Cazın Tutkulu Yolculuğunda Bir Ses: Rişe Özkan - ArtDog Istanbul
Rişe Özkan Quartet.

Cazın Tutkulu Yolculuğunda Bir Ses: Rişe Özkan

Caz vokalisti Rişe Özkan, klasik müzikten caza uzanan müzikal yolculuğunu ve New York’ta aldığı eğitimin kariyerine etkisini anlatıyor.

/

Caz, özgürlüğün, doğaçlamanın ve anda olmanın müziği. Türkiye’de her zaman belirli bir dinleyici kitlesine sahip olsa da, geniş kitlelere ulaşması her zaman kolay olmadı. Ancak son yıllarda caz festivallerinin artması, yeni mekânların açılması ve genç müzisyenlerin bu alana yönelmesiyle caz sahnesi hareketleniyor. Bu yükselişte kendine sağlam bir yer edinmeye başlayan isimlerden biri de Rişe Özkan.

İstanbul Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimi mezunu olan Rişe Özkan, on altı yıl boyunca Türkiye’nin önde gelen iş gruplarında kurumsal iletişim profesyoneli olarak çalıştı. Okul yıllarında aldığı klasik piyano ve şan eğitiminin üzerine caz müziğine ilgi duyan sanatçı, iş hayatının yanında Randy Esen’den caz vokal teknikleri ve repertuvar, Caz Evi ve Modern Müzik Akademisi’nde caz müzisyenliği eğitimleri aldı. 2017 yılında müzik eğitimine daha ileri bir seviyede devam etmek için Amerika’ya gitti ve William Paterson Üniversitesi Caz Vokal Performans Yüksek Lisans programına başladı. 2019 yılında yüksek lisans derecesini tamamlayan Özkan, ardından bir yıl boyunca New York’ta duo ve trio projeleriyle sahne aldı. Amerika’da bulunduğu üç yıl boyunca cazın ustalarından Sheila Jordan, Bill Charlap, Nancy Marano ve Aaron Goldberg ile yakın çalışma fırsatı yakaladı. Rişe Özkan’la müzikal yolculuğunu konuştuk.

Cazın Türkiye’de her zaman belli bir kemik kitlesi oldu, ancak popüler müzik akımları içinde pek yer almadığı için geniş kitlelere ulaşmakta zorlandığı da bir gerçek. Sizce Türkiye’de caz müziğine olan ilgi nasıl bir dönüşüm içinde? Son yıllarda bu ilginin arttığını düşünüyor musunuz?

CI BLOOM
CI BLOOM Mobil

Evet, caz müziğin doğduğu yerde, Amerika’da dahi popüler müziğin caz müzik olduğu zamanların üzerinden çok vakit geçti, 1920’lerden, 30’lardan bu yana veya II. Dünya Savaşı sonrası Amerika’nın kültür diplomasisi doğrultusunda bu müziğin tüm dünyaya tanıtıldığı zamanların üzerinden. Kendi hâline bırakıldığında bu müziğin geniş kitlelere ulaşmıyor olması doğal, çünkü caz dinlemek “edinilen bir zevk”; caz dinledikçe, kulağınız alıştıkça daha çok anladığınız bir müzik, pop müziğe göre armonisi ileri veya karmaşık diyebiliriz.

“Türkiye’de Caz Müziğinin Karşılığı Kesinlikle Var”

Ama dediğiniz gibi Türkiye’de caz müziğinin bir karşılığı kesinlikle var. Başka müzik tarzlarına kıyasla daha ufak evet ama belki daha tutkulu, bunda festivallerin ve genel anlamda performans sanatlarını düzenli olarak destekleyen kurumların önemi yadsınamaz: İstanbul Caz Festivali, Akbank Caz Festivali… 30-40 yıl arası bir tarihi var bunların, dünyanın en iyi caz müzisyenlerini Türk dinleyicisiyle buluşturuyorlar. Daha yeni caz festivalleri var başka şehirlerde yapılan Akra, Bozcaada ve Nardis çok önemlidir, Bova öyle… Babylon’da zamanında kimler kimler çıktı, Q Jazz Bar çok güzeldi. Jc’s, Naima, the Badau, Mittani eskilerden, yenileri de ekleniyor veya oteller, restoranlar canlı caz performanslarını düzenli hâle getiriyorlar. Bunlar güzel gelişmeler çünkü alttan bu müziği öğrenip çalmak isteyen bir genç kadro geliyor.

Biraz daha geriden, felsefi bakacak olursak, caz müziği özünde özgürlüğü, doğaçlamayı, yani anda olmayı, bu spontanlığın içinde bir arada uyum içinde müzik yapmayı, solo çalan grup üyesine kendisini en iyi şekilde gösterebilmesi için alan açmayı vaat ediyor ve müzisyenden çok ileri bir müzisyenlik seviyesi bekliyor. Değerleri böyle olan bir müziğe kulağını veren kişinin, bir süre sonra gönlünü de vermesi bence kaçınılmaz.

Rişe Özkan.

Bir performansın ardından kendinizi nasıl değerlendiriyorsunuz? Dinleyicinizle kurduğunuz bağın gücünü nasıl ölçümlüyorsunuz?

Ben şu anda sadece konser salonlarında çıktığım performanslar vermiyorum, misafirlerine canlı müzik sunmak isteyen restoran, otel gibi yerlerde veya davetlerde arka planda çalıp söylediğimiz, ambiyansı tamamlamak üzere orada olduğumuz sahnelerimiz de oluyor, yani insanların sohbet ettiği, arada bize kulak verdiği ortamlar bunlar. Her iki türlü tecrübenin de benim bir vokalist olarak gelişmemde ayrı bir yeri var, dolayısıyla ben tüm performanslarımı iple çekiyorum ve ardından kılı kırk yarıyorum. Piyano öğretmenim çocukken beni en ince detaya kadar çalıştırır, “kılı kırk yarıyoruz” derdi. Bu yüzden sesim formunda mıydı, yaptığım ritmik, melodik seçimler lezzetli miydi, cesur olabildim mi, anda olabildim mi, diksiyonum anlaşılır mıydı, grup olarak uyumumuz nasıldı, ekibi açık bir şekilde yönetebildim mi, sorular çok.

Dinleyiciyle bağ kurma konusu ise tabii ki, konser formatında daha güçlü. Bir diğer öğretmenim, “konser bittiğinde dinleyici seni daha yakından tanıyorsa, bu iyi bir performanstır” demişti. Mesele bu sahiden, bir salon dolusu dinleyici sizi ufak bir tanıtım yazısından görüyor ve koşturmacasının içinde size şans veriyor, bu çok değerli. Bütün kendi kendime yaptığım teknik çalışmalar, egzersizler, pratikler, okumalar, dinlemeler, benim sahnede duygumu, hikâyemi dinleyiciye samimiyetle aktarabilmem için aslında. Çok şükür, iyi gidiyor diyebilirim. Sorunuzda ölçümleme demişsiniz, ben aynı zamanda bir iletişimci olduğum için ölçümleme deyince aklıma algı araştırması gelir. Benimki şu anda daha basit bir yöntem: sahnede edindiğim histen sonra, bir de kulise dönmeyip salona karışıveriyorum… tam yoklama oluyor işte bu.

Kariyerinizde birçok önemli dönüm noktası olmuş. İş hayatını bırakıp tamamen müziğe yönelme kararı aldığınız an mı, yoksa sahnede yaşadığınız özel bir an mı, sizi en çok etkileyen ve dönüşüm yaratan olay ne oldu?

Benim durumuma “müzikle geçecek bir hayat ihtimalinin içimde yeniden canlanması ve bunun bir noktada bana büyük bir hayat değişikliği yaptırması” diyebiliriz. Aslında 8 yaşında klasik piyano çalmaya, 14 yaşında caz dans öğrenmeye, 17 yaşında şan dersleri almaya başlamıştım. Bunlar en iyi hocalardan da olsa, özel derslerdi, konservatuarda değildim. İstanbul Erkek Lisesi’nden Boğaziçi Üniversitesi’ne girip bir de onur öğrencisi olarak mezun oldum, burada bir yol ayrımı oldu, ben müzik için yurt dışında yüksek lisans yapmayı diliyordum, öğretmenlerim “biz seni hazırlarız” demişlerdi. Fakat kendimi iş hayatında buldum. Burada herhangi bir bölüm, meslek dalı olmadı, çalışmaya başladığım alan iletişim oldu. Kurumsal iletişim değil, bir başka departman olsaydı, belki 15 yılımı almazdı bu hayat değişikliğini yapmak, çünkü iletişim de bana çok uygun ve iyi olduğum bir alan. İş olsun diye değil, bir değişim, dönüşüm yaratmak için her şeyimle çalışıyordum. İş hayatının bütün zorluklarına rağmen meşgalemi seviyordum, dolayısıyla bazı yakın arkadaşlarım hızlı hızlı işlerinden ayrıldılar, başka alanlara yöneldiler, benimki öyle olmadı, iletişimde iyiydim ve zarlar da iyi geliyordu.

“O Noktada Gözüm Hiçbir Şey Görmedi”

İlk iş hayatına girdiğimde, biliyorsunuz bu korkunç bir hayat değişikliğidir öğrencilikten iş hayatına geçiş, şan ve piyano derslerini bırakmıştım. Bu benim için çok üzücü olmuştu, ama konu müzik olunca ödevlerimi yapamadan derslere gidebilecek bir öğrenci değildim. 11 yıl sonra, 2013 yılında Berklee müfredatında dersler içeren bir caz programından haberim oldu. Ona başladığımda artık tutulamıyordum, programın eğitmenleri öğrenme iştahımı dehşet içinde izliyorlardı. Birkaç zaman sonra 12 yıldır çalıştığım işimden ayrıldım ve bir 6,5 ay kendimi dinledim; müzik, meditasyon, doğada vakit geçirme, dostlar. Bütün bunlar size hayatta neyin iyi geldiğini hatırlatan, sorgulamadan kapılıp gittiğiniz akıştan sizi çıkaran şeyler. 6,5 ayın ardından yeni bir işe başladığımda artık biliyordum iş hayatının gerekleri ne kadar çok olursa olsun bir daha müziği hayatımdan çıkarmayacaktım. İş görüşmesinde bunu konuştuk, o zamanki CEO’m çok sevdiğim, saydığım birisidir, anladı beni. O sıralar, zaten müzik hâlâ hobi gibi, özel dersler alıyorum ve üç-dört ayda bir arkadaşlarıma şarkı söylüyorum.

Müziğin benim gönlümün birincisi olmasına rağmen hayatımın ikinci sırasında kalmasına daha fazla dayanamayacağını anlamam, iş hayatında en mutlu, en başarılı, önümün en açık, kazancımın en yüksek olduğu zamana denk geldi. Fakat o noktada gözüm hiçbir şey görmedi. Bu müziği öğrenmek, daha iyi anlamak, gerçek bir caz müzisyeni olmak için yapmam gerekenleri yapacak bir hayata geçmezsem, yaşayamayacağımı düşündüm.

New York’ta eğitim alıp sahne aldıktan sonra Türkiye’ye döndünüz. İki ülke arasındaki müzikal ortamı ve müzisyenlerin çalışma koşullarını karşılaştırdığınızda en büyük farklar neler?

New York tüm dünya için tartışmasız olarak caz müziğinin başkenti. Plak şirketleri, stüdyolar, caz kulüpleri, en iyi müzisyenler, en iyi caz okulları… orada yıldızınız parlarsa bu şehir Amerikan basınının da merkezi olduğu için geniş çaplı bir ün yakalama ihtimali. Durum böyle olunca dünyanın her yerinden bu şehre müzisyen ve öğrenci akıyor, öğrenmek için, kendini kanıtlamak için, bağlantılar edinmek için. Dolayısıyla rekabet çok yüksek, müzisyenliğini geliştirmeyen, derli toplu hareket etmeyenlerin barınabileceği bir yer değil. Provaları aksat, sahneye geç kal, konsere çalışmadan gel, senin yerine bir değil 10 kişi hazır.

Rişe Özkan Quartet.

“İstanbul Dünyada Bilinen Caz Rotalarından Biri”

Aynı zamanda yaşam çok zor, gün geçtikçe daha pahalı, şehir hep bir kargaşa içinde. Sadece caz müzisyenliğinden para kazanıp geçim sağlayacak yere gelene kadar müzisyenlerin başka işlerde çalışması gerekiyor, ev paylaşması, çok tutumlu yaşaması… ama diğer yandan New York da, New York… bu rekabetin ve geçim sıkıntısının içinde birçok da imkân yakalamak mümkün, çünkü her köşe başında caz çalınıyor. Bir restoranda sizi büyük bir ustanın dinlemesi, bir konserde yanınıza çok önemli caz eleştirmeninin düşmesi, bir düğünde sizi müzik endüstrisinden çok önemli bir yöneticinin dinleme ihtimali hep var.

İstanbul’a gelince… İstanbul kesinlikle dünyada bilinen caz rotalarından biri, diğer sorularda da biraz bahsettiğimiz gibi hem en iyi örnekleri dinleyebiliyoruz hem de ömrünü bu müziğe vermiş değerli müzisyenlerimiz var; okullar, yeni mekânlar, gençlerde bu müziğe karşı bir ilgi. Bunlar var ama New York’la karşılaştırmak haksızlık olur, sadece İstanbul’u değil, caz tarihinde Amerika’da kritik rol oynamış New Orleans’ı, Chicago’yu dahi New York’la kıyaslayamayız bence. Ya da ben New York’a kara sevdayla tutulmuş birisiyim, tarafsız olamıyorum.

Kendinizi nasıl geliştiriyorsunuz? Hangi alanlarda ilerlemek istiyorsunuz?

Bazıları müzisyenliğin ömür boyu öğrenci olmayı gerektirdiğini tahmin edemiyor. Yüksek lisans programını tamamlayıp dönünce “istiyordun, mezun da oldun, bitmedi mi?” veya “Rişe, senin sesin çocukken de güzeldi, şarkıcı olmak için çalışacak ne var o kadar?” diyorlardı, bu öyle bir şey değil. Mezun olduğum günden beri sanki okuldaymışım gibi çalışıyorum. Amerika’dayken öğretmenim olmuş piyano virtüözü Aaron Goldberg’le derslerime devam ediyorum. Tüm öğretmenler dikkatini vererek ustaları dinlemenin önemini vurgular. Buna ilave bence bir o kadar önemli olan da okumak, bu müziğin kültürünü daha iyi anlamak performansınıza yansıyor. İşin burası hiç bitmeyecek.

“Müziğin Kültürünü Anlamak Performansınıza Yansıyor”

Diğer yandan öğretmenliği çok sevdim. Geçtiğimiz yıl Kadir Has Üniversitesi’nde 1900’lerin başından bugüne caz ve güncel müzik tarihi anlattım, beni çok besledi, dersim ilgi de gördü. Öğretmenlikte ilerlemek istiyorum. Benim müzikal gelişimimde bir karışıklık var, doğrudan konservatuarda okumadığım için ve klasik müzikten caza dönüş yaptığımdan 40 yaşına kadar oluşmuş formasyonumu bırakmam gerekti, bu çok zor oldu. Biliyorsunuz klasik müzikte kâğıt üzerinde yazanı çalışır, performansınızı mükemmelleştirmeyi hedeflersiniz, caz müzikte ise kâğıt üzerine yazanı değil kendi doğaçlamanızı çalmanız, söylemeniz beklenir. Başka bir beceri seti oluşturmanız gerekiyor ve bu değişim benim için çok sancılı oldu. Ama sıra öğretmeye geldiğinde bu durumun bana avantaj sağladığını düşünüyorum.

Tabii yeni dinleyiciler kazanmak istiyorum, hikâyemi paylaşmak, İstanbul’da, başka şehirlerde… Çok değerli müzisyenler var çalışmak istediğim, benim veya onların projelerinde bir araya gelmeyi diliyorum. Repertuvarımı oluşturan “The Great American Songbook”tan parçalara, yani caz standartlarına kendi parçalarımı eklemek istiyorum. Bir vadede, kendimi hazır hissettiğimde, stüdyoya girip kayıt yapmak istiyorum… Bakalım zaman gösterecek, umutlu ve heyecanlıyım.

Rişe Özkan‘ı canlı dinlemek isteyenler için de güzel bir haber var: Rişe Özkan Quartet, 19 Nisan’da Asa Khai’da sahne alacak.

Previous Story

Müzelerde Çocuk Eğitimi: Sanatla Öğrenmenin Sınırsız Dünyası

0 0,00