Tao Ulusoy’un Kun Art Space’te izleyiciyle buluşan Çekelim Bu Dünyadan Perdeleri başlıklı sergisi, bireysel hafıza ile kolektif bilinç arasındaki görünmez bağları odağına alıyor. Günlük nesneler, renkler ve mekânsal düzenlemeler aracılığıyla kurulan sergi, masumiyet, haz, kayıp ve aidiyet kavramlarını kırılgan bir denge içinde ele alıyor. Ulusoy’un işleri, izleyiciyi hem kişisel hatıralarına hem de dünyanın farklı coğrafyalarındaki ortak yaralara doğru sessiz bir yolculuğa çıkarıyor. Sergide mekân, yalnızca bir sergileme alanı değil; hatırlamanın, yeniden kurmanın ve yüzleşmenin gerçekleştiği bir bellek alanı olarak kurgulanıyor. Karşılaşılan imgeler, huzur ile sarsıntı arasında gidip gelen bir duygulanım yaratırken, izleyiciyi kendi içsel alanına dönmeye çağırıyor. Tao Ulusoy ile, çok katmanlı hafıza ve aidiyet evrenini sorguladığı Çekelim Bu Dünyadan Perdeleri başlıklı sergisini konuştuk.
Çekelim Bu Dünyadan Perdeleri sergisinde bireysel hafıza ile kolektif deneyimler iç içe geçiyor. Bu sergide hafıza sizin için neyi temsil ediyor?
Bu sergide hafıza, benim için geçmişin sabit bir arşivi olmaktan çok, sürekli yeniden yazılan, bulanık ve geçirgen bir alanı temsil ediyor.Bireysel hafızanın kişisel deneyimlerden beslendiğini biliyoruz ama bu deneyimlerin neredeyse hiçbirinin yalnızca ‘bize ait’ olmadığını da fark ediyorum. Aileden, cografyadan, politik iklimden, gündelik dilden ve ortak travmalardan sızan kolektif bir tortu var. Hafıza, hem saklayan hem açığa çıkaran bir perde gibi çalışıyor. Hatırlamak burada netlik değil, aksine eksilme , kırılma ve boşluklarla birlikte var olan bir süreç. Unutulanlar ,bastırılanlar yada adı konmamış duygularda hafızanın bir parçası haline geliyor . Bu nedenle işlerimde kişisel olan , izleyicinin kendi deneyimleriyle temas ettiğinde kolektif bir alana açılıyor.
İşlerinizde masumiyetle kayıp, hazla kırılganlık aynı yüzeyde buluşuyor. Bu karşıtlıklar sizin için bilinçli bir gerilim mi, yoksa üretim sürecinde kendiliğinden mi ortaya çıkıyor?
Bu karşıtlıklar benim için baştan kurgulanmış bir denge arayışından çok , üretim sürecinin doğasında ve kendiliğinden ortaya çıkan bir gerilim. Masumiyetle kayıp, hazla kırılganlık zaten biribirinden tamamen ayrı deneyimler değil, çoğu zaman aynı anın, aynı hatıranın farklı katmanları. Üretirken bu katmanları ayrıştırmak yerine , onları aynı yüzeyde çakışmasına izin veriyorum. Bilinçli olan şey, bu gerilimi yumuşatmaya yada tek duyguya indirgemeye çalışmamak. Aksine izleyicinin de bu belirsizlik alanında kalmasını önemsiyorum.

Aidiyet, yersizlik ve “ev” fikri sergide güçlü biçimde hissediliyor. Mekânla kurduğunuz kişisel ilişki bu temaları nasıl besliyor?
Mekânla kurduğum ilişki benim içim sabit bir ‘yer’ duygusundan çok sürekli müzakere edilen bir hal. Aidiyet, bu sergide bir varış noktası değil, çoğu zaman aranan,ertelenen yada yalnızca kısa anlar için hissedilen bir duygu olarak ortaya çıkıyor. Ev ise güvenli ve bütünlüklü bir alan olmaktan ziyade, hafızada taşınan, parçalı ve kimi zaman çelişkili bir imgeye dönüşüyor. Çekelim Bu Dünyadan Perdeleri’nde ev fikri, dışarıda kalanla içeride kalan arasındaki sınırın sürekli yer değiştirdiği, hem koruyan hem de uzaklaştıran bir eşik olarak var oluyor.
Üretimlerinizi Çukurova’da, bu coğrafyanın izleyicisiyle buluşturmak sizin için nasıl bir deneyim? Burada işlerinizin farklı okunduğunu hissediyor musunuz?
Çukurova’da üretimlerimi bu coğrafyanın izleyicisiyle buluşturmak, benim için yalnızca bir sergileme deneyimi değil, aynı zamanda geri dönüşlü bir karşılaşma. Bu toprakların iklimi, dili, gündelik ritmi ve taşıdığı tarih, işlerimde zaten dolaylı olarak var olan birçok katmanı görünür kılıyor. Burada izleyici ile kurulan için daha sezgisel, daha bedensel ilerliyor. İşler çoğu zaman açıklamadan önce ilerliyor. Evet, burada işlerimin farklı okunduğunu hissediyorum, ama bu fark, kavramsal bir uzaklıktan değil, ortak bir zeminden kaynaklanıyor. Bazı imgeler başka yerlerde metaforik bir mesafede dururken, burada gündelik hayatın bir parçası gibi algılanabiliyor. İzleyicinin kendi yaşamından tanıdığı duygularla işlerin kesişmesi, okuma biçimlerini daha içerden ve sahici kılıyor.
İstanbul merkezinin dışında üreten bir sanatçı olarak, merkezden uzak olmanın pratiğinize etkisi nedir? Bunun artıları ve eksileri neler?
İstanbul merkezinin dışında üretmek, pratiğimi tanımlayan temel koşullardan biri. Bu durum benim için bir eksiklikten çok, başka bir ritim ve mesafe imkânı yaratıyor. Merkezden uzak olmak, üretim sürecinde daha az gürültüyle, daha fazla içe dönük bir yoğunlukta çalışmama olanak tanıyor. Zamanla ilişki daha esnek, dikkat daha derin, bu da işlerimin duygusal ve kavramsal katmanlarını besliyor.
Artıları arasında, merkezin beklentilerinden ve güncel dolaşımlarından görece bağımsız kalabilmek var. Bu mesafe, üretimin hızla tüketilme baskısından uzaklaşmamı ve kendi dilimi daha yavaş, daha sezgisel biçimde kurmamı sağlıyor. Ayrıca bulunduğum yerin gündelik hayatı, insan ilişkileri ve doğayla temas hali, işlerime başka türlü bir gerçeklik ve beden kazandırıyor.


