadıklarını konu alıyordu. İki filmin, hayaller ve gerçekler çatışması, aidiyet sorunları gibi temalar nedeniyle benzeştiğini söyleyebilir miyiz?
Beklentilerle ilgili olmaları noktasından benzeşiyorlar fakat Arafta’da başlangıçtaki düşünce öze dönüş düşüncesiyken Her Şey Dahil’de dışarı açılma, dünyayı keşfetme fikri var. Bu açıdan aralarında zıt bir ilişki olduğunu düşünüyorum. Bunların ötesinde ben yaptığım filmlerle ilgili fazla düşünmeye başlayınca sonunun gelmediğini hissettiğim için kendimi korumak amacıyla daha az düşünmeye çalışıyorum. Bütün işlerimde paralellik olsun gibi bir derdim yok. Ben içimden gelenleri, irdelemek istediğim hikayeleri anlatıyorum sadece ve geçmiş işlerim, kariyerim üzerinde düşüneceğim zamanı yeni projelere, üzerinde çalıştığım başka şeylere harcamak istiyorum daha çok.
-
Senin için sırada nasıl bir proje var; şu an ne üzerine çalışıyorsun?
Yeni bir belgeselin geliştirme aşamasındayım. Avrupalı Türklerin cenazeleriyle ilgili belgesel olacak. Onun da tonunun Her Şey Dahil gibi olmasını, mizahi bir yönünün bulunmasını istiyorum.